29 Ocak 2010 Cuma

TANIMAK, BİLMEK, ANLAMAK…

Yıldız Kenter, belki de hayatındaki 300. röportajını vermektedir. Ve bir o kadarıncı fotoğraf çekimini... Röportaj yapıla gelirken denklanşöre basan fotoğrafçıya dönen Kenter, “Siz beni hiç sahnede izlediniz mi?” der aniden. Beklenmedik bu sorunun beklenen cevabı “Hayır”dır. Usta oyuncunun yüzü düşer, sesi yükselir: “Beni sahnede hiç izlememiş, hakkımda hiçbir fikri olmayan biri fotoğrafımı çekiyor. Hiç aklım almıyor. Nasıl olacak bu? O kare beni ne kadar anlatacak, nasıl yansıtacak?”

Birini tanımak, bilmek, anlamak ve hatta bir yüzün özünü iyice görmek; kıvrımları, ışığı ve değişen anlamları yakalamak için ne kadar gerekli? Ne kadar tanımalı modeli? Ve elbette tüm bunlar fotoğrafın başarısında ne derece etkili? Emine Ceylan’ın geçtiğimiz günlerde CDA Project’te açılan ‘Zaman Yolculuğu’ sergisine dek bu sorulara kesin cevaplar vermemiş olabiliriz.

Ama sanat tarihinin ünlü tablolarını fotoğrafla yeniden üreten Emine Ceylan, model olarak hayatında kendisinden sonra en iyi bildiklerinden birini, 13 yaşındaki kızı Asiye’yi kullanınca işler değişti. Çünkü fotoğrafçı ile modelin 13 yıllık tanışıklığı, fotoğraflara derinlemesine işlemişti. Emine Ceylan, ilham perisi olarak gördüğü kızı ve projesinin çıkış kaynağı için şöyle demiş bir röportajında: “En aşina olduğum yüz onunki, en iyi bildiğim yaşam geçişi onun yaşamı, umut ettiğim birçok şeyi elle tutulur hale getirebiliyorsam o yüzden. Zamanın geçişini hissettiren her şey bir hüzün kaynağı oluyorsa biraz da nedeni O…”

YAVAŞ VE EMİN ADIMLARLA

1955 doğumlu Emine Ceylan, önce fotoğrafa merak salan kardeşi Nuri Bilge’ye modellik yapmış bir süre. 1979’da üniversiteyi bitirdikten sonra ise bir yandan diş hekimi olarak çalışırken bir yandan da muayenehanesinin banyosunu karanlık odaya çevirmiş ve baskıya girişmiş. Fotoğrafçılığa doğru yavaş ve emin adımlarla ilerleyen Ceylan’ın ilk modelleri de hastaları imiş.

1999 yılında asıl mesleği diş hekimliğini bırakarak yalnızca fotoğraf ve edebiyata yönelen Ceylan, 2007 yılına kadar çalışmalarını karanlık odada sürdürmüş. Yurtiçi ve yurtdışında 13 kişisel sergiye imza atan sanatçının Kış Yolculuğu (2007) isimli bir de öykü kitabı bulunuyor.

Photographs (1988), İklimler (1988) ve Fotoğraflar (1997) isimli üç fotoğraf kitabının da sahibi olan Ceylan; dramatik kurgulu, melankolik ve elbette siyah - beyaz işlerle biliniyor. Hatta bundan iki yıl evvel Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde, kardeşi Nuri Bilge ile açtığı ‘Babam İçin’ isimli sergide iyiden iyiye hissedilmişti bu. Bilhassa fotoğraflara hapsolan bulutlar düşünüldüğünde…

YENİ ARAYIŞLAR PEŞİNDE

Ama şimdi, ‘Zamana Yolculuk’ sergisinde görüldüğü üzere yeni arayışlar peşinde Ceylan. Sergide, sanat tarihinin ünlü tablolarından esinlenmiş tamamı renkli (ikisi akrilik boyamayla desteklenmiş) fotoğraflar var. İlk kez bu derece renkli bir çalışmaya imza atan sanatçı, bununla yetinmeyip fotoğrafın sınırlarını da zorlamış.
Duyduklarımızın resmin ayak sesleri olduğunu söylemek için vakit henüz erken. Ama şu söylemi de atlamamalı: “Ben fotoğrafçıyım ama her zaman resme daha çok hayranlık duydum. Kızımda klasik bir yüz güzelliği hep vardı ve ben o yüzde Rönesans resimlerindeki ifadeyi buldum.”

Sanatçı haklı. Asiye’nin yüzünde 1600’lerin romantizmini yaşıyor, 1800’lerin arayışlarına şahit oluyor ve günümüzün denemelerini buluyorsunuz. Çok klasik ve çok güzel bir yüz karşınızdaki. Ama sadece o kadar değil… Emine Ceylan, bir başka klasik ve güzel bir yüzle yapamazdı bu çalışmayı. En azından ortaya çıkan eserler bu denli içten, bu denli samimi olamazdı diyelim. Ceylan'ın 1996 yılında dünyaya gelen kızı Asiye, sanatçının hayata bakışını ve sanatını büyük ölçüde etkilemiş de olmalı.

ZAMAN YOLCULUĞU

Sergiye dönersek; hani sanat tarihine mal olmuş tabloların yer aldığı bir müzeyi gezdikten sonra üzerinize değişik bir hal çöker… Hani derin derin nefes almak, sonra yavaşçacık hareket etmek istersiniz ve hatta ayaklarınız yere basmıyor gibi olur… Emine Ceylan’ın CDA Project’teki ‘Zaman Yolculuğu sergisini gezince de benzer şeyler uyanıyor insanda.

Galeriye girişimizde bizi karşılayan Vermeer’in ünlü ‘İnci Küpeli Kız’ından, Frida Kahlo’nun ‘Otoportre’sine, 136 milyon dolarla sanat tarihin en pahalı resmi konumundaki Klimt’in ‘Adele Bloch-Bauer’in Portresi’nden Balthus’un ‘Genç Kız ve Kedi’sine, Fisher’in ‘Sahilde Güneşlenenler’inden Ceylan’ın hayran olduğu Rus ressamlardan Nikolai Pintakhin’in ‘Uyku’suna neler yok ki! Sergi, tam anlamıyla sanat tarihinde bir zaman yolculuğu…

Emine Ceylan, kızı Asiye'yi geçmişi bugüne bağlayan bir aracı olarak kullanırken sanatseverleri zamanlar ötesi çağlara doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Rönesans döneminden bugüne; güzel kadınların, gencecik kızların, minicik çocukların seneler öncesindeki duruşları, ifadeleri ve hatta hissettikleri Asiye’nin yüzü ve bedeninde yıllar sonra yeniden canlanıyor.

Daha önce de not düştüğümüz üzere çalışmaların hepsi tamamen fotoğraf değil. Bazılarının çevreleri boyama, bazılarının yarısı fotoğraf yarısı boyama… Sanatçı her ne kadar ustalara sadık kalmaya çalışsa da bazı çalışmalarda, örneğin Picasso’nun kübik resimlerinde kendi yorumumu katmış fotoğrafa. Bazı çalışmalardaysa sadece atmosferi yakalamış, o kadar…

Bu yarı resim yarı fotoğraflar bize, zamanlar ötesi çağlarda bir yolculuk vaat etmekle kalmadı; anne kızın işbirliğinin nasıl sonuçlanacağına dair yeni fikirler de verdi. Ve tabii birini tanımak, bilmek, anlamak ve hatta bir yüzün özünü iyice görmek üzerine bir daha düşünme fırsatı…


Jülide Karahan

Şubat-Mart 2010 / Fotoğraf Dergisi

9 Ocak 2010 Cumartesi

“MÜZE BEKÇİSİ OLMASAYDIK…”

Uluslararası müzik dünyasının istisnai ikilisi Güher ve Süher Pekinel kardeşler; “Müze bekçiliğini yaptığımız klasikler, birçok güncel eserden daha çok tatmin ediyor bizi.” diyor.


Güher ve Süher Pekinel piyano ikilisi, uluslararası müzik dünyasının en çok sözü edilen sanatçılarından. İlk kez altı yaşında dinleyici karşısına çıkan ikizler, son yıllarda oldukça az sayıda konser veriyor. Ve az sayıda söyleşi... Bu nedenle şu günlerde Arthaus Müzik’ten çıkan ve ikilinin dört konserini içeren DVD, klasik müzik tutkunları için epey önemli.

Bir konserde; müzikalite, klavye hâkimiyeti, stil, yorum, sempati, uyum… Hangisi daha önemli?

SP: Hepsi iyi bir müzisyen için olmazsa olmaz. Eğer klavye hâkimiyetinizi müzikalitenin hizmetine sunamıyorsanız hiç bir anlam ifade etmez. Aynı şey stil ve yorum için de geçerli. Siz çok büyük bir yorumcu olabilirsiniz, ancak stilin çizdiği sınırlara sadık kalmazsanız bu yorum da anlamına erişemediği için seyirciyi zorlar. Sonuçta stil, müzikal alfabenin bir dile dönüşümüdür.

Dünyada göz temasında bulunmadan çalan tek ikilisiniz. Ve en karmaşık rubatoda bile mikro saniyeye kadar aynı anda çalarak dinleyiciyi hayrete düşürüyorsunuz. Nasıl oluyor bu?

SP: Birlikte çalmak birbirini dinlemek demek. Eğer kulağınız göz olabilirse, konsantrasyonunuz yüzde elli artıyor ve aranızda sessizliğin olumlu dinamiği akıyor. Biz yaşamımız boyunca daima bunu aradık. Bunun için de sahnede iki solistiz. Tüm olumsuzlukları aşarak sadece kendi adına konuşmak isteyen müziğe yoğunlaşıyor ve anı; tüm güzellikleri, mistik riski ve dinamiğiyle çok daha saf ve özgün yaşıyoruz.

Klasik müziğin özgürleşmek ve zenginleşmek adına cazla flörtü söz konusu. Siz de Bach yorumunuzda cazdan faydalandınız. Bu harmana devam edecek misiniz?

GP: Bach konçertolarının ardından caz deneyiminin getirdiği özgürlüğü başka açılımlarda da yaşamak istiyoruz. Sürprizlerimiz olacak.

Klasik müzik ve dinleyicisi bu özgürlüğe ayak uydurabiliyor mu? Ya da şöyle soralım: Bu tür deneyimler klasik müzik dinleyicisinin rotasını değiştiriyor mu?

GP: Asırlardır kendi içinde oturmuş ve dengesini bulmuş bir klasik müzik formu bu kalıplaşmanın dışındaki özgürlüğe uyum sağlayabilir mi? Bize göre, bu doğal bir gelişim süreci. Bugünkü müziğin her türü, kendi tarzında karşıtları ile temas ederek yoğun şekilde harmanlanıyor, kendi içinde çözülüp birbirleri içinden geçerek yeni bir yaşam oluşturuyor. Modern müzik bunu en iyi şekilde yansıtıyor. Yenilik arayışı içinde karşılaştığı aykırı unsurların radikal etkileri sonucu, yeni biçim ve müzikal serbestlik şekilleri oluşuyor ve bu süreç bizi cazın temelindeki kavramlara yakınlaştırıyor.

Konserlerde klasik müziğin bilinen eski örneklerini sunmak dinleyici açısından riskli değil mi? Kötü bir benzetme ama solistler biraz da ‘müze bekçisi’ gibi algılanabiliyor. Yeni besteci ve bestelerle çalışmaya nasıl bakıyorsunuz?

SP: Eğer ‘müze bekçileri’ olmasaydık, acaba bugün klasik müzik konseri diye bir kavram olur muydu? Adı üstünde ‘klasik’. Klasiği tanımlamak gerekirse tüm zamanların eseri olabilecek nitelikte bir yapıdan bahsediyoruz. Bitmek tükenmek bilmeyen bir vizyon gücü ile geçmişi, bugünü ve geleceği aynı zamanda yaşatabilen Bach’ın müziği gibi... Bütün bu eserler zaman aşımına uğramadan halen güncelliklerini koruyarak bizi eğitmeye devam ediyor. Güncel müziğe gelince; ne yazık ki günümüz müziğinde iki piyano literatürü çok zayıf. Çünkü bu ustalık gerektiren bir teknik. İki enstrümanın aynı olması dolayısıyla tınılarının birbirinden hiç farkı olmaması kompozisyon tekniği açısından çok ciddi bir zorluk oluşturuyor. Piyano orkestral bir enstrüman olduğu için, kompozisyonun çok renkli ve değişik bir armonik yapıya sahip olmasını gerektiriyor. Bu sebeple müze bekçiliğini yaptığımız klasikler bize ithaf edilen birçok güncel eserden daha çok tatmin ediyor bizi.

Başa dönersek; altı yaşlarında dinleyici karşısına çıkmak, dokuz yaşında Ankara Filarmoni Orkestrası eşliğinde ilk canlı konseri vermek… Anneniz yönlendirmeseydi yeteneğinizin farkına bu kadar erken varılır mıydı?

GP: Tabii ki annemizin farkındalığının kariyerimize etkisi hiç bir zaman yadsınamaz. Ama yetenek er ya da geç kendini bir şekilde ortaya koyardı. Bu bağlamda evde piyanodan aynı anda ses çıkartmaya çalışmamız ya da bir sopayla değişik yerlere vurup değişik sesler çıkarmaya çalışmamız müziğe olan ilgimizin ilk göstergeleriydi. Bunu fark eden annemiz bizi, Konservatuar Müdürü Avusturyalı piyanist Ferdi Statzer’e götürdü. Onunla çalışmaya başladığımızda beş yaşındaydık.

Müzik yeteneğiniz fark edilmeseydi nasıl hayatlar ve hangi mesleklerde bulurdunuz kendinizi? Ya da bulmak isterdiniz diyelim… Ayrı ayrı cevaplayabilir misiniz?

GP: Müzisyen olmasaydım heykeltıraş, mimar veya tasarımcı olurdum diye düşünüyorum.

SP: Eğer müzisyen olmasaydım, muhakkak edebiyata veya resme yönelirdim. Bunlar beni müzik kadar heyecanlandırıyor. Felsefe de bir diğer heyecanım. Görüldüğü üzere bu hayata daha bir kaç kez geri dönmem gerekiyor.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / OCAK 2010

..............................

KRİSTAL’DEN YANSIYAN RENKLER

Genç sanatçı Bahar Oganer’in ‘Kristal’ isimli sergisi Nişantaşı’ndaki ‘Dirimart’ta.


Bahar Oganer ismiyle 2008 yılında Dirimart’taki ‘Rüya’ isimli kişisel sergisinde karşılaştık ilk. Geçen yıl bu zamanlar gerçekleşen ‘Plastic Tree Vol III’ isimli karma sergideyse tanışıklığımız pekişti. Bu yılki Contemporary Istanbul’un ilgi çeken genç isimlerinden olan sanatçının ikinci kişisel sergisi ‘Kristal’, şu sıralar yine Dirimart’ta.

1980 Ankara doğumlu sanatçı, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü mezunu ve halen aynı üniversitenin yüksek lisans öğrencisi. Buraya kadar her şey normal. Normalin üzerinde güzel olansa sanatçının galeride sergilenen 9 çalışmasının 9’unun da sergi açılışından günler önce satılmış olması. Buradan da anlaşılacağı üzere Oganer, çağdaş Türk sanatının yükselen isimlerinden biri.
Büyük ebatlı kare tuvaller üzerine akrilik tekniği ile çalışan sanatçının en dikkat çeken özelliği; düz, ince ve temiz bir boyama tekniğiyle çalışması. Boyama mı, makine işçiliği mi ayırt edilemeyecek ölçüde temiz tuvallerin her biri; kelimenin tam anlamıyla renk cümbüşü içinde. Bir de izleyici, Oganer'in resimlerinde olan biteni sırtı dönük genç bir kadının bakışından görüyor hep. Saçından giysisine, gördüklerinden taktıklarına o genç kadın sanatçının ta kendisi. Sergiyi görmek için son tarih 10 Ocak.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / OCAK 2010

............................

İSTANBUL HEP BURADA!

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin resmi açılışı 16 Ocak’ta yapılacak.

Şimdi yeniden keşfetme zamanı. Güzel kızın hayran bakışlarından, yaşlı balıkçının rast giden tebessümünden… Galata Kulesi, Haydarpaşa Garı ve Ayasofya Müzesi hep oradaydı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Ajansı’nın yeni reklam kampanyası hepimizi çepeçevre sardı. Kampanyanın yurtdışı ayağında İstanbul, ‘dünyanın en ilham verici şehri’ olarak konumlanıyor.
2010’un en çok konuşulan başlıkları kuşkusuz ‘Yenikapı kazıları’ ile ‘Topkapı Sarayı restorasyonu’. Kazılarda keşfedilenler hepimizin malumu. Topkapı Sarayı’nda ise aralarında Bağdat, Revan ve Sofa Köşkleri ile Harem, Lale Bahçesi, Mutfaklar, Adalet Kulesi ve Mecidiye Kapısı’nın da bulunduğu 12 mekân yenileniyor. 2010’da Ayasofya Müzesi’ni de bir sürpriz bekliyor: Müzede 16 yıldır kurulu iskele kalkacak.

BİR ŞEHİR ÜÇ DÜNYA

Sur-i Sultani Projesi ve Stratejik Plan, dünyanın en güzel Müzeler Parkı için harekete geçti. ‘Bir Şehir ve Üç Dünya’nın (İstanbul: Osmanlı Dünyası, Bizans Dünyası ve Klâsik Dünya) hikâyesini anlatmayı hedefleyen projenin Cumhuriyet’in 100’üncü yılı olan 2023’te tamamlanması öngörülüyor. Proje, Sur-i Sultani içinde bulunan Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Darphane-i Amire, Aya İrini, diğer mekânlar ve bahçeleri kapsıyor.

İKİ BİN YILLIK ORTAK MİRAS

Topkapı Sarayı Müzesi Has Ahırlar, ‘On bin Yıllık İran Medeniyeti ve İki bin Yıllık Ortak Miras’ başlıklı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı destekli sergi, İran Ulusal Müzesi ve Türkiye'nin çeşitli müzelerinden derlenen yaklaşık 300 parça eserden oluşuyor.

Çivi yazı tabletlerinden hat örneklerine, minyatürlerden çiniye, pişmiş toprak kaplardan heykele pek çok eserin yer aldığı sergi; İslamiyet Öncesi ve İslamiyet Sonrası isimli iki bölüme ayrılıyor. Hafız, Firdevsî, Câmi, Sadî ve Nizamî gibi Fars edebiyatının önemli isimlerine rastlamanın mümkün olduğu sergi için son tarih 5 Şubat 2010.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE /OCAK 2010

.............

YÜZ BİN YÜZ

Bir gün karşınıza Yüz Bin Yüz ekibi çıkar ve sizi beyaz bir fon önünde fotoğraflamak isterse sakın şaşırmayın. Sadece gülümseyin…


Beş yıldan bu yana 3 bin kadar kişiyi beyaz fon önünde fotoğraflayan ‘Yüz Bin Yüz’ ekibi, on beş yıl sonra yüz bin yüze ulaşmayı hedefliyor. Altı kişilik ekibin niyeti, 21. yüzyıl insanının arşivini oluşturmak. “Portreler çekelim, alışılmamış siyah beyaz boy portreler... Orada sadece insan görünsün. Duruşu, bakışı, gülüşü, giysisi, çantası, takısıyla... Sonra bu fotoğrafları başka şehir ve ülkelere taşıyıp sokak sergileri açalım. İnsanı insanla tanıştıralım.” diyorlar kısaca. Amaç, insanı kendisine ve diğerlerine anlatmak. Çünkü projenin web sayfasının açılışında da yazdığı üzere “İnsan Kendini Yalnızca İnsanda Tanır.” (Goethe)‏

Onlar için önemli olan, bu çağın insanına dair olabildiğince çok görsel veri toplamak. Yıllar sonra belki birileri bu arşive bakacak ve ‘eski' zaman insanının nasıl göründüğüne dair bilgi sahibi olacak. Arşivde kişilerin özel bilgilerinin yer aldığı küçük ses kayıtları ve çekim aşamalarının video görüntüleri de yer alıyor. Ayrıca fotoğrafı çekilen her bireyin sesinin müzikteki karşılığı, yani notası da çıkarılıyor. Anlaşılacağı üzere ekipte fotoğrafçı yanı sıra bir sosyolog, bir müzisyen ve bir de sinemacı var.

BEYOĞLU’NDAN DÜNYAYA

Yüz Bin Yüz ekibi önce en yakından başlamış işe. Ofisin hemen dibindeki otoparka koymuşlar beyaz fonu ve kim gelip geçerse basmışlar deklanşöre. Bakkaldan manava, işportacıdan kâğıt toplayıcısına, müzisyenden ressama… Kapsamlı bir Beyoğlu profili çıkarmışlar ortaya. Sonra dağılmışlar İstanbul’a: Sirkeci Fotoğrafçı Esnafı’ndan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’na, TRT İstanbul Televizyonu’ndan Beyoğlu İtfaiyesi’ne… Uğradıkları her kurumda; postaları bırakıp gitmeye hazırlanan kuryeden temizlik görevlisine, çayları tazeleyen teyzeden genel müdüre… Herkesi kayıt altına almışlar.

Şimdi sırada Türkiye var. Ülkenin tüm bölge ve şehirlerini tek tek dolaşıp fotoğraflayacak, kayıt altına alacaklar. Bir yandan da 27 Avrupa başkentiyle iletişimdeler. Avrupa başkentlerinde eşzamanlı bir sokak sergisi açıp Türkiye insanını, tam boy ölçülerdeki fotoğraflarıyla, tanıtma niyetindeler. Sonrası zaten çorap söküğü: Avrupa ve dünya insanını fotoğraflayıp yüz bin yüze ulaşmak.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / OCAK 2010

.....................

“SANATA GİDEN HER YOL MÜBAH”

Sanatı yatırım olarak görmenin epey uzağında olan Ahu Has’a göre sanata giden her yol mubah…


Merakla beklenen Ahu–Can Has Koleksiyonu, geçtiğimiz aylarda görücüye çıktı. Rezan Has Müzesi’ndeki ‘Türk Resim Sanatı’nın Bir Asırlık Öyküsü II’ isimli sergide 170 eser yer alıyor. 30 Nisan’a dek sürecek HSBC destekli serginin “O ilk defa İstanbul’u, İstanbul ilk defa O’nu görecek…” sloganlı afişleri tüm şehri sardı. Afişteki pembe elbiseli kadın, Mahmut Cûda’nın ‘Sara’sı. Sara’nın ve Ahu–Can Has Koleksiyonu’nun hikâyesini Ahu Has’tan dinledik.

28 yıldır biriktiriyorsunuz. Nasıl başladı?

Önce kendi gözümüzü eğittik, sonra toplamaya başladık. İlk satın aldığımız eser bizde değil şu anda. Koleksiyonerlik böyle bir şey. Gözünüz öğrendikçe, alım gücünüz arttıkça, sanatçının daha önemli bir eseriyle karşılaştıkça elinizdekileri çıkarıyorsunuz. Sonu yok çünkü.

Ahu–Can Has Koleksiyonunu tek bir cümleyle anlatacak olsanız…

‘İyi sanatçıların iyi eserleri’… O yüzden sanatçıların en iyi dönemlerine, başyapıtlarına ulaşmak istiyoruz. O bir keyif, bir zevk. Bir ressamın iki ayrı dönemini göstermek de çok önemli. Olgunluk ve çıraklık dönemini… Birbirinden etkilenmiş sanatçıları yan yana görmek de önemli. Burası bir üniversite müzesi, sergilerin öğretici tarafı da olmalı.

Koleksiyonunuzun sınırları?

Türk sanatçılar ve oryantalistler. Ben oryantalistlere ayrıca düşkünüm. Zonaro ve de Mango gibi eski hayatı yabancı gözle resmedenlere… Muazzam, detaylı, keyifli. Estetik bir tarafa; bu eserlerin sosyolojik ve tarihi okumalarını da çok önemsiyorum.

170’i sergide. Ama aslında koleksiyonda…

200’den fazla eser var. Ve sayı artıyor. Gerçi klasik eserler gün geçtikçe daha az çıkıyor, çıksa da fiyatları çok yüksek oluyor; almak zorlaşıyor. Biz de biraz daha çağdaşa yöneldik ve çok iyi sanatçı ve eserlerle karşılaştık.

Çağdaş derken yine resim değil mi?

Büyük konuşmamak lazım. Birkaç ay önce Antik AŞ’den bir video art aldık. Ve sergiye dâhil ettik onu. Canan Şenol’un İbretnüma’sı. 3000 öğrencinin geçtiği bir noktada dönüyor şimdi.

Koleksiyonunuz yavaş yavaş resmin dışına çıkabilir mi?

Daha o kadar değil. Bu sadece bir hoşluktu.

Müzayedeleri yakinen takip ediyor musunuz?

Tabii ki. Bizim başucu kitaplarımız müzayede katalogları.

Limitle mi çıkıyorsunuz yola?

Tabii, tabii. Belirlediğimiz fiyatın üzerine çıkarsa, çok istesek de almıyoruz. Bir de koleksiyonumuz belli bir noktaya geldi. Herhangi bir eseri almamaya özen gösteriyoruz. Daha seçiciyiz. Sanatçıların bizde olmayan dönemini, olgunluk dönemini, başyapıtını arıyoruz.

Sizinki yeni sanatçılara açık olmayan güvenli bir gidiş mi?

Yeni duyduğumuz ve daha az eserini gördüğümüz ressamlar da var koleksiyonumuzda. Ama çok iyi araştırıyor, öyle alıyoruz. Her gün yeni bir şey öğrenerek…

Galeri, müzayede, fuar… Hangisi daha avantajlı, hangisi sizin tercihiniz?

Esere, heyecana, bütçeye; daha doğrusu o ana bağlı.

İki kişi yürütmek anlık tepkileri bertaraf ediyor olmalı.

Evet, elbette. Birlikte karar veriyoruz. Araştırıyor, tartışıyor, birbirimizi ikna ediyoruz.

En değerli değil de; en sevdiğiniz, sizi en çok heyecanlandıran eser?

Mahmut Cûda’nın ‘Sara’sı. Resim, Cahit Sıtkı Taranca’nın ‘35 Yaş’ şiir kitabının kapağında kullanılmış. Eşim de bana bu resmi 35. doğum günümde hediye etti. Bunu da ilk defa söylüyorum. Benim için yeri çok ayrı. Resmin kendi hikâyesi de çok özel. Sara, Akademi’de model. Mahmut Cûda resmi 1929’da nü olarak yapmış. 1932’de bir Akademi Balosu’nda sonradan eşi olacak hanımla karşılaşınca onun üzerindeki pembe, volanlı elbiseyi Sara’ya giydirmiş. Ve resim uzun yıllar Cûda’nın Tepebaşı’ndaki evinde, gardolabın üzerinde unutulmuş. Ancak 1982’de Tepebaşı’ndaki ev Üsküdar’a taşınırken bulunmuş…

Hikâyeler epey önemli o zaman?

Evet, çok önemli. Koleksiyonerlik; araştırmak, karşılaştırmak, ilişkilendirmek aynı zamanda. Sırf alıp seyretmek değil…

Koleksiyonun büyük kısmı şimdi sergide. Normalde?

Evimiz ve işyerlerimizde.

Asabiliyor musunuz?

Evet, çoğunu. Bulduğumuz her duvara asıyoruz. Koridorlara, çocukların odalarına… Koleksiyonumuz depoda değil; hayatımızda ve yaşadığımız her yerde.

Yatırım olarak görmenin epey uzağında mısınız?

Kesinlikle. Gerçi sanat eseri alımında her yol mubah. Sanata giden her yol mubah… Ama eminim ki yatırım aracı olarak görenler bile bir süre sonra bağlanıyordur. Çok keyifli bir şey çünkü. Bir hastalık gibi sarıyor insanı. Alışıyor, vazgeçemiyor, özlüyorsunuz. Allah kimseyi elden çıkarma durumunda bırakmasın. Çok zor. İnsan içine girince…

Koleksiyonunuzun kendi iç bütünlüğü düşünüldüğünde bir gün mutlaka…

İyi bir Süleyman Seyyid alacağız.

30 Nisan’dan itibaren müzede ne izleyeceğiz?

‘Hasankeyf'i Bilir misin?’ başlıklı bir fotoğraf sergisi ve konferansı… Mayıs 2010’da başlayacak. Türkiye’nin önemli fotoğraf sanatçılarının Hasankeyf’i fotoğrafladığı bir sergi bu. Hemen ardından da konferans. Sonra da Türkiye’de ilk defa yapılacak bir epigrafi sempozyumuna destek olacağız.

Müzenin Haliç konusundaki çalışmaları devam ediyor mu?

Evet, tabii ki. Haliç’teki günlük hayatı insanlara tekrar hatırlatmak bizim için çok önemli. Haliç ile ilgili kültürel, jeolojik ve arkeolojik çalışmalarımız sürüyor. Bir de bu arada yepyeni bir ilgi alanımız daha oldu. Burası Eski Cibali Tütün ve Sigara Fabrikası. Binanın eski yaşamına dair ne varsa topluyoruz şimdi. Mobilya, eşya ve her türlü alet edevatı Tekel deposundan aldık. Eskiye dair pek çok albüm geçti elimize. Yöneticilerin ofisleri, yemekhane, çocuk yuvası, çalışma alanları… Her mekânın fotoğrafı. Yavaş yavaş yaşayanlara da ulaşıyor ve canlı bir tarih çalışması yapıyoruz. Çok büyük ve önemli sergiler çıkacak bu çalışmalardan.

Ne zaman?

2011’i bulur sanırım. Ama tek bir sergi olarak düşünmeyin bunu. Değişik temalı sergiler, öğretici yayınlar, sempozyumlar... Sonuçta bir üniversite müzesiyiz biz.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS /OCAK 2010

..............

ÇOK GÜZEL HAREKETLER BUNLAR EKİBİNİN ANADOLU DÜŞLERİ


Çok Güzel Hareketler Bunlar, Anadolu turnesi için gün sayıyor. ‘Çok Filim Hareketler Bunlar’ ile provayı alacak ekip, ulaşabildiği her şehirde sahneye çıkmak istiyor.



Çok Güzel Hareketler Bunlar'ın 24 kişilik küçük dev ekibinin gönlünde kapsamlı bir Anadolu turnesi yatıyor. Ülkenin; İzmir, İzmit, Erzincan, Bursa, Hakkâri, Fatsa ve Manisa gibi çeşitli şehirlerinden gelip 2007 Mayıs’ı itibariyle ‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’ ile bizi ekrana bağlayan ekip, başta eş dost olmak üzere dört bir yandan davet alıyor. Şimdi vaatleri şu: “Ulaşabileceğimiz ve oynayabileceğimiz, salonu olan her yere gideceğiz.” Peki, ne zaman? Cevap: “Film sürecinin hemen ardından.”

En çok Antep, Van, Trabzon ve Samsun’a gitmek istiyorlar. “Film telaşı bir bitsin” iki laflarından biri. Bahsi geçen film ‘Neşeli Hayat’ değil tabii ki. BKM Mutfak ekibinin bizzat yazıp oynadığı ve eski Mutfakçı; Ozan Açıktan’ın yönettiği ‘Çok Filim Hareketler Bunlar’.

Film; Antalya, Çorlu ve İstanbul’da çekildi. Ve bakın hikâyesi nasıl gelişti: “Mutfaktaydık, kalabalıktık, tam eğitim zamanı; derslere girip çıkıyoruz devamlı. ‘Bir gün kendi filmini yazacak ve çekecek bu ekip’ dedi hoca. Yeni başlamıştık daha. Yıl 2005… Bu, hepimiz için bir hayaldi ama hep çok inandık Yılmaz Erdoğan’a. Gerçi istediğin kadar inan, uzak ihtimaldi. Süreç kendi kendine işledi, gelişti. Her şey şaka gibiydi ve birden ‘motor’ dendi.”

‘24 KİŞİNİN ŞAKA YAPTIĞI FİLM’

17 Kasım itibariyle ‘tamam kes’ ile birlikte ‘paydos’ diyen ‘Çok Filim Hareketler Bunlar’, Ocak ayı sonunda tüm ülke sinemalarında gösterimde olacak. Film, 9 skeçten oluşuyor. Skeçler ayrı ayrı hikâyelere sahip ama en nihayetinde bağlanıyorlar birbirlerine. Kısa kısa filmler bir araya gelip uzun metrajlı bir yapıma dönüşmüş. Yani filmin giriş, gelişme ve sonucu mevcut. Anlatıcı yine var ve yine Eser...

“Mühim olan eğlenmek. Önemli olan espriler. Onlara güveniyoruz.” diyor ve ekliyor ekip: “Film program gibi ama değil. Her şeyden önce sahne olanaklarıyla sinemanın fırsatları bir değil.” Herkesin dilinde olan cümleye gelince: “İnşallah filmin devamı gelir, ikincisi çekilir.”

Kendi deyişleriyle ‘24 kişinin şaka yaptığı film’, baştan sona şaka gibi... Teknik bir sorun nedeniyle iki kere çekilen Neşeli Hayat düşünüldüğünde her şeyin yolunda gittiği bir film bu. Yağmurlu bir sahnede, yağmurun kendiliğinden yağmasına kadar her şey yolunda gider mi? Gitmiş.

EN EĞLENCELİ SAHNELER UÇAKTA

Anadolu turnesinin provası niteliğindeki filmin, en neşeli sahneleri uçakta geçiyor. Uçak çekimleri için Çorlu Havaalanı’nı ve bir AnadoluJet uçağını mesken tutan ekip belli ki çok eğlenmiş.

24 neşeli kişi birden uçağa binince ve yolculukların sayısı; galaydı, özel gösterimdi derken biraz fazlalaşınca uçakta komik olaylar yaşanıyor elbette. Ve tüm diğer yaşananlar gibi onlar da skeçlere yansıyor haliyle. Sahne dışında da şakacı olan bir ekibin uçak yolculuğunu düşünün; esprilerin birbirini izlemesi ve kahkahaların ardı ardına patlaması işten değil. Yolcuların diyalogları, kokpit komedisi… Hepsi mevcut. Metin Yıldız’ın kaleme aldığı skeçte Murat Eken pilot rolünde. İyi de maşallah, olayı çözmüş neredeyse. İki motorlu küçük bir uçağı zor durumda yere indirebilecek kıvama gelmiş hatta.

Bir tüyo daha: Ersin Korkut uçağa tek başına binmiş bir küçük çocuk. Önünde kocaman bir karton asılı. Havaalanında birilerinin kendisini bulup teslim almasını umuyor. Söz konusu Ersin olunca, gülmek için pek fazla ayrıntıya lüzum yok; onun nefes alması bile çoğu zaman yeterli. Filmin diğer bir sürprizi de Yılmaz Erdoğan’ın bir skeçte oynaması…

YENİ MUTFAKÇILAR ARANIYOR

BKM Mutfak ekibinin zaman zaman karşılaştığı tek zorluk yeni, farklı ve komik skeçler üretmek… Her ne kadar güncel olayları takip etseler ve bizzat kendileri pek şakacı olsalar da her hafta, her hafta yepyeni espriler türetmek kolay olmasa gerek.

Bazı haftalar skeçleri yetiştirmekte zorlanıyorlar. Öyle zamanlarda metnin yazılması, rol dağılımı, okuma provası, dekor, kostüm hepsi birlikte kotarılıyor. Ezber yetişmezse ya kâğıdı alıp okuyorlar ya da doğaçlamaya sığınıyorlar. Haftanın yedi günü çalışsalar da nafile, espri bulmak apayrı bir iş.

Hayat ve iş bir arada onlar için. Her gün beraberler. Sevinip güldükleri, hüzünlenip üzüldükleri şeyler aynı. Evleri birbirine yakın, genelde Beşiktaş civarında… “Birbirimizden başka pek kimsemiz yok zaten. Aile gibiyiz.” diyor ve ekliyorlar: “Öyle diğer tiyatrolardaki gibi küsen, kızan hiç olmaz bizde.”

VE SON SÜRPRİZ

Çok Güzel Hareketler Bunlar’ı yazıp oynayan BKM Mutfak ekibi yeni yılla birlikte yeni arkadaşlar alacaklar aralarına. Mutfağa yeni öğrenciler gelecek; ilk elemeyi geçenler uzun uzun eğitimler alacak, parlayanlar da kendilerini sahnede ve ekranda bulacak. Neşeli ve çok çalışılan bir hayat düşleyenler, kısacası niyeti olanlar ellerini çabuk tutsun ve BKM Mutfak’a başvursun. Söylemesi bizden…

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET OCAK 2010

........................