30 Kasım 2011 Çarşamba

'Hangi İnsan Hakları?' Van yolcusu

Documentarist'in üçüncüsünü bu yıl düzenlediği 'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali' 6–10 Aralık'ta perdelerini İstanbul'da açtıktan sonra 15 Aralık'ta Van'a gidiyor. 19 Aralık'a dek Van'da kalacak festival; film gösterimlerinin yanı sıra atölye çalışmaları ve sohbetlerle oradakilere destek olacak.


Şilili ekonomist Manfred Max Neef'in tanımına göre zaman ve kültür ayrılığı gözetmeden insanın, dokuz temel ihtiyacı var: Yaşamı sürdürebilme (mevcudiyet) ihtiyacı, korunma ihtiyacı, muhabbet ihtiyacı, anlayış ihtiyacı, katılım ihtiyacı, boş vakit geçirme ihtiyacı, yaratıcılık ihtiyacı, kimlik ihtiyacı ve özgürlük ihtiyacı… Bunlar Ortaçağ'daki insanın da şimdiki insanın da temel ihtiyaçları... Kendileri değişmiyor, sadece tatmin edilme şekilleri değişiyor.

'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali', insan ihtiyaçlarını hesapladı ya da hesaplamadı… Bilmiyoruz. Bildiğimiz, 15 Aralık itibarıyla filmlerini ve atölye çalışmalarını yüklenip Van'a gidecekleri… Oradakilerin yaşamı sürdürebilme ve korunmanın ardından muhabbete, anlayışa, katılıma ve hatta boş vakit geçirebilmeye ihtiyacı var diye… 'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali' 19 Aralık'a kadar film gösterimleri ve atölye çalışmalarıyla birlikte Van'da olacak. Hem medya, fotoğraf, gazetecilik ve video atölyesi oradakilere yaşadıklarını anlatabilecek yollar da gösterir belki…

TAHTACI FATMA FESTİVALİN KONUĞU

Documentarist çatısı altındaki 'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali', bu yıl üçüncü kez düzenleniyor. İki sene önce bir küçük hafta, geçen yıl bir büyük etkinlik ve şimdi bir festival olarak… Festivalin bu yılki detaylı programı önceki akşam Tütün Deposu'nda gerçekleşen bir basın toplantısında açıklandı. Her sene bir temayla yola çıkan festival, bu yıl çocuk haklarına odaklandı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden çocukların hallerini konu alan animasyon, kısa film, uzun metraj ve belgesel filmlerden oluşan etkinlik, sorunun hakkını veren 40 yapımı izleyiciyle buluşturacak. Peru'dan Hindistan'a, Kolombiya'dan Filistin'e, ABD'den Afganistan'a, İsveç'ten Senegal'e ve elbette Türkiye'ye kadar pek çok ülkeden insan hakları manzaraları sunan festival, en geniş bölümü çocuklara ayırdı ama daha geniş bir perspektife sahip filmler de mevcut.

Filmler arasında; Birleşmiş Milletler'in Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin çeşitli maddeleri üzerinden birer çocuğun yaşadığı hak ihlallerini ele alan Hollanda yapımı Just Kids kısa film serisi ile Türkiye belgesel tarihinin klasikleşmiş filmlerinden Süha Arın'ın Tahtacı Fatma'sı da var. Tahtacı Fatma'da Toros Dağları'nda hayatını ormancı olarak sürdüren bir ailenin 12 yaşındaki kızı Fatma'nın hayatı ve özlemleri anlatılıyor.

Festival haftası boyunca; film okuma atölyesinden üniversite sınavına hazırlanan gençlerin sorunlarını aktaracakları Forum Tiyatro'ya, sergilerden panellere pek çok yan etkinlik de gerçekleşecek. Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu ve İsveç İstanbul Başkonsolosluğu'nun desteğiyle hayat bulan festivalin gösterim ve etkinlikleri SALT Beyoğlu, Dutch Chapel ve Tütün Deposu'nda… Ayrıntılı bilgi için: www.documentarist.org

JÜLİDE KARAHAN

HİÇBİR YERDE / 30.11.11

28 Kasım 2011 Pazartesi

SÖYLEŞİ: TUNA ÖZÇUHADAR


Dünyayı dolaşsak bir filmin yaptığı etkiyi yapamayız


İstanbul, 2-4 Aralık tarihleri arasında Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin üçüncüsüne ev sahipliği yapacak. 'Günümüz insanının ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılamasını tehlikeye atmadan karşılanması' anlamına gelen 'sürdürülebilir yaşam'ı ve bu konudaki filmleri bir araya getiren festivali, Tuna Özçuhadar'la konuştuk.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin ilki 2008'de İstanbul'da, ikincisi 2010'da İsveç'te düzenlendi. Üçüncüsü bu yıl 2-4 Aralık tarihleri arasında yine İstanbul'da. Çözüm barındıran, insanı umutlandıran, en önemlisi farkındalık oluşturan filmlere yer veren festivali, Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi adına Tuna Özçuhadar anlattı.

Sürdürülebilirlik nedir? Kavram olarak...

Kendi haline bırakıldığında yerküre, sürdürülebilir bir sistemdir. Brundtland Komisyonu 1987'de hazırladığı Ortak Geleceğimiz adlı raporda sürdürülebilirliği "gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama olanaklarını tehlikeye atmadan günün neslinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi" şeklinde tanımladı. Yani, günün kaynaklarını gelecek kuşakların haklarını yemeden, kendilerini yenileyebilecekleri şekilde kullanmak...

Prensipleri neler? Ne yapmazsak sürdürülebilir olur dünya?

Kâr amacı olmayan bir organizasyon olan İsveç'teki The Natural Step'in (TNS) kurucusu tıp doktoru Prof. Dr. Karl Henrik Robert, 1989'da 200 bilim adamıyla yaptığı uzun istişareler sonunda 4 ana tema belirlemiş. Neyi yanlış yaptığımızı bilim adamlarına sormuş ve çevreyle ilgili üç temel prensipte anlaşma sağlanmış. Dördüncüsü daha sosyolojik, insanla ilgili.

Sayalım mı?

Bir; yerkabuğundan yer yüzeyine madencilikle çıkarılan nadir elementlerin sistematik artışını durdurmalıyız; örneğin ağır metaller, fosil yakıtlar gibi. Çünkü yaşamın olduğu katmana yabancı olan bu maddeler yeryüzünde birikince doğadaki dengeyi bozuyor. İki; insan tarafından üretilen doğaya yabancı kimyasal bileşenlerin üretim ve kullanımını kısıtlamak; çünkü bunlar da doğada hazmedilemiyor, örneğin suni gübre. Üç; vinç, kepçe, dinamit yardımıyla gerçekleşen fiziksel bozulmayı durdurmak. Bu bozulma doğanın döngülerini yürütme becerisine engel oluyor, örneğin aşırı orman hasadı. Bu ihlalleri yapmazsak daha sürdürülebilir bir dünyadan bahsedebiliriz. Üretip tükettiğimiz için kendimizi suçlu hissedelim demiyoruz. Birtakım yanlışları düzeltip her şeye yaşam döngüsü yaklaşımıyla bakalım; derdimiz bu. Sonuncusu ise insan ihtiyaçlarını doğru tanımlamak. Ortaçağdaki insanla şimdiki insanın ihtiyaçları temelde aynı, sadece tatmin etme şekli farklı. Şilili ekonomist Manfred Max Neef'in tanımına göre zaman ve kültür ayrılığı gözetmeyen dokuz temel insan ihtiyacı var: Yaşamı sürdürebilme (mevcudiyet) ihtiyacı, korunma ihtiyacı, muhabbet ihtiyacı, anlayış ihtiyacı, katılım ihtiyacı, boş vakit geçirme ihtiyacı, yaratıcılık ihtiyacı, kimlik ihtiyacı ve özgürlük ihtiyacı.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Bir sürü sorun birbiriyle alakası yokmuş gibi görünüyor. Dünyanın bir köşesinde savaş, bir köşesinde göç, bir köşesinde açlık, bir köşesinde hastalıklar... Aslında hepsi birbiriyle ilişkili. Çevre sorunları, ekonomik sorunlar ve sosyal sorunlar birbiriyle bağlantılı. Bütüncül bir bakış açısı gerekli. Film festivali böyle doğdu, farkındalık için... Çıkıp dünyayı dolaşsak ve tek tek anlatsak bir filmin yaptığı etkiyi yapamayız. Sinema çok güçlü. Ne diyoruz: Gelecek kuşakların hakkını yemeyelim. Bu konuda hemfikir miyiz? Hemfikirsek yapılacak pek çok şey var.

Filmleri nasıl seçtiniz?

Şimdi öncelikle bu sadece çevreci ve yeşil bir film festivali değil. Çevreci olmak başka, sürdürülebilirlik başka... Bugün artık üretim sürdürebilir olmak zorunda. Seçtiğimiz 16 belgesel ve 11 kısa film insanları güçlendirecek nitelikte. Çünkü konular biraz depresif aslında; öldük bittik, tükeniyoruz. İnsanlar filmi izledikten sonra umutsuzluğa düşebilir ve ben ne yapsam dünya değişmeyecek nasılsa diyebilir. Çünkü çok büyük problemler karşısında insanlar kendilerini aciz hisseder. Ama aslında insanın gücü çok fazla. Verdiği oyla birini iktidara getiriyor, harcadığı parayla bir şirketi büyütüyor. İnsanlar bir araya geldiğinde dünyayı yörüngesinden çıkarabilir. İnsan tek başına güçsüz olduğunu hissedebilir ama ortak vizyon, işbirliği ve kolektif çalışmayla gücü çok büyük. Film festivali insanları güçlendirmeye çalışıyor. Siz değişimin temel taşlarısınız, değişimi başlatabilirsiniz, diyor. Festivalin birçok yeni projeye ve benzer işbirliklerine ilham kaynağı olmasını da istiyoruz. Dolayısıyla; umut vaat eden, tetikleyen, depresyona sokmayan ve şu andan, bu günden itibaren neler yapabiliriz diye sorduran filmler seçtik.

***

Festival filmleri

Mavi Altın, Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, Permakültürde Toprak, Yer Fıstıkları, Güçlü: Herkes için Enerji, Tohum Avcısı, Dönüm Noktası, Sudaki Suretler, Şeytan Operasyonu, Çok Doğru Çok Akıllı, Mutluluğun Ekonomisi, Vahşi Işık: Ruh Eylemle Buluşunca, Affettikçe, Toprak!, Atık=Besin, Güneş Kraliçesi: Arılar Bize Ne Anlatıyor?

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 28.11.11

'Huzur' elde kaldı

Türk resminin büyük ustalarından Osman Hamdi Bey'in 'Huzur' adlı tablosu Antik AŞ'nin Swissotel the Bosphorus'ta dün gerçekleşen 270. müzayedesinde satışa çıktı. Açılış fiyatı 9 milyon dolar olarak belirlenen tablo için bir-iki kişi telefonla ufak çaplı artırımlar yaptı; ama bu artış 10 milyon doları bulmadı. Turgay Artam, satışı gerçekleştiremeyeceğini söyleyerek diğer eserlere geçti. Satışı durdurmasının sebebini de şöyle açıkladı: "Eser 10 milyon dolara sigortalı zaten. Bu kadar değerli bir tablonun 10 milyon doların altına satılmasını uygun görmüyoruz. 10 milyon dolar vermek isteyen ama taksitlendirme rica eden bir koleksiyonere rezerve ettik biz eseri. Aileyle yapılacak istişare sonucunda ödeme kolaylığı sağlanacak ve önümüzdeki günlerde tablo rezervesi yapılan kişisel koleksiyona satılacak. Yurtdışına çıkabilseydi çok talep vardı, ama Kültür Bakanlığı'nın bu konudaki tavrı net."

Politikacı, gazeteci İsmail Cem'in aile koleksiyonunda yer alan ve Osman Hamdi Bey'in bilinen en önemli ilk beş resmi arasında gösterilen 1904 tarihli tablo, en son 1957'de İstanbul Resim Heykel Müzesi'nde düzenlenen bir sergide görücüye çıkmıştı. Müzayedenin bir diğer değerli tablosu olan Şeker Ahmet Paşa'nın "Sonbahar'da Orman"ı ise 2 milyon 500 Türk Lirası'na satışa çıktı ve o fiyattan satıldı.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 28.11.11

27 Kasım 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: 'Fiyat mühim değil'



Çağdaş Sanat Fuarı Contemporary İstanbul'un ön izleme günü, saat 19.00... Epey bir eserin kenarında köşesinde kırmızı nokta. Satılmışlar. Çok erken değil mi? Demek ki önceden ayrılmışlar. Yoksa ne vakit gezdiniz, gördünüz, karar verdiniz, pazarlık yaptınız ve aldınız...


Etraf amaçsızca dolaşanlar, amaçlıca dolaşanlar, anlatanlar, anlayanlar, anlamayanlar, selamlaşanlar ve pazarlık yapanlarla dolu. Az ötede çın çın kahkahalar, az beride hararetli bir tartışma. Koleksiyoner Erol Tabanca ile aracı Ömer Olcay arasında. Tabanca "Fiyat mühim değil" diyor ısrarla. Olcay anlatıyor: "Eser tek edisyon. Bizim niyetimiz bir müzenin koleksiyonuna vermek. Önceliğimiz; İstanbul Modern, Borusan Contemporary ya da Cengiz Çetindoğan'ın açacağı müze. Rakam bizim için de mühim değil. Hocaya değer katsın, derdimiz bu. Satışa çıksa 30 binden açılır, 60 bine rahat yükselir, 100 bini görür."

Tabanca kararlı: "Bakın, açık konuşayım, benim de bir müze hayalim, niyetim var. Ama size şu kadar zaman sonra açacağım diyemem ki... Yer bulunacak, vakıf kurulacak..." Israrlara dayanamıyor ve "Tamam, hocayla konuşayım, herhangi bir müzeden herhangi bir girişim olmazsa eser sizin. Taahhüt ediyorum." diyor Olcay sonunda.

Neymiş bu böyle diye etrafa bakınıyoruz ve 'İstanbul'a Dokunmak' isimli 3 boyutlu bir canlandırma görüyoruz. Başı kalabalık... 3D gözlüğü takıp geçiyoruz karşısına. Ne olabilir ki sonuçta? Vay, vay, vay... Devrim Erbil'in Haliç resimlerinden birine yaklaşıyor, yaklaşıyor, caminin minarelerine çarpmaktan zor kurtuluyor ve çizgilerin içine giriyoruz. Resimdeyiz, denizdeyiz. Etrafta tekneler, su kıpır kıpır. Başımızın üzerinden bir martı sürüsü geçiyor, çığlık kıyamet. Sesleri kulağımızda, başımızı eğmesek kanatları saçlarımıza değecek. Öyle bir gerçek. Tabanca'nın inadı boşa değil...

Eseri 5 kez filan izledikten sonra "Şimdi ne tarafa? Oraya baktık mı? E biraz önce de buradan geçmiştik... Şu kadının ayakkabısını gördün mü? A bak! Demet Şener, Audi Q3 eser olarak mı burada?" gibi türlü cümle kurarak ilerliyoruz koridorlarda. Dile kolay, 3000 parça... Herkesin eve götürmek istediği bir şey var aralarında. Bizimkisi, Cem Dinlenmiş'in 'Yeni Dünya'sı. Ama tabii o da "Fiyat mühim değil" diyen birinin evine gidecek günün sonunda...

***

SANAT, GÖZÜNÜ ANADOLU SERMAYESİNE DİKTİ

Contemporary İstanbul'un 6. yılındayız. Karşımızda, her yıl biraz daha büyüyen -her yönden- bir etkinlik. Şimdi gözü Anadolu'da... Fuarın koordinatörü Hasan Bülent Kahraman'ın anlatımıyla: "Anadolu dediğimiz hadise Türkiye'de bugün her şeyi tayin ediyor. Siyaseti, ekonomiyi... Orada birikmiş büyük bir sermaye var. Türkiye'nin birtakım kültürel problemleri de var. Bu noktada gerçekçi olmak lazım. Malatya, Muş, Mardin, Erzurum ve Artvin'e çağdaş sanat gitmedi ama oralarda bir kitle var. Yurtdışında okumuş, gelmiş, babasının işinin başına geçmiş; o işi, senin benim ruhum duymazken dünyanın en önemli merkezleriyle ticaret yapan bir kuruma dönüştürmüş. Kafaları çalışıyor, açıklar. Contemporary İstanbul'un niyeti Anadolu'daki sermayedarları İstanbul'a getirip bu alanın bir parçası yapmak."

***

FUARDAN FAYDALI NOTLAR

Bugün Contemporary İstanbul'un son günü. Gitmek isteyenler için yeri; İstanbul Kongre Merkezi Fuar Alanı ve İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı Rumeli Salonu.

Gezilecek toplam alan 12.500 m² ve en az 2 saat sürüyor.

Yeni Ufuklar bölümünün konuğu Körfez Bölgesi Ülkeleri.

3 eser fuar alanının dışında, kamusal alanda. Biri Abdi İpekçi Caddesi'nde, biri The Sofa Hotel'in ön cephesinde, biri Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı Rumeli Girişi'nde.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 27.11.11

23 Kasım 2011 Çarşamba

SÖYLEŞİ: HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Eskiden yüzük alınırdı şimdi sanat...

Çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'un 6.sı yarın başlıyor. Geçen seneki Contemporary İstanbul'da satış oranının yüzde 83 olduğundan hareketle; çağdaş sanat eserini değerli kılan faktörleri, sermayenin aldığı riski, sanat yapıtı sayesinde değişen görme ve görülme biçimlerini fuarın koordinatörü Hasan Bülent Kahraman'la konuştuk.


526 sanatçının 3 bin eserinin görücüye çıkacağı Contemporary İstanbul'un 6.sı yarın başlıyor. 27 Kasım'a dek sürecek fuar; İstanbul Kongre Merkezi ile İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda binden fazla uluslararası koleksiyoneri ve 60 binden fazla ziyaretçiyi ağırlayacak. Sanat ve yatırıma ilişkin detayları Hasan Bülent Kahraman anlattı.

Bir çağdaş sanat eserini değerli kılan nedir? Parasal açıdan...

Bu değişmez. Bir sanat yapıtını parasal bakımdan yüksek bir bedele dönüştüren yine onun içeriği ve özüdür. Sanat daima, ilk günden beri, bir piyasayla ilişkili olmuştur. İmparatorluklar, aileler, cumhuriyetler, mesenler, kilise... Yani iktidar odakları sanata belli bir değer verir. Bu değer sanatçının evrensel estetik değerinin dışında tasavvur edilemez. 20. yüzyılda burjuvazinin ortaya çıkmasıyla durum daha sistematik hale geldi, sanat yapıtı ticaret aracına dönüştü. Şimdi, 21. yüzyılda başka bir şey var. Eskiden altın yüzük alınıyordu, şimdi sanat yapıtı... İki şey değer üretir; ya döneminin ruhunu yakalayan yapıt ya da dönemini aşan yapıt. Bu bir sezgi, bir eleştirmenlik meselesi. Sanat yapıtı artık bir yatırım aracı. Yatırım demek sermayenin bir alana, bir ürüne yönelmesi demek. Sermaye dünyanın en tedirgin şeyi. Risk alır ama belli bir yüzdeyle... Güvensizlik görürse çekilir. Bir büyük sermaye grubunun bir yapıta yatırım yapması o yapıtın takip eden dönemde daha da değerlenmesine yol açar. Bu kesin.

Sermaye bir çağdaş sanat eserine nasıl güveniyor?

Dünyanın her yerinde her türlü yatırımda bir tek unsur vardır: Bilgi. Sermayenin dünyada en çok para ödediği şey bilgidir. Türkiye'de, Suriye'de ne olacak, kim gidip kim kalacak... Daima budur sermayenin aradığı. Dolayısıyla bir yatırım aracı olarak baktığınızda sanat piyasasında da bilgi önceliklidir. Galeri yöneticileri, müze yöneticileri, danışmanlar, küratörler, yönetim kurulları sermayeye bilgi aktarırlar. O değil, bu yükselecek derler. Neyin ne olacağının ya da olmayacağının ölçüsünü daima bilgi tayin eder. Bu nedenle eleştirmenler dünyanın her yerinde biraz gömlek, biraz kimlik, biraz kılık değiştirerek; küratör ya da müze yöneticisi olarak o bilgiyi üretirler. Yoksa öyle ben bunu sevdim, aldım yok.

Bir yapıt üzerinden gidelim... Örneğin Felix Gonzalez Torres'in şekerleri... Gözün gördüğü, sıradan şekerler. Ama üzerine birtakım kelimeler, kelimeler, kelimeler... O kelimeleri mi satın alıyor sermaye, bilgi diye?

Kısmen... Çağdaş sanat, kısmen modern sanat elbette bir açıklamayı gerektiriyor. 80 ve 90'larda yapısalcılık sonrası düşünce akımlarının devreye girmesinden sonra küratörler, felsefeciler ve sanat yapıtlarının kendisi sanat felsefesinin sorması gereken soruları sorup vermesi gereken cevapları verir oldu. Çağdaş sanatın böyle bir yanı, yönü, boyutu, derinliği var. Sonuç itibarıyla biz belli bir entelektüel düzeyde onu anlamak, algılamak istiyorsak o yapıtın arkasındaki sözcükleri de göz önünde tutmak zorundayız. Ama bir yapıt kendisinde o sözcükleri üretecek, ürettirecek, doğurtacak, doğurtturacak bir öze, bir güce, bir potansiyele sahip değilse zaten o sözcükler de üretilmez. Sanat yapıtı evvela kendisinde taşıdığı o güçle bir şeyleri kımıldatır. Sözcükler sonra gelir. Sanat, sonunda bizim belki tahayyül bile edemediğimiz birtakım düşüncelerin somut olarak karşımızda durduğu alandır.

Ya yapıtı aşan fiyatlar... Onlar nerede duruyor?

O bir mekanizma. Önce yapıt, sonra spekülasyon ve yatırım... Özü olanlar kalıcı, diğerleri geçici. Bu unutulmamalı. Değerli bir yapıt ya zamanının ruhunu yakalamıştır ya da zamanının ötesindedir. Daha basit bir örnek: Star Wars bir macera filmi sonunda. Ama bizim görsel ideolojimizi tepeden tırnağa değiştirdi. Onun hemen arkasından gelen bilgisayar endüstrisi ve sanal düşünme yöntemlerini hatırlayın. Atomun parçalanması kadar büyük bir şey değil ama bir yapıt bize içinde yaşadığımız dönemin ötesine geçecek bir görsellik, bir bilinç getirebilir...

Görme biçimimizi mi değiştirir?

Evet. Büyük sermaye grupları bu yatırımları bu nedenle yaparlar. Toplumsal bilinci, görsel algıyı değiştirmek ve itibar kazanmak için. Yoksa niye bir sanat yapıtına milyonlarca dolar ödesin? Bir tek şeyi biliyoruz: Gerçek sanat yapıtına yapılmayan yatırım kayıptır. Bu sadece bugünün değil, 19. yüzyılın da hakikati. Yani bugün elinde sermaye bulunduran insanların o sermayenin yüzde üçünü, beşini sanata yatırması bir ekonomik zorunluluk. Bir matematik.

Eserler, tanıtımlar, sergiler, fuarlar, bienaller... Ne kadarı biraz evvel anlattığınız öz için, görme biçimi için? Ne kadarı görülme biçimi, temayüz için?

Bunun yüzdesi olmaz. Ben bir koleksiyonerin bir çağdaş yapıt karşısında hangi evrensel ilkelerle hareket ettiğini, etmesi gerektiğini anlattım. Fuara gelen büyük çoğunluk bu şekilde hareket edecektir diye düşünüyorum. Son 20 yılda bir gerçek var, bir kere onu görelim: Sanat piyasası, aynı siyaset ve ekonomi gibi batıdan doğuya kaymıştır. Avrupa'nın bu derece çöktüğü bir dönemde Çin, dünya çağdaş sanat piyasasının yüzde 38'ini elinde tutuyor. Uluslararası çağdaş sanatın ağırlık noktalarından biri Türkiye olacak. Bu fuar da bunun için çalışıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 23.11.11

22 Kasım 2011 Salı

Eski müzeye yeni SALT geldi

Garanti Bankası'nın kültür kurumu SALT'ın ikinci binası Galata'da açıldı. Burası, sanatseverlerin yakından tanıdığı bir mekân aslında: Osmanlı Bankası Müzesi. Açılış vesilesiyle yapılan basın toplantısında konuşan SALT Yönetim Kurulu Başkanı ve Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere, binayı kan ter içinde bu hale getirdiklerini söyledi ve ekledi: "Daha önce Osmanlı Bankası Müzesi binası olarak faaliyet gösteren 119 yıllık bu etkileyici yapı, bugüne kadar, banka şubesi, bölge müdürlüğü ve müzeyi bünyesinde barındırdı. Bugün artık bu değerli mekânı, tümüyle kültür-sanata ve İstanbullulara armağan ediyoruz." dedi. Onu, mimar Han Tümertekin ve İletişim ve Yönetim Direktörü Sima Benaroya izledi. Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun ise "SALT sabitleşmiş kalıplar yerine, araştırma, paylaşma ve birlikte yeni fikirler üretmeye odaklanıyor. SALT Beyoğlu bir program fabrikası gibi işliyor. Galata ise içine dönük olmasına rağmen araştırma ve paylaşıma önem veriyor." dedi.

SALT Galata aynı anda pek çok sergi ağırlıyor, ocak ortalarına kadar... İlki, 'Geçmişe Hücum: Osmanlı İmparatorluğu'nda Arkeolojinin Öyküsü, 1753-1914'. İkincisi, Gülsün Karamustafa'nın SALT Galata'da açılan 'Peçesi Açılan Modernizm/Tarihleri Örgülemek' sergisi. Üçüncüsü ise Açık Arşiv proje dizisinin ilk sergisi 'Foto Galatasaray'. Araştırmacı/sanatçı Tayfun Serttaş'ın hazırladığı sergi, İstanbul'da 1935'ten 1985'e kadar kesintisiz olarak fotoğrafçılık yapan Maryam Şahinyan'ın arşivini gün ışığına çıkarıyor. 22 Ocak 2012'ye kadar devam edecek sergi, Şahinyan'ın fotoğrafları üzerinden yeni bir yakın tarih okumasına imkân tanıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR/ 22.11.11

20 Kasım 2011 Pazar

MISIR İÇİN UMUT: DÜŞ MÜ? GERÇEK Mİ?

UMUT: DÜŞ MÜ? GERÇEK Mİ? TEMASIYLA KİTAPSEVERLERİ AĞIRLAYACAK 30. ULUSLARARASI İSTANBUL KİTAP FUARI'NIN ONUR KONUĞU MISIR.


Geçtiğimiz yılın onur konuğu İspanya'ydı. İspanyol edebiyatının gözde yazarlarından Julio Llamazares, Soledad Puertolas ve Angelas Caso'nun söyleşilerle renk kattığı fuarın sonunda İspanyol edebiyatı ve kültürüne dair o kadar çok şey öğrenmiştik ki yılı, yeni ülkeyi merak ederek geçirdik. Ve gün geldi çattı, onur konuğu açıklandı: Mısır. Bu açıklamayla; geçtiğimiz aylarda, bilhassa 18 günlük halk hareketi boyunca sıcak takibe aldığımız Mısır’la ilgili ne kadar az şey bildiğimizi anladık. Bilhassa edebiyatı ve kültürü hakkında…

Düşü gerçeğe dönüştürme çabasındaki bu sarı sıcak ülkenin edebiyatı söz konusu olduğunda aklımıza tek bir yazar geliyor: Necip Mahfuz. Mısır Büyükelçisi Abderahman Salaheldin de “Durum çok parlak değil. Necip Mahfuz dışında çok az yazarın çok az eseri Türkçeye çevrildi.” diyerek durumu doğruluyor. Ama konuşmanın sonunda bolca inşallah geçiyor: “Kasım ayı ortasında birçok Mısırlı yazar İstanbul'a gelecek ve kamuoyunda Mısır edebiyatı üzerine bir farkındalık oluşacak. Pek çok Mısırlı yayıncı başvuruda bulundu. Başta Mısır Kültür Bakanı olmak üzere birçok entelektüel fuara katılacak. Mısırlı yayıncılarla gerçekleştireceğimiz toplantılarda pek çok olumlu adımın atılmasını bekliyoruz. Önümüzdeki yıllarda Arapçadan Türkçeye, Türkçeden Arapçaya büyük bir hareketlilik olacak. İnşallah..."

TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Beylikdüzü'nde gerçekleşecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, hem Türk okur hem de Mısır edebiyatı için büyük fırsat. Tanışıp kaynaşma açısından… 12 - 20 Kasım tarihleri arasında bizzat fuara katılacak yazarlar arasında; Türkçede özellikle Yakupyan Apartmanı kitabıyla çok sayıda okura ulaşan Alâ Al Asvani, Necib Mahfuz'un manevi oğlu olarak nitelendirdiği Gamal Gitani, İbrahim Aslan, Mısır Yazarlar Birliği Başkanı Muhammed Salmawy ve Yusuf Ziedan var. Yazarlar, kitaplarını imzalamakla kalmayacak ve Mısır edebiyatı üzerine pek çok söyleşi de gerçekleştirecek.

Kapsamlı kültürel etkinlikler de çabası… Bunlardan biri Mısır edebiyatından sinemaya uyarlanan filmlerle ilgili. Gösterimi yapılacak filmler arasında; Arazi, Bir Başlangıç ve Bir Bitiş, Bana Bir Hikâye Anlat, Al Kitkat ve Yakupyan Apartmanı var. Bu yıl 100. doğum yılı kutlanan Necib Mahfuz da unutulmuş değil ama sürpriz! Mısır için umut: Düş mü? Gerçek mi? Buna cevap vermek için henüz erken olsa da edebiyat ve kültür konusunda çok şey değişecek yakında. Bu kesin.

***

ŞİMDİDEN TANIYALIM

Alâ Al Asvani

1957 doğumlu Asvani, Kahire’deki dişçilik eğitimini Chicago’da sürdürmüş bir isim. Royal Islamic Strategic Studies Center tarafından hazırlanan Dünyadaki En Etkili 500 Müslüman listesine dahil edilen yazarın ironik bir şekilde modern Mısır toplumunu tasvir eden romanı Yakupyan Apartmanı; İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Fince, Fransızca, Almanca, Norveçce, Lehce, Türkçe ve Yunanca gibi birçok dile tercüme edildi. Roman, 2006 yılında filme de uyarlandı.

Gamal Gitani

Mayıs 1945 doğumlu Gitani, 2011 yılına kadar Akbar Al-Adab’ın genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Çok genç yaşta yazmaya başlayan Gitani’nin ilk kısa hikâyesi 14 yaşındayken basıldı. Esasen mobilya tasarımı üzerine eğitim alan Gitani, Kitâb al-Tagalliyyât (Aydınlanma Kitabı) isimli eseriyle 2005 yılında Fransa’nın önemli ödüllerinden Laure Bataillon’a layık görüldü.

İbrahim Aslan

1937 doğumlu Aslan 1971 yılında kısa öykü koleksiyonundan oluşan ilk kitabı Buhayrat al-Masa’yı (Gecenin Gölleri) yayınladı. İlk romanı Heron’u 1983 yılında Arapça yayınlayan Aslan’ın bu romanı yönetmen DAud’Abdal Sayyid’e Al Kit Kat filmi için ilham oldu. Aslan, halen Londra merkezli El-Hayat gazetesinin Kahire bürosunun kültür editörlüğünü yapıyor.

Muhammed Salmawy

Önde gelen Mısırlı oyun yazarı ve gazeteci Salmawy, aynı zamanda Mısır Yazarlar Birliği Başkanı. Kahire Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1966 yılında mezun olduktan sonra Birmingham Üniversitesi İngiliz Uygarlık ve Tarihi bölümünde eğitim alan yazar, Al-Ahram Hebdo gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmaya devam ediyor.

Youssef Ziedan

30 Haziran 1958 doğumlu Ziedan, İskenderiye Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdikten sonra lisansüstü çalışmalarında tasavvuf ve felsefi temelleri üzerine yoğunlaştı. Hâlihazırda İskenderiye Kütüphanesine bağlı Makale Merkezi ve Müzesi Müdürü olarak çalışan yazarın 50'den fazla kitabı var.


***

ONUR YAZARI FERİT EDGÜ

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle 12-20 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Beylikdüzü'nde gerçekleşecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın Onur Yazarı Ferit Edgü.


***

600’E YAKIN YAYINEVİ

Yurt içi ve yurt dışından 600’e yakın yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 21. İstanbul Sanat Fuarı-ARTİST 2011 ile eş zamanlı gerçekleşecek. Detaylı bilgi için: www.istanbulkitapfuari.com


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE KASIM 2011

SANAT/HAYAT: Kültür politikaları tamam sıra geleneksel sanatlarda


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, geçen yıl bu zamanlar vakfın taze niyetlerini açıklamıştı. Bunlar arasında ikisi vardı ki, yeni, farklı ve önemli.


Bir: Hat, tezhip ve minyatür gibi geleneksel sanatlara daha fazla özen göstermek; bu sanatların korunması ve çağdaş bakış açısıyla yeniden yorumlanmasına önayak olmak. İki: Sadece festival düzenlemekle kalmayarak kültür sanat politikalarının oluşturulmasında etkin rol oynamak. Bir yıl geçti, ilkiyle ilgili atılmış herhangi bir adım -henüz- yok. Ama ikincisine dair ciddi çabalar var. 2011 Haziran'ında İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan 'Sivil Toplum Gözüyle Türkiye Kültür Politikası Raporu' bunun en somut örneği.

Sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, sanatçılar, akademisyenler ve kültür girişimcilerinden oluşan 185 kişi tarafından hazırlanan rapor, yazdan beri bir köşede duruyordu. Kamuoyuyla bugün paylaşılacaktı, yarın paylaşılacaktı derken... Geçen haftalarda tarih belirlendi. Ama gündem birden yoğunlaşınca paylaşım ertelendi. Sonunda geçtiğimiz çarşamba akşamı Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mahkeme Salonu'nda gerçekleşen bir basın toplantısıyla özetlendi. Sivil toplum kuruluşlarının öncelik verdiği maddeler tek tek sayıldı. Bunların beşi yeni anayasa için temel ilkeler olarak önerildi:

Kültürel haklar insan haklarının ayrılmaz parçasıdır. Kültürel çeşitliliğin korunması devletin temel görevidir.

Kadınlar ve gençlerin kültürel faaliyetlere etkin biçimde katılabilmeleri çağdaş demokrasinin gereğidir.

Cinsiyet, inanç, etnik kimlik ve tüm kültürel farklılıklar gözetilmeksizin tüm yurttaşların kültürel faaliyetlerin düzenlenmesine eşit bireyler olarak katılımı ve kültürün tüm yurttaşlar tarafından paylaşılabilmesi esastır.

Tüm dezavantajlı kesimlerin kültürel hayata erişimini sağlayacak düzenlemeleri yapmak devletin görevidir.

Her yurttaş anadilini öğrenme ve bu dilde kültürel faaliyette bulunma hakkına sahiptir.

***

Tablodan kuşlar çıkacak

Herkes onu konuşuyor; sürprizleri birbirine anlatıyor. O: Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı Contemporary İstanbul'un 6.sı. Fuar; 24-27 Kasım tarihleri arasında İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı ile yanındaki İstanbul Kültür Merkezi'nde gerçekleşecek ve 550 sanatçıya ait 3.000 çağdaş sanat eserini ağırlayacak. Sürprizlerden biri Devrim Erbil'in Haliç konulu dev resminin fuar mekânında canlandırılacak olması. Resmin, yani Haliç'in içinde gezecek, Erbil'in meşhur kuşlarının etrafımızda uçuştuğunu görecekmişiz. Bakalım...

***

'Satanın aklına bir şey demiyorum, yalnız alan...'

Geçtiğimiz günlerde Alman sanatçı Andreas Gursky'nin 'Rhein II' adlı fotoğrafı 4 milyon 338 bin dolara satıldı ve 'dünyanın en pahalı fotoğrafı' unvanını aldı. Konu, geçen çarşamba 100. sayısını kutlayan Fotoğraf Dergisi yazarlarının yıldızıydı. İbrahim Zaman, fiyata inanmakta zorlanırken Sabit Kalfagil, "Birtakım aracı ve küratörler çok değersiz fotoğraflara öyküler düzüyor. Çevre oluşturup propaganda yapıyor. O öyküleri satıyor. Yoksa gözün gördüğü belli..." dedi. Merih Akoğul ise "Ben satanın aklına bir şey demiyorum. Yalnız alanın ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum." demekle yetindi.

Gecenin asıl konusu tabii ki Fotoğraf Dergisi'ydi. Derginin bir avuç yazarı, konusunda Türkiye'de çıkarılan en uzun süreli yayın olmanın haklı gururunu yaşayan dergiyle ilgili anılarını anlattı. Bu sırada Genel Yayın Yönetmeni Ömer Serkan Bakır, elinde büyüyen bir diğer dergi, Photo Digital'in kapanacağını, oradaki içeriğin de Fotoğraf Dergisi'ne aktarılacağını üzülerek açıkladı. Ortama bir hüzün çöktü. Hüzün, Magnum Fotoğraf Editörü John G.Morris'in mekâna girmesiyle dağıldı. Mor-ris'in tek başına Mimar Sinan Üniversitesi Lokali'nde ne yaptığı merak konusu oldu. 15-20 dakika sonra olay anlaşıldı: Meğer aynı gece aynı mekânda Zaman Gazetesi Fotoğraf Servisi'nin hazırladığı 'Türkiye'de Zaman' projesinin de yemeği vardı ve vaktinde gelen bir tek oydu.

***

Sadi Bey'e rakip geliyor

'İnsan mutluyken mutlu olduğunu bilmez.' demişti Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'nde. İnsan geçen zamanın içindeyken o zamanın geçtiğini de aynı böyle bilmiyor. Çok güzel bir sergi açılıyor, gitmek kafaya konuluyor, nasılsa bir ay var sanılıyor, o gün, bugün, haftaya derken sergi hop kapanıyor. Elde var mutsuzluk. Ama artık sinemaseverin Sadi Bey'i gibi bir oluşum var karşımızda: Gongo.

Gongo, plastik sanatlar merkezli kişiselleştirilebilir bir etkinlik takvimi. Tüm sanat ve müzik etkinliklerini hatırlatmak niyetinde. Hem de sadece sergileri değil; açılış, sanatçı konuşması, panel ve konferansları da... En güzel tarafı kapanmasına sayılı gün kalan sergileri haber veriyor olması. Ayrıntılar için: www.gongolive.com

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR

20.11.11

19 Kasım 2011 Cumartesi

Mozaikler tehlikede, çabuk olun!

2000'de Gaziantep Zeugma Müze Müdürlüğü arıyor: "Mozaikler tehlikede, aman koşun!" 1995'te Trabzon Müze Müdürlüğü arıyor: "Sümela'da duvar resimleri dökülmek üzere. Çabuk olun!" Sular yükseldiğinde, yağmurlar coştuğunda, tarihî eserler tehlike altında kaldığında kâğıt imzalamak için vakit kalmıyor ve hızla müdahale edebilecek restoratörlere ihtiyaç duyuluyor.

Zeugma Mozaik Müzesi Mozaikleri Restorasyon ve Teşhir Projesi Sorumlusu Celalettin Küçük ve N. Mine Yar; acil müdahale gerektiren öyle durumlarla karşılaşmışlar ki. Biri, 1995-96 kışında yaşanmış. Onların ağzından aynen: "Trabzon Müze Müdürlüğü aradı. 'Kültür Bakanlığı'na yazacağım ama cevabın dönmesi uzun sürer. Rica ediyorum hemen gelin. Sümela Manastırı'nın duvar resimleri kabardı, dökülmek üzere.' dedi. Mevsim kış, kar diz boyu. Normalde mayıs beklenir, ama o zamana kadar resimler kurur, dökülür. Beklemedik, kalktık gittik. Müdahale ettik. Kurtardık resimleri."

"Neden beklenir, hemen koşulmaz?" diye soruyoruz. Cevap: "Bu işler için pahalı malzemeler gerekiyor. O yüzden önce rapor yazılıyor, ne lazım diye. Sonra bütçe ve ihale... 3 teklif gelecek, biri kabul edilecek, görevlendirme yapılacak, harcırah çıkarılacak. Vakit geçiyor tabii. Bürokrasi... Aynı şey Gaziantep Zeugma Müzesi Mozaikleri için de geçerli. O zaman da çok hazırlıksız yakalanıldı. 2000 Mayıs'ında sular yükselmeye başladı. Ortada kazısı yapılmış bir alan vardı, 600 metrekare mozaik içinde... Acil yardım gerekti. Bakanlık, üniversiteler, yabancı kurumlar; herkes mozaikleri kurtarmaya kilitlendi."

Bütün eserler bu kadar şanslı olmuyor tabii. Kapadokya'da acil müdahale yapılmadığı için dökülen duvar resimleri, müze depolarında bakımı yapılmadığı için yok olan eserler, Kocamustafapaşa'da bundan 15 yıl önce bulunan Bizans Yazlık Sarayı mozaiği... Sonra ören yerleri ve höyüklerde bulunan ama zamanında restore edilmediği için yok olan mozaikler, eserler...

'TÜRKLER BU İŞİ BECEREMEZ!'

10 yıl devlet memuru olarak görev yapan Celalettin Küçük ve N. Mine Yar, 1997'den bu yana serbest çalışıyor. Şu anda Zeyrek Camii restorasyonuyla meşguller. Dediklerine göre Zeyrek'te 4 bin metrekare kalem işi var. Bisturiyle çalışıyorlar. Tek tek... Ama mutlular. Çünkü eskiden, 2000'lere kadar restorasyon sorumluluğu da kazılar gibi yabancılardaymış. Türkler bu işi beceremez, ancak yabancılar yapabilir denirmiş. Bu düşünceye en güzel cevap Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi ile verilmiş.

Ama genel olarak düşününce yine de yeterli değil. Türkiye'de restorasyon konusunda 4 yıllık eğitim veren üç üniversite var: İstanbul, Ege ve Konya Selçuk. Kocaeli'nde de açılacakmış galiba. İki yıllık bölümler de var ama yine de... Bu kadar çok tarihi eserin olduğu bir ülkede... Uzmanları bulmuşken boşlukları doldurmalarını istiyoruz: İyi restoratör... "Bir; duyarlı olacak, iki; yetenekli olacak. Sanatçı kimliği de lazım ama bir yandan da çok kontrollü olmalı. Ben diyemez. İmzasını atamaz. Çok emek verse bile adını geçiremez."

***

Yurtdışına giden eserler geri dönmüyor

Zeugma Müzesi Mozaikleri'nin restorasyonu bittiğinde, 2003'te, ciddi tartışmalar yaşanmış. Bir grup, Türkiye'de sergileme imkânı bulunmadığı için onları Amerika'ya sergilenmek üzere gönderme taraftarıymış. Diğer grup buna şiddetle karşı çıkmış. "Bütün mozaiklerin, Mars Heykeli dâhil; 6 ay orada, 6 ay burada dünyayı dolaşması demek bir daha geri dönmemeleri demek..." diyen Celalettin Küçük ve N. Mine Yar'a göre öyle bir şey kabul edilseydi bugün bir müzemiz olamazdı. Ayasofya'nın bahçesindeki türbelerin kapısında duran çinilerin de sadece restorasyon için gittiğini ama hâlâ geri dönmediğini hatırlatan ikili; bakanlığın, uyumlu olmayan ülkelere kazılarda izin vermeyeceğini açıklamasından çok memnun. Önce eserlerimiz, sonra kazı izinleri sayesinde pek çok eserin geri döneceğini düşünüyorlar.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 19.11.11

13 Kasım 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Kantin sohbetlerinden sürdürülebilir festivale


Her şey uzun, upuzun kantin sohbetlerinde başlamış. Sohbetlerin derdi: Nasıl yapsak da hep beraber toplumsal dönüşüme katkıda bulunsak, sürdürülebilirlik kavramını gündemde tutsak, insanların dikkatini çeksek, farkındalığını artırsak... Sohbetlerin sonucu: 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'


Herhangi biri, bir film teknisyeni. Adı Jock Brandis. Günün birinde, Mali'de, eskiden sebze meyve yetiştirilen tarlalarda sadece ve sadece pamuk ekildiğini görmüş ve düşünmüş. Bizim taaa ilkokul Hayat Bilgisi derslerinde öğrendiğimiz şeyi: Her sene, her sene pamuk olmaz. Çünkü pamuk topraktaki nitrojeni sömürür. Köylüleri uyarmış ve onlara yer fıstığı ekmelerini önermiş ama ne gam! Bir kere yer fıstığının elle ayıklanması büyük dert. Çaresizce 'Peki tamam' demiş ama bu ayıklama işini çözecek bir makine getireceğine dair de onlara söz vermiş. Aramış taramış ama o küçüklükte bir makine bulamamış. İş başa... Kendi tasarlamış, bir başına. Makine tıkır tıkır işleyince ve bu başarı kulaktan kulağa yayılınca da sadece Mali'de değil, dünyanın her yerinde kullanılmak üzere binlerce makine üretilmiş. Jock Brandis tek başına, toprak için, insanlar için çıkmış yola. Ve hikayesi, Marbn Harbury'nin yönettiği 2002 yapımı 'Yer Fıstıkları' isimli belgesel filme konu olmuş. Filmi görmek, hem de pek yakında, mümkün. Üstelik benzer duyarlılıkların tetiklediği 16 uzun, 15 kısa filmle birlikte... 2, 3 ve 4 Aralık tarihlerinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ile Pera Müzesi Oditoryumu'nda; 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali' kapsamında.

Festivalin hikayesi ise hamilerinden Tuna Özcuhadar'ın ağzından şöyle: "2007'de ODTÜ'de katıldığım Ekoköy Tasarım Eğitimi'nin ardından aldığım ilhamla İTÜ Taşkışla'da, öğrencilerin ekoloji hassasiyetlerini artırmak için, 'Sürdürülebilirlik İçin Taşkışla Toplantıları' adıyla 4 haftalık bir organizasyona öncülük ettim. Ankara'da tanıştığım arkadaşlar da destek verince bir anda sunum yapabilecek 10-12 kişi olduk. Taşkışla'daki bu sunumlardan sonra kantinde uzun uzun sohbet ettik. Nasıl yapsak da hep beraber toplumsal dönüşüme katkıda bulunsak, sürdürülebilirlik kavramını gündemde tutsak, insanların dikkatini çeksek, farkındalığını artırsak diye... Derken kendimizi kolektif olarak adlandırmaya başladık: 'Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'.

Bir de ben aynı günlerde internet üzerinden 20 dakikalık 'Şeylerin Hikayesi' filmini izlemiş ve çok etkilenmiştim. Hatta filmin yapımcısı Annie Leonard'a mesaj atarak onu tebrik etmiştim. Aradan 5 ay geçtikten sonra Annie'den bir toplantı için Türkiye'ye geleceğine ve tanışmaktan mutluluk duyacağına dair mesaj aldım. Onun geldiği tarihlerde İtalyan Kültür Merkezi Sinema Salonu'nda 'Şeylerin Hikayesi'ni gösterip Annie ile bir sohbet düzenlemeye karar verdik ve oldu.

Annie'nin filmi bize sürdürülebilirlik için dönüşümde görselin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Çünkü 20 dakikada çok şey anlatıyordu. Bir arkadaşımızın hadi bir film festivali yapalım demesiyle de hiçbir deneyimimiz olmayan bir alanda buluverdik kendimizi. 2008 Kasım'ında yine İtalyan Kültür Merkezi'nde ilk 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'ni gerçekleştirdik. Bir sonrakini de İsveç'te. Bir anda o kadar çok gönüllü destekçi belirdi ki... Anladık: Ortak bir vizyon çevresinde birbirini hiç görmemiş insanlar bile birlikte çalışabiliyor. Bizim ortak vizyonumuz da sürdürülebilir bir dünya. Şimdi sıra; 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin gezici bir festival haline gelerek Anadolu turuna çıkmasında..."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 13.11.11

8 Kasım 2011 Salı

İstanbul'un bin yıllık mücevher sandığı açıldı

"İstanbul'un 100 Mücevheri ve Sanatçısı" şehrin mücevher geleneğini anlatıyor. Elinden geldiğince... Mücevher ve değerli taş uzmanı Aylin Gözen'in hazırladığı kitapta; İstanbullu sadekârların ürettikleri, uzun süreden beri İstanbul'da sergilenen, şehirle özdeşleşmiş mücevherlere ve mücevher sanatçılarına yer veriliyor. İstanbul'un mücevherleri maddi değerleri kadar hikâyeleriyle de dikkat çekiyor.


İzmir'in Torbalı ilçesindeki Metropolis Antik Kenti kazılarından haber geldi 2009 yılında. Yaklaşık 2500 yıl öncesine tarihlenen bozulmamış bir mezar bulunmuştu ve içinde 25 yaşlarında olduğu tahmin edilen genç bir kadın iskeleti vardı. Etrafındaysa 41 adet koku şişesi, bronz aynalar, bir çift altın küpe, pullar, kemikten ve gümüşten kozmetik kaşıklar... Bundan yaklaşık 9000 yıl önce Konya'nın Çumra ovasında yaşayan Çatalhöyüklülerden de silah ve baltalar değil, incik boncuklar kalmıştı geriye. Hatta kundaktaki bebeklerinin mezarlarında bile bilezikler vardı. Bunu da 5 yıl önce Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi'nde açılan sergide gördük bizzat. Ve anladık: Süs eşyası, takı, mücevher... Vazgeçilmezi insanoğlunun. Her toplum, her ülke, hatta her şehrin kendince bir mücevher kültürü var. İstanbul'unkini öğrenmek şimdi elimizde.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ'nin sırtlandığı İstanbul'un Yüzleri Projesi'nin yeni kitabı 'İstanbul'un 100 Mücevheri ve Sanatçısı' şehrin mücevher geleneğini anlatıyor. Elinden geldiğince... Mücevher ve değerli taş uzmanı Aylin Gözen'in hazırladığı kitapta; İstanbullu sadekârların ürettikleri, uzun süreden beri İstanbul'da sergilenen, şehirle özdeşleşmiş mücevherler ve mücevher sanatçılarına yer veriliyor. Bunlara Bizans ve Osmanlı medeniyetlerine ait değerli ziynet eşyaları, savaşlarda kullanılan zırhlar ve muhtelif eşyalardan oluşan İstanbul'un antika mücevherleri de dahil. İşte onlardan bazıları...

Kaşıkçı Elması


Sultan IV. Mehmed döneminin defterdarı Sarı Mehmed Paşa'nın kaleme aldığı 'Olayların Özü' isimli esere bakılırsa; elmas, 1699 yılında İstanbul'daki Eğrikapı çöplüğünde bulunur. Bulan kişi taşı cam zanneder ve bir kaşıkçıya verir; üç kaşık karşılığında... Onu orada bir kuyumcu görür, on akçeye alır, bir arkadaşına gösterir. Taşın elmas olduğu anlaşılınca arada anlaşmazlık çıkar ve olay kuyumcubaşıya taşınır. Kuyumcubaşı, her iki tarafa da birer kese akçe vererek taşı alır. Dönemin sadrazamı olayı duyar ve taşı almak ister ama o sırada bilgi IV. Mehmed'e ulaşır. Taş saraya gelir, işlenir, 86 karat bir pırlanta olur. Kuyumcubaşıya kapıcıbaşılık rütbesiyle birkaç kese altın verilir.

Yavuz Sultan Selim'in Mührü

Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'nden İstanbul'a dönüşünden sonra yapılan bu mühür, padişahın "Benim altınla doldurduğum hazineyi bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun" şeklindeki vasiyetine uygun olarak Cumhuriyet dönemine kadar kullanılmış. Osmanlı İmparatorluğu'nda, yeni bir padişah başa geçtiğinde ya da hazineye girmek gerektiğinde bu iş kalabalık bir heyet eşliğinde yapılırmış. Hazine kethüdası, hazinenin anahtarını getirerek Yavuz Sultan Selim'in mührünü kontrol eder, bu mühürle kilitlenmiş kapıyı özel bir törenle açarmış. Yüzük şeklinde olan ve halen Topkapı Sarayı'nda bulunan mührün ortasında 'Sultan Selim Şah' ve etrafında karşılıklı olarak 'Tevekkülî alâ hâlikî/ Tevekkülüm beni yaratanadır' yazıyor.

Kevkeb-i Dürri Elması

Son derece dindar olan Sultan I. Ahmed, pek çok Osmanlı padişahı gibi Mekke ve Medine'de önemli onarımlar yaptırmış, Hz. Muhammed'in (sas) kabrine ve Kâbe'ye paha biçilmez hediyeler göndermiştir. Onlardan biri de Kevkeb-i Dürri Elması'dır (İncilerin Yıldızı). Elmas, altın bir diskin ortasında dört sıra halinde düz kesimli elmaslarla çevrili, bombeli bir yuvanın ortasında yer alıyor, 52 karatlık. Son derece sade ve etkileyici bir tasarıma sahip olan altın plaka, Sultan I. Ahmed tarafından yaptırılmış. Mihrap biçimindeki altın plakanın üst kısmında sülüs hatla 'Şefaat ya Resulallah şefaat, Sultan Ahmed bin Mehmed Han' yazısı bulunuyor. Diskin alt kenarındaki yarım şemsenin içinde de 'Sultan Ahmed Han İbn Sultan Mehmed Han sene 1022 (1613)' yazılı. asırlar boyu Medine'de Hazreti Peygamber'in kabrinde asılı olan elmas, I. Dünya Savaşı sırasında Fahreddin Paşa tarafından Medine'den İstanbul'a gönderilen eserler arasında yer alıyor.

Şah İsmail'in Maşrapası

1514'teki Çaldıran Meydan Muharebesi ve Zaferi'nin ardından Yavuz Sultan Selim'in İstanbul'a getirdiği ganimetlerden biri. Herat taşı adı verilen siyah bir taştan oyma tekniğiyle yapılan maşrapanın üzerindeki desenler altın kakma. Boyun etrafında yine altın kakma olarak, hatla 'es-Sultan el-Âdil el-Kâmil el-Hâdi el-Veli Ebu el-Muzaffer Şah İsmail Bahadur Han el-Safevî halledallahû tealâ mülkehu ve sultanehu' yazılı. Ejder şeklindeki gümüş kulpunda ise mine tekniğiyle yapılmış süslemeler var.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 8.11.11

6 Kasım 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Merkez Bankası başkanından sanat dersi


Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, sanatla Merkez Bankası'na geldikten sonra tanışmış. “İlk tanışmam kendi resim sergimizle oldu. Gerçekten çok değerli bir koleksiyon.” diyor ve ekliyor Başçı: “Sanata uzak biri olarak samimiyetle söylüyorum, gönlüm klasik eserlerde. Onları daha çekici buluyorum. Ama zaman içinde modern eserlerdeki sireti/derinliği de fark etmeye başladım.”




Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu'ndan bir seçkiyi ‘Suretin Sireti' başlığıyla ağırlıyor. Küratörlüğünü sanat tarihçisi Zeynep Yasa-Yaman'ın üstlendiği serginin bir sürü büyük iddiası var. Türk sanatının 1950'lerden 2000'lere uzanan serüvenine ışık tutmak, Türkiye'deki modern sanat tarihi yazımına yeniden bakmak ve süreci şeffaflaştırmak gibi... Temelleri 1931'de atılan 800 eserlik bir koleksiyona karşılık 60 yapıtlık bir sergi karşımızdaki. Ne, ne kadar mümkün? Hele şeffaflık? Merkez Bankası yetkilileri, koleksiyona katılan son eserle ilgili hiçbir bilgi vermezken üstelik…

Hâlbuki serginin açılışının gerçekleştiği salı sabahı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ne kadar samimi açıklamalar yaptı: “Sanatla Merkez Bankası'na geldikten sonra tanıştım. … Sanata uzak biri olarak samimiyetle söylüyorum, gönlüm klasik eserlerde. Onları daha çekici buluyorum. Ama zaman içinde modern eserlerdeki sireti/derinliği de fark etmeye başladım.”

MEHMET GÜLERYÜZ'E BERNANKE YORUMU

Bir de anekdot anlattı o sabah Başçı: “Sanat koleksiyonumuz yerelden evrensele bir katkı yapmak durumunda. Bu niyetle koleksiyonumuzun alt kümelerini –seçki diyorsunuz siz onlara galiba– yurtdışında sergilemeye başladık. 2007'de Washington'daydık. Amerika Merkez Bankası'nın toplantılarının yapıldığı binada. Modern ve klasik eserlerimiz bir arada. Hatta modern eserler zemin katta, klasikler merdivenlerde. İtiraf etmeliyim: Klasiklerimiz harika modern eserlerimiz pek karamsar. Neyse, Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben S. Bernanke ve eşi sergiyi gezerken Mehmet Güleryüz'ün 1989 tarihli ‘Martı' isimli eserinin başında durdu. Hemen yanlarına gidip açıkladım: 'Bu eser yapıldığı dönemin, yani 1989'un haleti ruhiyesini taşıyor. Türkiye'de iki şey vardı o sırada. Bir, enflasyon yüksek ve dalgalıydı; iki, kambiyo serbestti ve dış ticaret yasası vardı. Sanatçı bunlardan etkilenmiş olmalı.' Bernanke'nin cevabı: ‘Herhalde enflasyondan etkilenmiştir.”

PARA ÜZERİNDEKİ SANAT ETKİSİ

Yerelden evrensele meselesinin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için bir başka örnek daha verdi Başçı. Baştan alırsak: Merkez Bankası yöneticileri; yeni paraları, yani E9 serisini yaparken düşünmüş: Gençleri sanatçı ve bilim insanı olmaya nasıl teşvik edebiliriz diye… Paranın üzerine basılacak resimlerin -bir ihtimal- katkısı olur demişler ve alternatif fikirler havada uçuşmuş: Türkiye'nin çiçekleri, Türkiye'nin el sanatları, Türkiye'nin bilim ve sanat insanları… Son öneri tereddütsüz kabul edilmiş.

Gayet basit: Bir genç paranın üzerine bakar, merak eder ve sorarsa; karşısındaki büyük de ‘o bir bilim/sanat insanı' diye açıklarsa… Genç, günün birinde benim resmim de paranın üzerine basılabilir hevesiyle… Çok çalışabilir. Seriyi oluşturmaksa, Başçı'ya göre, o kadar da basit değil: “Seriyi hazırlarken çeşitli kriterler koyduk. Seçtiğimiz isim tartışmalı olmasın, siyasi görüşleriyle öne çıkmasın, hayatta olmasın, yerelden evrensele bir katkısı bulunsun gibi… Sonunda elimizde iki elin parmağı kadar isim kaldı. Biz de yıl sırasına göre dizdik onları.”

1 Ocak 2009'dan beri kullandığımız paraların üzerinde/arka yüzlerinde o isimler var işte. 5 TL'nin arka yüzünde bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı'nın resmi ki kendisi bizzat Atatürk tarafından mülakata tabi tutulup yurtdışına gönderilmiş. 10 TL'nin arka yüzünde matematikçi Ord. Prof. Dr. Cahit Arf var ki kendisi matematiğe Arf Halkaları'nı armağan etmiş. 20 TL'nin arka yüzünde Mimar Kemaleddin Bey'in resmi. O da Türkiye Mimarlar Odası'nı kurmuş olması yanı sıra pek çok önemli eserin mimarı, örneğin Ankara'daki Küçük Tiyatro'nun… 50 TL'nin arka yüzünde edebiyatçı ve felsefeci Fatma Aliye Hanım. Dünyanın, ama özellikle İslam dünyasının ilk kadın hakları savunucularından biri; ayrıca ilk Türk kadın romancımız. 100 TL'nin arka yüzünde bestekar Itri, 200 TL'nin arka yüzünde ise Yunus Emre var ki onları hepimiz tanıyoruz zaten. j.karahan@zaman.com.tr

***

KOLEKSİYONUN HİKÂYESİ

3 Ekim 1931 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın sanat koleksiyonunun temelini, S. Süreyya Bükey ve Jean Axel Weinberg'in çekip boyayla müdahale ettiği Atatürk fotoğrafları oluşturuyor. Bankanın mekânlarında kullanılmak üzere satın alınan bu fotoğrafları; Halkevleri, Güzel Sanatlar Birliği, Devlet Resim ve Heykel sergilerinden alınan eserler izliyor. Ankara Atatürk Kültür Merkezi'nde 12 Ocak-12 Şubat 1994 tarihleri arasında gerçekleşen ve 41 sanatçının 111 yapıtının yer aldığı ‘1950-2000' isimli sergi sayesinde ilk kez kamuyla paylaşılan koleksiyonda 800 kadar eser olduğu tahmin ediliyor. 2008'de Lefkoşa ve Frankfurt, 2009'da Lüksemburg, 2010'da Madrid ve Üsküp, 2011'de Şili ve Saraybosna'da sergilenen koleksiyonun 2012'de Hollanda, 2014'te de Polonya'ya gitmesi planlanıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 06.11.11

2 Kasım 2011 Çarşamba

Bir modern-çağdaş tartışması daha geliyor

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu'ndan bir seçkiyi 'Suretin Sireti' başlıklı bir sergide ağırlıyor. Küratörlüğünü sanat tarihçisi Zeynep Yasa-Yaman'ın üstlendiği sergi, Türk sanatının 1950'lerden 2000'lere uzanan serüvenine ışık tutma iddiasında. Ve bu iddia modernizm çatısı altında...

Sergi, ismini varlığın görünen, beş duyuyla algılanan yönüne karşılık gelen 'suret' kelimesinin yanı sıra kişinin görülmeyen, ancak duyularla sezilebilen yani suretten öte tarafını tanımlayan 'siret' sözcüğünden alıyor. Çok da iyi yapıyor. Çünkü karşımızda 1931'de oluşturulmaya başlanan 800 eserlik bir koleksiyona karşılık 60 yapıtlık bir sergi var. Suretten siret çıkarmak durumundayız. Bu kaygımızı "Koleksiyonun göremediğimiz kısmını, görebildiğimiz kısmından çıkarabilir miyiz sizce?" sorusu vesilesiyle Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü M. Özalp Birol'a iletiyoruz. "Nasıl baktığınıza bağlı. 'Suretin Sireti' başlığı görünenin arkasındakini keşfetme yönünde yönlendiriyor aslında sizi. Öte yandan bu, çok büyük bir koleksiyon. Belli bir bakışla ifade etmek durumundayız. Biz Merkez Bankası koleksiyonu üzerinden Türk sanatının 1950'lerden günümüze olan macerasına ışık tutmayı tercih ettik. Nitelikli bir koleksiyon üzerinden o döneme bir ziyaret, bir göz atış, bir hafıza tazeleme, bir şeffaflaştırma sunmaya niyetlendik." oluyor cevabı. Zeynep Yasa-Yaman da benzer cümlelerle tanımlıyor sergiyi: "Bu, yeniden düşünme ve şeffaflığı hedefleyen bir sergi. Türk modern sanatına ilişkin arkeolojik bir kazı, sınırlı da olsa..."

Serginin bir başka yönü daha var. O da modern ve çağdaş sanat tartışmaları ile sanat tarihi yazımını belirleyen görüşlerin bir koleksiyon sergisi üzerinden yeniden düşünülmesi. Belli dönemleri önemsemek ya da eleştirmekten ziyade süreci şeffaflaştırarak üstelik. Ama aslında çok da mümkün görünmüyor bu. Çünkü "Merkez Bankası Koleksiyonu en son ne zaman, hangi eseri aldı?" gibi basit bir sorunun cevabı bile yok. Daha doğrusu verilmiyor. Kimse tarafından...

'SANATÇILAR KENDİ TARİHLERİNİ YAZMIŞLAR'

Yaman bambaşka bir noktaya çekiyor dikkatimizi: Modern sanat tarihi yazımının sorunlarına... "Modernizmin kolektif belleğine bu coğrafyadaki sanatçılar neler ekledi?" diye soruyor ve ekliyor hatta: "Sınırlı sayıda yayın var, yazarların çoğu sanatçılar, yani sanatçılar kendi tarihlerini yazmışlar. Ama acaba görünenin arkasında neler var?"

Burada da; Erol Akyavaş, Devrim Erbil, Serhat Kiraz, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Zeki Faik İzer, Yüksel Arslan, Ömer Uluç, Adnan Çoker, Burhan Doğançay ve Ergin İnan gibi isimlerin yer aldığı ve 1949 tarihli tek bir eserin bile bulunmadığı bir sergi için modernizm çatısını uygun görme sorunu çıkıyor karşımıza. "Sergideki bir sanatçı ben modern değil, çağdaş bir sanatçıyım." derse ne olacak diyoruz Yaman'a... Cevabı, "Olabilir, diyebilir. Ama modernle bir şekilde ilişkidedir, en azından meselesi modernledir." oluyor.

Pera Müzesi'nin iki katına yerleşen 'Suretin Sireti' bugün ziyarete açılıyor. Pek çok önemli eserin yer aldığı sergi, aralık sonuna dek açık kalacak ve bakalım hangi tartışmalara çanak tutacak?

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 02.11.11

1 Kasım 2011 Salı

SÖYLEŞİ: GONCA ÖZMEN

Şiir düşlemektir de... Düşten bir adamdır da...

İlk şiir kitabı 'Kuytumda'yı anlatıyor Gonca Özmen: "Elimde kitap. Öyle korkak ve ürkeğim ki... Ödül töreni oldu, dizlerim titredi, dilim tutuldu. Naiflik; hem şiirlerim hem benim için kilit sözcük. Editör falan yok. Kimse yok. Sorup gösterecek insan bile... Okuyorum akrabalara; bir tek yengem aferin diyor: "Aferin, aferin... Çok güzel olmuş." O da zaten öylesine, laf olsun diye...

Daha çok 'Belki Sessiz'le tanıdığımız şair Gonca Özmen'in 13 - 18 yaş aralığında, memleketi Burdur'da yazdığı şiirleri çok eskiden, 2000 yılında, Hera Yayınları'ndan çıkmıştı aslında. 2000, Özmen için milattı bir anlamda. Yaşı 18 olmuş, üniversiteyi kazanıp İstanbul'a gelmiş, ilk şiir kitabı yayımlanmış, ilk ödüllerini almıştı. O kitap, 'Kuytumda', uzun zamandır yoktu ortalarda. Daha yenice, iki ay kadar önce, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Tam o günlerde yolda, Ordu'daki bir etkinlik dönüşünde, karşılaştık Özmen'le. Otobüste koltukları yan yana düşürünce kayıt cihazı için, "Peki, peki; aç..." dedi ve başladık.

Epey gezgin bir şair misiniz?

Etkinliklere katılmaya çalışıyorum, evet. Okurla doğrudan bir bağ kurulabiliyor. Önemli bu. Çünkü şiir okurunu bekler, onu bulunca yaşamaya başlar, çoğalır. Şiirinki öyle bir hayat. Şair tarafından yazıldığında değil, okur tarafından okunup içselleştirildiğinde başlıyor yaşamaya. Bir de edebiyatın zalim bir tarafı var. Yazdığını bir boşluğa fırlatıyorsun. O nereye gidiyor, kimin eline geçiyor, çöpe mi atılıyor, başucuna mı konuyor; o macerayı hiç bilmiyorsun. Bilmek bazen mutlu ediyor insanı. Ses verenler de oluyor o boşluktan.

'Kuytumda'yı 11 yıl sonra gözden geçirerek yeniden yayımladınız. Gözden geçirme, orasını burasını düzeltme bir ihanet değil mi geçmişe?

Sadece iki şiiri çıkardım kitaptan. Bir kitap oluşturmak için yazılmamıştı bu şiirlerin hiçbiri. O iki şiir de bütüne tamamen aykırı idi. Gözden geçirerek yayımlamak, geçmişe bir ihanet değil kesinlikle. Unutulmuş bir noktanın koyulması, bir küçük harfin büyütülmesi, sarkan bir dizenin atılması gibi küçük değişikliklerden ibaret... 'Kuytumda', Türk şiirinin çıtasını yükseltecek çok iyi şiirlerin toplandığı, çok iddialı bir kitap değil. Burdur'da, taşrada yaşayan bir insanın, küçücük bir kızın, 13 ile 18 yaş aralığında yazdığı şiirlerden oluşuyor. İlk şiirim 1997'de Varlık Dergisi'nde yayımlanmıştı, o zaman 15 yaşındaydım. Burdur ve doğa, yanı sıra çocukluk... O çocuk dönemin kusurları var kitapta. Bu kitabı yeniden basmanın anlamı biraz da şu: Ben buradan doğdum, bu sözcüklerle başladım, bunlar benim ilk adımlarım demek. Çocuk sözcüklerim, çocuk aşklarım, çocuk özlemlerim, çocuk yalnızlığım... Şiirlerde hep ötekine değme ihtiyacı, biriyle konuşma isteği, bir şeyler paylaşma arayışı, uzağa bir özlem var. Onu, o uzağı anlatma telaşı var.

Burdur'un uzağını mı?

Bir tek Burdur'un da değil. İnsanın, kentin, ülkenin, sözcüklerin uzağını. "Uzağın yakıcı güzelliğinde" beklenen bir ses... Bir çatırtı... Bir patlama... Bir yeniliğin olmasını, bir başka şiiri, bir başka şairi bekleyen biri. 'Düş Adam' diye uydurduğum biri vardı mesela. Ona sevdiğim özellikler yüklemiştim. Bu durumda şöyle derdi 'Düş Adam', böyle düşünürdü filan deyip yalnızlığımı hafifletmeye çalışıyordum. Şiir düşlemektir de. Düşten bir adamdır da... Benim şiirimin temel derdi de bu aslında: Konuşmak, anlatmak, ötekine değmek... Bak burada önemli bir şey var, ben böyle düşündüm, bunları düşledim, bunları yazdım, bunları istedim, bunlar olsun diye bekledim demek... Kendimde olanı aktarmak... Üçüncü ya da dördüncü kitapta neler olacak, şiirler nerelere gidecek, bende neler birikecek bilmiyorum. Bakalım...

Çok büyük değişiklikler olacak mı acaba?

'Kuytumda' ile 'Belki Sessiz' arasında çok uzun bir süre, 8 yıl vardı. İki kitapta benzerlikler olduğu gibi ciddi farklar da var. Hem dilde, hem söylem biçiminde, hem de temalarda. Üçüncü kitapta ise daha keskin ayrımlar olacak sanırım. Mesela tekerlemeler üzerinde çalışıyorum bir süredir. Mehmet ve Mustafa gibi isimler üzerine yazdım. Sesi odağa alan şiirler... Bazı kavramlar üzerinde daha çok odaklandım: Devlet, erk, erkek ve iktidar gibi... Bu değişim normal. Kaçınılmaz. Zamanla her şey değişiyor. İnsan her gün hem eski hem yeni biri. Her gün yeni bir şiirle karşılaşıyorsun, yeni bir filmle, yeni bir görüntüyle... Enver Ercan'ın bir kitabının adı gibi, 'Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman'. İnsanı da, sözcükleri de, şiirleri de öpüyor zaman. Ayrıca dünya giderek daha da vahşileşiyor. Bu da ucundan kıyısından yansıyor yazdıklarınıza. Bazen bir itiraz olarak. Bazen bir sessizlik. Büzülerek ya da hırçınlaşarak. Bunu süreç belirliyor. Hem kimindi o söz, "yol, yürüyüş öğretir."?


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 01.11.11