1 Aralık 2008 Pazartesi

Urfa’da bir paylaşım sergisi

Urfa’da açılan ‘Kesit (Günümüz sanatından bir kesit)’ başlıklı serginin Anadolu’ya yardım götürmek gibi bir niyeti yok. Küratörü Fatih Balcı’nın da dediği gibi ‘Kesit’, sanatçıların üretimlerini paylaştıkları bir sergi sadece.

Urfa’da bir güncel sanat sergisi açıldı. Adı ‘Kesit’. Günümüz sanatından bir kesit mânasında... Eskiden kilise olan Kemalettin Gazezoğlu Kültür Sanat Merkezi’nde 13 Aralık’a dek sürecek serginin küratörü, sanatçı Fatih Balcı. Video yerleştirmelerin ağırlıklı olduğu serginin sanatçıları ise Denizhan Özer, Francois Daireaux, Gül Ilgaz, Güler Güngör, Johanne Helard, Maria Sezer, Şinasi Güneş ve Fatih Balcı. Şanlıurfa Valiliği ve Şanlıurfa Kültür Sanat Vakfı’nın desteklediği sergiyi küratörü anlattı.

Neden Urfa’da bir sergi?


Özellikle Urfa’da bir sergi açalım diye uğraşmadık. Heykeltraş Güler Güngör’ün tasarısı olarak başladı her şey. Güler Urfalı ve doğduğu topraklara elindekileri vermek isteyen biri. Bir sanatçı için elindekiler, üretimleri demek. Bu paylaşım genişledi ve biz de kendimizde birikenleri buraya getirdik. Bir dönem İstanbul’dan Adana’ya ‘Erzak’ diye bir sergi gitmişti. Bizimki kesinlikle öyle bir şey değil. Biz yardım falan getirmedik. Bu bir paylaşım sergisi.

Neden güncel sanat?


Bunun bir güncel sanat sergisi olduğu konusu tartışmalı aslında. Güncel sanat denen özgül sanatsal çerçeve, meseleleleri soğukkanlı bir hesaplamayla ele alan ve dışarıdan çalışan bir sanatsal tarz. Urfa’ya gelen sanatçı arkadaşlarımızın çalışmaları bu çerçeveye uyan kısımlar içerse de, uymayan kısımlar da içeriyor. Daha çok içeriden; duyan, hisseden, özdeşleşen işler var sergide. Ama eğer elimizdekiler güncel sanat diye nitelenen çerçeveye çok yakın görünüyorsa, öyle olsun. Bizim üretimlerimiz bunlardan ibaret.

Sergi tek atışlık mı; yoksa gelenekselleşme niyetinde mi?


Bu bir ilk sergi. Eğer herkes memnun kalırsa önümüzdeki yıllarda daha geniş katılımlı bir ikincisini yapmayı düşünüyoruz.

Sergi nasıl oluştu? Yani sanatçılar belirlendi ve Urfa için bir şeyler mi tasarlandı? Yoksa söylemek istediklerinize uygun iş ve sanatçıları Urfa’ya davet mi ettiniz?


Sergi, günümüz sanatının genel bir görünümünü Urfa’ya taşımak istedi. Sanatçılar bu çeşitliliği yansıtacak şekilde belirlendi. Çeşitlilik dediğimiz, günümüz sanatının uğraş ve ilgileriyle alâkalı. Bildik ve zaten tanınmış olan şeylerden çok, bugüne ait teknik yöntem ve konulara ilişkin bir kesit bu. Ama bu konuda biraz mahçubum. Çünkü Türkiye’de bir çok sergi, daha önce üretilmiş işlerin biraraya getirilmesi ve çevredeki sanatçıların çağırılmasıyla kotarılır. Kavrama ilişkin çalışma görmek oldukça güçtür. Yeni çalışmalar görmek daha da güç... Bunu bir mazeret olarak söylemek istemiyorum ama, bir ilk sergi olarak doğrudan şehirle ilgili bir kavram seçmedik. Eğer olursa, önümüzdeki yıllarda inşallah.

Diyarbakır’da yaşamış, Çanakkale’de yaşamaya devam eden bir sanatçı olarak Anadolu’da güncel sanata verilen tepkiyi nasıl gözlemliyorsunuz?


Diyarbakır’da hiç bir şeyin olmadığı, yaprak kımıldamayan dönemlerin ardından Diyarbakır Sanat Merkezi’nin açılışına tanık oldum. İlgi görülmeye değerdi. Panel ve sergiler büyük bir çoşkuyla karşılandı. İstanbul’da bir çok panelde, panelist sayısı kadar izleyici bulunmadığı düşünülürse, bu oldukça anlamlı. Anadolu’da sanata olan ilgi, metropollerdeki tepkiden daha fazla. Bunun; metropollerdeki fazla sayıda etkinlik, ulaşım güçlüğü, hayatın yıpratıcılığı, etkinliklerin niteliğinin sorgulanabilir olması gibi nedenleri var kuşkusuz. Buna karşın Anadolu; bir şeylerleri değiştirmek, kendi içinde bulunduğu tekdüzeliği aşmak, dünyada olan bitenle daha çok bütünleşmek ve çağdaş dünyanın üretimlerinden daha çok pay almak isteyen kitlelerle dolu.

‘Anadolu’da bir şeyler yapalım’, ‘Sanat orada da var’ ya da ‘Sanatı oralara da götürelim’ gibi pek çok söylem var. Bu yönelişin sebebi ne?


Bu, aslında İstanbul gibi şehirlerin kendilerine buldukları bir çıkış. Büyük şehirlerde sanat ve sanatçı her anlamda sıkıştı. Sanat çevresi, hem üretim hem de tüketim açısından bir darboğazda. Sanat, kendi yerini ve işlevini büyük şehirlerde bulamıyor artık. Sanatçı; ne yapacağını bilmediği gibi, yaptığı şeyin etkisi ve inandırıcılığının zayıfladığının da farkında. Bu anlamda Anadolu, sanat çevresi için yeni bir enerji. Sanatçı; bir yandan Anadolu’da edindiği yerel malzemeyle uluslararası arenada kendine yer bulurken, diğer yandan kendini hâla bir şeyleri değiştiren bir özne olarak görebiliyor burada.

Peki, oradan İstanbul nasıl görünüyor?


İlk ve ağır basan yan, İstanbul’un bir arzu nesnesi olması. İstanbul kökenli sanatçı ve etkinlikler, ulaşılmaya çalışılan hayatın bir parçası olarak görülüyor. Bu yüzden İstanbul’dan gelen her şeye dikkat kesiliniyor. Diğer taraftan İstanbul, bir kuşku nesnesi. ‘Niye gelmişler ki’ diye bir kuşku gelişebiliyor. Sizin de merak ettiğiniz gibi ‘niye Urfa, niye bu çalışmalar?’

Niye Urfa, niye bu çalışmalar? Herkes sanatı sevsin diye mi?


Elbette sanatın sevilip yayılmasını isteyen pek çok samimi sanatçı var. Ama o kadar basit bir duyguyla hareket edildiğini sanmıyorum. Her sanatçı, doğası gereği, yaptığı çalışmaların kendisine dönmesini ve kendi ‘mitolojisini’ kurmasını ister. Şu an için durum, ekonomik rantın çok uzağında. Buradan paralar kazanıldığı düşünülmesin. Ama sanatsal bir rant ve getiri var. Zaten Türkiye’de, sanatsal alandaki gerilimin nedeni; ekonomik çatışmadan çok alana ilişkin iktidar talebinde yatar.

Sergi, genel anlamda günümüz sanatından bir kesit sunuyor. Peki, özel olarak demek istenen bir şey de var mı?


Sergi, aslında tüm bu konuştuklarımıza ilişkin bir şey demek istiyor. Günümüzün sanatsal panoraması nedir? Günümüz sanatı nelerle uğraşır? Sanaçılar ne kadar yerelden, bizden ve sizden konuşabilir; içtenlik ve duyarlılıklarını nasıl sürdürebilir? Sanatçı, içinde devindiği zaman ve mekânla nasıl ilişki kurabilir? Bir sır vermek gerekirse, serginin ana başlığını ‘Kesit’le birlikte ‘Gereksiz bir sergi’ koyacaktım ben. Çağdaş bir serginin günümüzde ne kadar çalışacağını merak ettiğim için... Gerekli mi gerçekten? Sonra vazgeçtim. Bence, Urfa’da metropollerden daha çok çalışıyor bu arada. Bir de ‘Gereksiz bir sergi’yi ileride yapacağım, patenti bana aittir, kimse yapmaya kalkmasın!

Sanatla uğraşan, ekmeğini dolaylı da olsa sanattan yiyen birinin bu lafı etmesi abesle iştigal değil mi?


‘Gereksiz bir sergi’ lafı, söylediğiniz gibi ilk bakışta biraz abesle iştigal. Zaten bu yüzden Urfa’daki serginin başlığı olamadı. Gereksiz bir sergi yapmak gibi bir niyetimiz yok elbette. Tam tersi, çok gerekli bir şey yapmak istiyoruz. Sorun şu: Gerekli bir şey yapılabilir mi? Günümüz sanatçısı, yaptığı şeyin, muhatabı olup olmadığından emin değil. Bu, daha önceleri ‘Sanat, bilim gibi bir etkinliktir ve dar bir çevrenin izlemesi içindir’ gibi bir söylemle aşılıyordu. Ama bugün bu da yeterli değil. Günümüz sanatçısına, kendiliğinden ve boşlukta çalışır gibi bir duygu eşlik ediyor. Gereklilik ve gereksizliği anlama çabası aslında bu. Olumlu bir cevap bulma çabası... Umarım, gerekli olduğunu görürüz.


Jülide Karahan

Milliyet Sanat/Aralık

...

9 Kasım 2008 Pazar

ÖZEL MÜZELERİN MASUM TARİHİ

Geçen iki ay boyunca en çok konuşup tartıştığımız müze, Orhan Pamuk’un kuracağı Masumiyet Müzesi’ydi. Bir roman kahramanı olan Kemal Basmacı’nın vasiyetiyle, önümüzdeki yıl Çukurcuma’da açılacak müzenin kendisini değilse de hayalini hepimiz gezdik neredeyse. Kemal’in yıllar yılı sırf Füsun’u hatırlattığı için biriktirdiği öteberinin sergileneceği Masumiyet Müzesi, magenta pembesi bir aşkın hatırasını tüm ağırlığıyla taşıyacak üzerinde. Üstelik müzenin bekçisi, Kemal Bey’in vasiyeti gereğince, çiklet çiğneyenlere ve öpüşenlere hiç kızmayacak.

Gerçek hayattaki müzelerdeyse öyle şeyler yapmak hâla yasak. Ama zaten müze ziyaretlerimizin sebebi, Orhan Pamuk’un geçliğinde yaptığı ve ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’de ballandıra ballandıra anlattığı gibi, sevgilimizle kuytu köşelere çekilmek değil. Tekrar tekrar gidiyoruz; çünkü her defasında heyecanlanacak başka bir şey buluyoruz.

Eskiden böyle değildi. Müze deyince, tarihin ağırlığı altında ezilen tozlu binalar gelirdi aklımıza. Ne zaman müzeler haftası gelse ve sınıfça filanca müze gezmeye gidilse, bunu okuldan kaytarmanın bir vesilesi olarak benimser; o sebeple ‘oleyy’ derdik. O zamanlar ya biz çok küçük ve haylazdık, ya da müzecilik başka türlüydü. Ama galiba müzecilik başka türlüydü. Çünkü bugün de küçük ve haylaz olan çocuklar içten ‘oleyy’lerle gidiyor müzelere. Hatta tatil günlerinde kendi istekleriyle... Gerçekten değişik bir şeyler oluyor galiba. Atalarımızın dediği gibi, çocuktan al haberi.

TOZLU TARİH VE SU FATURASI

Gerçek hayatın yetişkin kahramanlarına döner ve onların neden müze kurduklarına bakarsak, gerçeğin kurgudan öyle pek de uzak olmadığını görürüz. Tarihteki ilk müzeler, Tanrı ve Tanrıçalara armağan edilen nesnelerin biriktirilmesiyle oluşmuşlar. Sonra sonra Atina, İskenderiye ve Roma gibi kentlerde yaşayan zenginler, tıpkı Kemal gibi, değerli buldukları eşyaları biriktirerek koleksiyonculuğa başlamışlar.

Bugünkü müzeciliğin temeli ise Rönesans döneminde, Floransa’da yaşayan Medici ailesinin çok sayıda sanat eseri alıp biriktirmesiyle atılmış. Bildiğimiz anlamda Avrupa’da açılan ilk müze Louvre (1793) olurken; ilk Türk Müzesi Osman Hamdi Bey’in 1891’de kurduğu bugünkü adıyla İstanbul Arkeoloji Müzesi. Türkiye’nin ilk plastik sanatlar müzesi ise 1937’de kurulan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi. Orhan Pamuk’un gençliğinde epey ziyaret ettiği bu müze, bir başka müzemiz İstanbul Modern’e sadece 1 kilometre uzaklıkta. Birinin sinek avlayıp, diğerinin dolup dolup taşması; birinin devlet, diğerinin vakıf müzesi olmasından. Yoksa koleksiyonsa koleksiyon...

Sözü dolandırıp uzatmaya lüzum yok. 32 yıl kamuda çalıştıktan sonra Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğünü üstlenen Dr. Nazan Ölçer’in şu sözleri yeterli: “Türk İslam Eserleri Müzesi Müdürüyken faturayı ödeyemediğimiz için sularımızın kesildiğini hatırlıyorum. Bakanlık kaç para yollarsa ancak onu harcayabilirdik ve ödeneklerimiz asla yetmezdi. Her şey gecikirdi. Şimdi ampul param, elektrik ve su faturam ne olacak diye düşünmüyorum. Çok iyi yetişmiş, hakikaten bu işi yapmak isteyen insanlarla çalışıyorum. Daha ne isteyebilirim. Başarılı olmak zorundayım.” [i] Başarılı da... Londra’ya giden her turist nasıl Tate Modern’i, İspanya ’ya giden de Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’ni görmeden dönmüyorsa; İstanbul’un görülmeden dönülmeyecek müzelerinden biri de Sakıp Sabancı Müzesi.

2002 yılında açılan Sabancı Müzesi, Türkiye’de işadamları koleksiyonlarının kurumsallaştığı ilk müzelerden biri. Emirgan Atlı Köşk’teki müze, daimi koleksiyonundan ziyade, geçici sergileriyle adını duyurdu gerçi. 24 Kasım 2005 – 26 Mart 2006 tarihlerinde gerçekleşen ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi, 4 ay gibi kısa bir sürede 254 bin kişi tarafından ziyaret edildi. Sergi boyunca müzenin kapısından kuyruk eksik olmadığı gibi sahil trafiği kilitlendi; Erzurum ve Ankara gibi uzak şehirlerden otobüsler kiralandı.

Picasso’nun masmavi afişlerini daha unutamamışken; bir sabah uyandık ki ne görelim... Şehrin her tarafı kırmızıya kesmiş. Neymiş, kırmızı Salvador Dali’ye en çok yakışan renkmiş. 20 Eylül 2008’de açılan ‘İstanbul’da Bir Sürrealist, Salvador Dali’ sergisinin sponsoru Akbank’ın kurumsal renginin de kırmızı olduğunu hatırlatalım ve hasılata bakalım: Sergiyi ilk beş günde toplam 8 bin 132 kişi gezmiş. Picasso’nun ilk beş gününde ziyaretçi sayısı 6 bin 507 kişiydi. Olası ziyaretçi sayısını doğru orantıyla hesap etmek sizden; sergideki ‘Aşk Duygusunu İfade Eden İki Parça Ekmek’ tablosunu görmenizi önermek bizden.

REKABETE DOĞRU...

Türkiye’nin ilk özel müzesi, 1980’de Sarıyer’deki Azeryan Yalısı’nda açılan Sadberk Hanım Müzesi. Sadberk Koç’un hayatı boyunca topladığı işleme, porselen, gümüş ve Osmanlı kıyafetlerinden oluşan koleksiyon; 3 bin 500 parçadan 18 bine ulaşmış durumda. Koç Vakfı’nın desteğiyle açılan müzenin taşınacağı söylentileri de doğrulandı geçenlerde. Ömer Koç; 2010’a kadar, Rahmi Koç Sanayi Müzesi’nin yakınlarında geniş bir alanda, bir çağdaş sanat müzesi açacak ve Sadberk Hanım Müzesi’ni oraya taşıyacakmış. Dedikodu bu ya, müzenin cafesini de Borsa işletecekmiş. [ii]

Yani, müzelerarası rekabet iyice kızışacak... Bu tatlı rekabet aslında, 11 Aralık 2004’te İstanbul Modern’in açılmasıyla çoktan başlamıştı. Müzenin; 2004’ün son günlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakerelerinin başlamasına 6 gün kala, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın baskısıyla, alelacele açıldığını uzun uzun anlatmaya lüzum yok. İstanbul Modern’in girişinde asılı duran Erdoğan, Chirac, Blair ve Shröder’in tebrik mektupları her şeyi hatırlatıyor zira. Geride bıraktığı 3.5 yılda 30 kadar sergi düzenleyen müze, siyasetçileri neredeyse bir mıknatıs gibi çekiyor nedense. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, Avusturya Prensi Hubertus Von Hohenlohe, Hollanda Kraliçesi Beatrix, Prens Willem Alexander ile eşi Prenses Maxima, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ve eşi Esma Esad siyasetçi ziyaretçilerden sadece bazıları...

İstanbul Modern’in açılmasıyla başlayan müzelerarası zarif rekabet, Osman Hamdi Bey’in ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ tablosunun Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından satın alınmasıyla iyice alenileşti. Açık artırmada Eczacıbaşı ile kıran kırana bir rekabet yaşayan vakıf; tabloyu, 2005 Haziran’ında açacağı Pera Müzesi’nde sergilemek üzere tam 5 trilyon liraya satın aldı. Tablonun fiyatı müzayede sırasında 42 kez artırıldı.[iii] Zihnimize Kaplumbağa Terbiyecisi’ni alan müze olarak yerleşen Pera, böylece, bir sanat mabedi olacağının sinyallerini verdi. Beş ayrı kat ve bir o kadar ayrı sergiye sahip olan müze, şu günlerde ipekliler arasında ve baharat kokmakta. Anlatılacak gibi değil... Dokunmaya izin olmasa da gidip görmeli ve koklamalısınız.

İstanbul’un özel müzeleri say say bitmeyecek duruma gelmiş. Kendini Türkiye’deki ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine adayan Rahmi Koç Müzesi, çok tartışılan ‘Modern ve Ötesi’ başlıklı sergiyle açılan Santralistanbul, 2005’ten beri Elgiz Koleksiyonunu sergileyen Proje 4L Elgiz Güncel Sanat Müzesi ve Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi diğer önemli özel müzelerimizden. Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesine bakacak olursak lokomotiften zeytinyağına 110 özel müze var ülkemizde. Ama, gerçekte bu sayı çok daha fazla olmalı. Çünkü mesela listede İstanbul Modern yok. Müzenin neden Kültür Bakanlığı resmi sitesinde yer almadığını müze yetkililerine sorduk ama o derse girmediklerinden boş kağıt verdiler.

ÖZEL MÜZE AÇMAK

Önümüzdeki yıllarda; ülkemizde büyük bir deprem, politik çalkantı ya da ekonomik kriz yaşanmazsa, kişisel koleksiyonların sergileneceği pek çok özel müze açılacağa benziyor. Özel müzelerin nasıl açıldığına gelince, Türkiye’de müzelerle ilgili üç önemli mevzuat var. ‘Milletlerarası Müzeler Konseyi (İCOM) Türkiye Milli Komitesi Yönetmeliği’, ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ ve ‘Özel Müzeler ve Denetimleri Hakkında Yönetmelik’.

Bakanlığın sitesinde yapılan açıklamaya göre; özel müze kurma isteğini konu alan başvurular, 2863 sayılı Kanun ve buna bağlı ‘Özel Müzeler ve Denetimleri Hakkında Yönetmelik’ hükümleri doğrultusunda inceleniyor. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü M. Özalp Birol, müze kurmak isteyen kişi ve kurumların, Kanunun 26. maddesine özellikle dikkat emelerini salık veriyor. ‘Müze, özel müze ve koleksiyonculuk’ başlığı altındaki 26. madde özetle şöyle: ... Gerçek ve tüzel kişilerce kurulacak müzeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izin belgesinde belirlenen konu alanlarına inhisar etmek şartıyla, taşınır kültür varlığı bulundurup teşhir edebilirler. Bu müzeler, taşınır kültür varlıklarının korunması hususunda Devlet müzeleri statüsündedirler. ... Koleksiyoncular, ilgili müzeye tescil ettirerek, koleksiyonlarındaki her türlü eseri on beş gün önce Kültür ve Turizm Bakanlığına haber vermek şartı ile kendi aralarında değiştirebilir veya satabilirler. Satın almada öncelik, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na aittir.”

Yani, kendi özel koleksiyonunun devlet eliyle ‘korunup kollanmasından’ çekinmeyenler, gönül rahatlığıyla özel müze açabilirler.

HER ŞEYİN DEĞİŞTİĞİ AN

Müze kurmak hem çok meşakkatli, hem de ülkede bir sürü özel müze var. Demek ki işin içine çocuklardan alamayacağımız haberler girdi. İlk özel müzemizin açıldığı 1980’e kadar ‘tık’ yoktu da sonra ne oldu da birdenbire herkes inanılmaz paralar yatırarak müze açmaya başladı? Her şeyin değiştiği belli bir tarih var mı? Dünya sanat piyasasında var, evet. 15 Ekim 1958.

O akşam, Londra’daki Sotheby’s müzayede salonunda, sadece 7 tablo açık arttırmaya çıkar. İki Cezanne, bir Van Gogh, bir Renoir ve üç Manet. İlk beş satış sırasında olağanüstü bir durum yokken sıra Cezanne’nın ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’una geldiğinde her şey değişir. Her biri adları açıklanmayan birer koleksiyoncuyu temsil eden iki New Yorklu sanat taciri, fiyatları birbirlerini kamçılar gibi arttırır. Resim sonunda 610 bin dolara satıldığında bu rakam, bir müzayedede daha önce bir resme verilen en yüksek fiyattan 5 kat daha fazladır. Her şeyin sorumlusu ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’, şu anda Washington National Gallery of Art koleksiyonunda. [iv]

Sanat piyasasında olanların Türkiye’ye yavaş yavaş ulaşması ve Adorno’nun ‘Kültür Endüstrisi’ kavramının literatürle birlikte hayatımıza girmesi tabii ki kaçınılmazdır. Radikal Kültür Sanat Editörü Cem Erciyes, rahmetli Sakıp Sabancı’nın müzesini açarken yaptığı konuşmayı, onun ağzından şöyle anlatır: “Uluslararası toplantılarda, ‘Kardeşim senin elinde ne var?’ diye soruyorlar ve ekliyorlardı: ‘Bende Picasso var, Miro var, Matisse var...’ Biz o zaman kalıyorduk böyle mahçup mahçup. Anladım ki önce bunları almak lazım.” İşte, Türkiye’de patronların kültür endüstrisiyle tanışmaları biraz da böyle...[v]

Müzelerin marksist toplumlarda devlet, kapitalist toplumlarda ise büyük patronlar tarafından kurulduğunu söyleyen Yahşi Baraz’a göre; eser toplayan işadamları doyuma ulaştıklarında, müze kurarak koleksiyonlarını toplumun malı haline getirirler.[vi] Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın Pera Müzesi’ni kurmasının nedenini, ‘Vakfın kurucularının, sahip oldukları kültür varlıklarını toplumla paylaşma isteği’ olarak açıklayan Özalp Birol; buradaki en önemli faktörlerden birinin, kurucuların zaten var olan üst düzeydeki itibarlarının bu çalışmalara paralel olarak korunması gerektiğinin altını çizerek ekler: “Gerçekleştirdiğimiz etkinlikler, kâr amaçlı kurumların marka imajlarını güçlendirmeye yönelik, ticari ve pazarlama eksenli etkinliklerinden daha farklı bir kulvarda değerlendirilmelidir.”

Yapı Kredi Bankası son aylarda kimi sanat dergilerinde yayınlanan tam sayfalık reklâmında, 54 yıldır sanat için yaptıklarını uzun uzun anlatır ve önce “Çok mu şey yapmışız?” diye sorup, sonra kendi kendine cevaplar: “Bir kişiyi bile bir sanat yapıtıyla buluşturmak için değerdi.”

SANAT ESERİ, TAHVİL Ve BONO

“Sanata yatırım şirketlere ne kazandırıyor?” sorusuna; geçtiğimiz günlerde üçüncüsü gerçekleşen Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli’nin verdiği cevap şu: “Sanat eseri zaten yatırımın kendisi. Sanat, fon ve tahvillerin çok üzerinde kârlı. Sanat eseri değeri dünyada 2007’de ortalama yüzde18 arttı.”

Küresel sanat piyayasında gerçekten de endişe verici bir büyüme söz konusu. 2000’den bu yana eser fiyatlarındaki artış, gayrimenkulden sonra en fazla kazandıran yatırım aracı olarak sanatı ön plana çıkardı. Dünya sanat piyasasının nabzını tutan Artprice’ın ‘Küresel Sanat Piyasası Raporu’na göre, 2007’de dünya sanat eserlerinin satışından elde edilen ciro 9.2 milyar doları aştı. Milyon doların üzerinde satılan eser sayısı 810’dan 1254’e çıkarken, tüm alım işlemlerinin yüzde 90’ını oluşturan 12 bin doların altındaki eserlerde bile yüksek bir kârlılık görüldü.[vii]

Tüm bu rakamlar bir yana, sanatın bizzat kendisine yatırım yapmaktan daha kârlı bir seçenek var. Sanat etkinliklerine sponsor olmak... Öyle olmasaydı Akbank yalnızca Aksanat’ı yönetir; İstanbul Film Festivali, Salvador Dali sergisi ve Contemporary İstanbul’a sponsor olmazdı. Aynı şekilde Garanti Bankası, yıllarca İstanbul Caz Festivallerini desteklemez, Koç Holding de 10 yıl süreyle İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğuna soyunmazdı. Bir bildikleri var demek...

‘Kültürün Özelleştirilmesi’ isimli kitabın yazarı Chin-tao Wu, şirketleri sponsorluğa sevk eden başlıca iki nedenden bahseder. İl­ki, şirketin ürün veya hizmetleriyle, desteklenen etkinlik arasında doğru bir bağlantı kurulması sonucu etkinliğin bir satış kampanyasına yol açması; ikincisi ise sa­natla kurulan ilişki sayesinde aydınlanmış şirket imajının cilalanmasıdır.[viii] İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı da, müzenin ikinci yaşını doldurması sebebiyle verdiği beyanatta; yüksek nitelikli ve yaygın bir biçimde tanıtılan etkinliklere sponsor olmanın, şirketlerin toplumdaki tanınırlıklarını ve itibarlarını artıracağını vurgular.

Ali Güreli’ye göre, bir sanat müzesine sponsor olmak kurumsal kimlik ve prestij bir yana, şirketin müşterilere ulaşmasında bir aracıdır da. Çünkü bu müzeleri ziyaret edenler; sosyo-ekonomik açıdan diğer müze ziyaretçilerine göre daha yüksek ekonomik gelirli, daha iyi eğitimli ve daha saygın işlere sahip kişiler; yani potansiyel müşterilerdir.

GÜLÜMSEYEN MÜZE SÖZCÜLERİ

Şirketlerin sponsorluk faaliyetleri az da olsa sanata müdahaleyi içerir. Müdahale şirketlerin ekonomik gücünden kay­naklanır ve ne yazık ki bu, ölçebileceğimiz bir şey değil. Şirketlerin sanat etkinliklerine ayırdıkları bütçeye ilişkin kapsamlı bir tablo sunmak son derece güç. Tanıtım söz konusu olduğunda her türlü bilgiyi veren şirket sözcüleri, iş ra­kamları açıklamaya geldiğinde ser verip sır vermiyor ve gülümseyerek ‘epey fazla’ demekle yetiniyor.

Bu konuda Özalp Birol’un hakkını teslim etmeli. Birol; Pera Müzesi’nin şimdiye kadar gerçekleştirdiği en yüksek bütçeli sergilerin ‘Rembrandt ve Çevresi: Desenler’, ‘Collected Visions: JP Morgan Chase Sanat Koleksiyonu’ndan Çağdaş Eserler’, ‘Miro: Maeght Koleksiyonu’ndan Baskılar, Resimler, Desenler’ ve ‘Doğu’nun Cazibesi: Britanya Oryantalist Resmi’ sergileri olduğunu ve bunların toplam 100 bin Euro ile 450 bin Euro arasında bütçelerle gerçekleştiğini söylüyor. Yuvarlak ama gülümsemenin ötesinde...

Sponsorluk faaliyetlerinin son 10 yılda artmasının nedenlerinden biri de reklam ve tanıtıma verilen önem. Bir sponsor şirket çalışanının dile getirdiği gibi; genele yönelik, anlık ve vurucu etkiler oluşturan reklam çalışmalarından farklı olarak sponsorluk, uzun süreli ve kalıcı imgeler oluşturuyor. Sponsorluğun diğer pazarlama yöntemlerine göre en önemli üstünlüğü, sanat etkinliği­ni destekleyen şirketin reklam değil, haber olması. Reklam ile haberin algısı arasındaki fark bir yana, haberin kapladığı alanın reklam değeri bile bu işe girmek için yeterli bir sebep. Bir örnekle açıklamak gerekirse, Sabancı Müzesi’nin Lizbon’da gerçekleştirdiği bir sergi üzerine yazılı basında çıkan toplam 45 haberin reklam tarifesi bazında ulaştığı değer yaklaşık 401 bin 563 dolar. Picasso sergisinin yerli gazete ve dergilerde yaklaşık bin 100 kez yer aldığı; televizyon programlarında ise 500’den fazla görüldüğü düşünülürse bu kalemdeki kazanç daha iyi anlaşılır. [ix]

Wu’ya göre, şirketlerin sanata müdahalesinin gölgede kalan sebeplerinden biri siyasi güç sahibi olmakla ilgili. Philip Morris, bu gölge sebebi, 1994’te New York’ta sigara içmeyi yasaklayan kanunlara karşı lobi yapmak için kullanmıştır. Şöyle ki; New York Büyükşehir Meclisi, kamusal alanlarda sigara içmeyi yasaklayacak tasarı üzerinde çalı­şırken, Philip Morris, tasarının yasalaşması durumunda şirketin merkezini iki bin çalışanıy­la birlikte başka bir yere taşıyacağını ve sanata verdiği tüm desteği çekeceğini duyurma cesaretini göstermiştir. Wu, şirketin edindiği kültürel sermaye birikiminin, bütün çıplaklığıyla, ekonomik çıkarlara hizmet etmek üzere politik güce dönüştürüldüğü anın bu an olduğunu söylemekte çok haklı değil mi? Philip Morris’in başarıya ulaşamamış olması ve yasanın 1 Ocak 1995’te yürürlüğe girmesi durumu değiştirmez.[x]

DAHA ÇOK TEŞVİK, DAHA ÇOK YATIRIM

25 Haziran 1998 sabahı kırk kişilik bir sanatçı gurubu, Atatürk Kültür Merkezi önünden kalkan bir otobüsle İstanbul’dan Ankara’ ya gider. Amaçları, Meclis’teki bir tasarının, kurum ve kişilerin sanata yaptıkları yatırımın vergiden muaf tutulabilmesi için, yasalaşmasıdır. Çabaları geç de olsa sonuçlanır ve Yeni Sponsorluk Yasası olarak bilinen 5225 sayılı ‘Kültür Yatırımları ve Girişimlerini Teşvik Kanunu’, 14.07.2004 tarihinde kabul edilir.

Yasaya göre, kültür ve sanat alanındaki sponsorlara; vergi, SSK primi, su, elektrik ve doğalgaz teşviki sağlanıyor ve yapılan katkı, doğrudan vergi matrahından düşülüyor. Herhangi bir etkinliğe sponsor olmayı düşünenler için açıklayalım: Ülkemizde kurumlar vergisi yükü yaklaşık yüzde 33’tür. Sponsor olunursa, sponsorluk bedelinin yüzde 33’ü vergi olarak devlete ödenmeyecektir. Örneğin kurum, 300 bin dolar katkıda bulunursa, bu bedelin yüzde 33’ü olan 99 bin doları vergi olarak devlete ödemez. Yasadan yararlananlar, çalıştıracakları işçilerin ücretleri üzerinden hesaplanan gelir vergisi stopaj indiriminden de faydalanırlar.

Teşvik veya indirime konu olacak faaliyetler; kültür merkezlerinin yapımı, onarımı ve işletilmesi; kütüphane, arşiv, müze, sinema, tiyatro gibi kültürel ve sanatsal etkinliklerin ya da ürünlerin yapıldığı, üretildiği veya sergilendiği mekanlar ile kültürel ve sanatsal alanlara yönelik özel araştırma, eğitim veya uygulama merkezlerinin yapımı, onarımı veya işletilmesidir.
Epey uzattık ve belki de kulağımızı uzun yoldan gösterdik ama yazının başından beri anlattığımız o afili müzelerin gelir kaynakları, vakıf bütçeleri ve sponsor destekleridir. Bilet, hediyelik eşya ve katalog satışından elde edilen gelir, o yıl içinde gerçekleştirilen sergi, işletme ve diğer giderlerin onda birini ya karşılar, ya karşılamaz. Bahanemizle müze açacak okuyuculardan da komisyon alınmaz.

.............................................................................................................................................

[i] Ayşe Adlı, ‘Müzeler Picasso’sunu bekliyor’, Aksiyon, 22 Mayıs 2006.
[ii] Kemal Yılmaz, ‘Alman milletine sesleniş’, Radikal, 15 Eylül 2008.
[iii] Burcu Pelvanoğlu, ‘İstanbul Müzeleri, Koleksiyonları ve Bitmek Bilmeyen Sorunları’, Arredamento Mimarlık, Eylül 2008.
[iv] Simon Houpt, Kayıp Eserler Müzesi, Çev: Mine Haydaroğlu, YKY, Eylül 2007.
[v] Jülide Karahan, Türkiye’de Medya ve Sanat İlişkisi/Plastik Sanatlar Üzerine Bir İnceleme, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eylül 2008.
[vi] ‘Çağdaş Sanat Müzesi Sorgulaması’, Türkiye’de Sanat, Ocak/Şubat 2002.
[vii] ‘2007’de Sanat Piyasası’, Galerist, Mayıs 2008.
[viii] Chin-tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi, Çev: Esin Soğancılar, İletişim Yayınları, 2005.
[ix] Karahan, age.
[x] Wu, age.


Jülide Karahan

Infomag / Kasım 2008

...

Anadolu’da Çağdaş Sanat

Son zamanlarda Anadolu’ya yönelik, vur kaç taktikli değil, kalıcı projeler çıkıyor karşımıza. 2010 kapsamındaki ‘Sanatın Anadolu Aydınlanması’ henüz yolun başında ama ‘Directlink: Sanat Aracılığıyla Kültürlerarası Diyalog’ epey yol aldı. Anadolu kentleri, çok yakında ‘voltran, voltran, voltran’ diyerek güçlerini birleştirebilir. İstanbul’un hazırlıklı olmasında fayda var.


Birilerinin bunu yapması gerekiyordu. Çağdaş kültürü Anadolu’nun her yanına yayma­yı amaçlayan Halkevleri ve Inkılap Sergileri’nden beri unuttuğumuz bir şeyi; Anadolu’yu hatırlayıp, hatırlatması... Küratör Beral Madra’nın sık sık vurguladığı gibi, İstanbul sanat ortamı uzunca bir süre Anadolu’dan bi haber yaşadı. Ve nihayet; o birileri çıktı.

Ali Akdamar’ın yürüttüğü ‘Sanatın Anadolu Aydınlanması’, Anadolu’ya göz kırpan projelerden biri. 2010 kapsamındaki bu projeyle, Anadolu sanat üretiminin önce İstanbul’a ve oradan dünyaya taşınması amaçlanıyor. Şimdilik 12 şehre ulaşan ‘Sanatın Anadolu Aydınlanması’ yoluna devam ededursun, biz, yenice tamamına ve muradına eren bir başka çalışmadan bahsedelim.

‘Directlink: Sanat Aracılığıyla Kültürlerarası Diyalog’, geçen yıl boyunca, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Avrupa Birliği fonları desteğiyle 14 Anadolu kentine ulaştı.
Projenin sanat yönetmenliğini yürüten Şule Ateş, ‘İstanbul’un dışında çağdaş sanat ne durumda?’ sorusuyla yola çıkıp; belirlenen şehirlerdeki tüm sanat kurum ve oluşumlarının kapısını çaldı. ‘Çağdaş sanat için ne yapılabilir?’ sorusuyla geri dönen Ateş’in projesi; plastik sanatlar, müzik, sinema ve gösteri sanatlarını içeriyor. Bulunan her türlü cevap, bilgi ve iletişim adresi www.directlinkproject.org sitesinde paylaşımda şimdi, ama karşılıklı sohbet bir başka...

14 Anadolu şehri nasıl bir ön araştırmayla belirlendi?

İlk önce üç büyükler ile sanatsal açıdan belli bir aşama kaydetmiş şehirleri eledik. Diyarbakır almış başını gitmişti mesela, onu şeçmedik. Sonra hiç bir şey yapmamış olan kentleri de eleyip; kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışan ama daha yolun başında olanlara odaklandık. Devlet tiyatrosu, güzel sanatlar fakülteleri ya da konservatuarı olanlar öne çıktı. Seçtiğimiz şehirler arasında Antakya, Çanakkale, Batman, Bartın, Eskişehir, Kars, Mardin, Mersin, Nevşehir, Trabzon, Urfa, Adana, Afyon ve Gaziantep var.

Şehirler masa başında belirlendi yani...

Sayılır. Ön çalışmaları internetten yürüttük. Hepsini tek tek dolaşmadık. Ama Anadolu Kültür’ün araştırmaları çok faydalı oldu. Belirlenen 14 şehri tek tek dolaşıp bağlantılar kurduk ve son aşamada 6’sında atölye çalışmaları yaptık.

Anadolu’da nasıl karşılandınız?

Avrupa Birliği fonlarından destek aldığımız için biraz kuşkuyla yaklaştılar. İhtiyatlı ve güvensiz... Çünkü AB’nin çeşitli projeleri nedeniyle Anadolu’ya çok gelinip gidilmiş. Bu da pek çok kişide ‘kullanılıyoruz’ gibi bir his bırakmış. Birileri proje yapıyor, para kazanıyor, bizim elimize geçen bir şey yok diye düşünüyorlar. Proje dendi mi bir ürperti başlıyor zaten. Bunun bir sebebi de net bir fikirlerinin olmaması. “Ne olacak şimdi, AB ne, ne işe yarayacak bu, bize ne faydası var?” filan diyorlar.

Hakketen ne faydası var?

Bu söyleşinin bile faydası var. Farkındalık oluşturmak çok önemli. Bir web sitesi var. Yakında kitap çıkacak. İstanbul sanat çevresini kendi içine dönük ve kapalı yapısından çıkaracak gelişmeler bunlar. Çünkü değişim ancak iletişimle olabilir. Anadolu İstanbul’la, İstanbul Anadolu’yla iletişim kurmadan, buradaki sanatçılar orada, oradakiler de burada bir şeyler yapmadan olmaz. Bir kere Anadolu’da bir şeyler kendi kendine yeşeremez. Oradaki bir sanatçı okur, üretir ama sektör içinde yer almak istiyorsa illa İstanbul’a gelmesi gerekir. Bu proje sayesinde oradaki sanatçılar İstanbul’a gelmeden de bilinir olabilecek.

Diyarbakır örneğinde olduğu gibi şehrin kendi merkezini oluşturmasını mı kastediyorsunuz?

Bir anlamda evet. Niye 5-6 tane daha Diyarbakır olmasın? Diyarbakır, bir 6 yılda bu hale geldi çünkü oraya bir yatırım yapıldı. Anadolu Kültür; sanatçıyı tanıdı, tanıttı ve ilişkilendirdi. Anadolu’da bir şeylerin başlaması ve gelişmesi için yatırım yapılması lazım. Başka türlü yerelden beslenen bir sanat anlayışının oluşması çok zor.

Kim yapacak bu yatırımı?

Merkeziyetçi yönetim anlayışını bıraksa Kültür Bakanlığı olabilir. Üniversiteler, Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Müdürlükleri ve Devlet Tiyatroları son derece yaygın ve güçlü kurumsal ağlara sahip. Sanata dair her yeni bilgi, bu kurumlar üzerinden dağılabilir aslında. Ama olmuyor. Çünkü modernist ve merkeziyetçi yaklaşımda ısrar ediyorlar.

Yerel yönetimler olabilir mi?

Olabilir... Belediyelerde geleneksel sanat eğitimine yönelik girişim ve organizasyonlar çoğalmış durumda. AKP tarafından yönetilen belediyelerin neredeyse tümünde; Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, tiyatro ve halk dansları konusunda eğitim veren konservatuarlar ve bu eğitimle paralel yürüyen yarı profesyonel koro, ekip ve topluluklar var. Bir şeyler yapmaya çok açıklar. İlgileniyorlar. Geleneksel kültürü sahiplenişle bu şaşırtıcı heves bir araya geldiğinde ve çağdaş sanatın yerel kültüre olan ilgisi göz önüne alındığında; bu belediyeler, çağdaş sanat konulu organizasyon ve iş birlikleri için iyi ortaklar olabilirler. Ama onlar da uzman kadrolarla çalışmıyor ve eş dostu çok kayırıyor.

Peki, kim yapacak?

Belediye de bakanlık da, birileri onları zorlamadan, bildiklerinin dışında pek bir şey yapmaz. Bütün kesim ve disiplinleri kapsayacak ve değişmekte olan zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek politikaların uygulanabilmesi için baskı gruplarına ihtiyaç var. Aslında ana problem organizasyonun bilinmemesi. Proje yazmayı, organizasyon yapmayı bilecek birilerine ihtiyaç var. Bir kişi çok şey değiştirebilir oralarda. Mesela Malatya’da Fazıl Ercan, Kervansaray Buluşması diye bir etkinlik için hem belediye, hem valilikten destek almış. Çok da başarılı bir organizasyon yapmış.

İstanbul’un dışında çağdaş sanat ne durumda? 100 üzerinden kaç verirsiniz?

Zayıf alır tabii. 100 üzerinden 10, iyi niyetli bir bakışla. Umduğumdan çok daha ilgi çekici bir Anadolu’yla karşılaştım aslında. İstanbul’dan bakınca, yani sanat çevresinin bakışıyla, Anadolu’da hiç bir şey yok gibi gelir ama aslında potansiyel var. Herkes bir şey yapma istek ve heyecanı içinde. Ama pek çok yerde çağdaş sanatın ne olduğu bile bilinmiyor.

Çok parlak örnekler hiç mi yok?

Olmaz mı... Mesela 3 yıl önce Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, eski bir hamamda bir güncel sanat sergisi yapılmış. Trabzon’da sekiz sanat inisiyatifi, Vali Konağı’nın kendilerine tahsis edilmesini sağlayarak ‘Trabzon Sanat Evi’ başlığı altında birleşmiş ve ortak bir sanat mekanı oluşturmuş. Bunun dışında daha yakından bildiklerimiz örnekler var. Diyarbakır Sanat Merkezi, Antakya’daki A77, İzmir’deki K2, Kapadokya Çağdaş Sanat Festivali, Malatya Kervansaray Buluşması, Mardin Sinema Festivali, Kars Belediye’sinin Sanat ve Film Festivalleri, Avrupa Kültür Derneği’nin Sinop’ta iki kez gerçekleştirdiği Sinopale, Çanakkale Bienali, Afyon Müzik Festivalleri, Antalya Film Festivali, Adana Altın Koza Festivali, Eskişehir Sanat Festivali...

İstanbul dışındaki çağdaş sanat için ne yapılabilir? Hap gibi cevaplarsak...

Anadolu’da istekli gruplar var. Onlara destek olmak lazım. En önemlisi iletişim kurmak... Hiç bir şey olmasa bile, İstanbul’dan birileri sanatla ilgili görüşme yapmak ve keşifte bulunmak için oraya gitse... İstanbul bizimle ilgileniyor diye heveslenirler. İlgi çok şey değiştiriyor. Biraraya gelip bir şeyler yapmaya hevesliler ama organizasyon becerileri yok. Türkiye genelinde 5-6 şehir seçip, bugün çalışmaya başlasak, onlar da şu anda Diyarbakır’ın yapmaya çalıştığı gibi kendi bölgelerini destekler hale gelebilir. Böylece bir on yıl içinde, kendi çevresini besleyebilecek güçte yeni kültür şehirleri ortaya çıkar. Ciddi atılımlar için eğitim de şart tabii.

Eğitim nasıl olacak? Akla, sanatçı Fatih Balcı’nın Diyarbakır sokaklarında insanların eline ‘Art Today’i verip onların fotoğrafını çektiği çalışması geliyor. Ne kadar işleyecek yani?

Eğitim derken, Batı sanatını öğrenip taklit etsinler demiyorum ki... Mesele, Anadolu’daki sanatın Batı sanatına ne kadar benzeyeceği ya da yaklaşabileceği değil. Daha çok, Anadolu’da, günümüze ait ve yeni bir estetik dilin ortaya çıkabilme olasılığı. Çağdaş sanat, bu ülkenin özüyle birleştiği oranda ortaya çıkmalı zaten. Gelenek ve yerel kültürü yok saymadan...

Bu röportajı okuyup, ‘Anadolu’yu desteklemek lazım’ diyen biri, hemencecik ne yapabilir?

www.directlinkproject.org sitesini ziyaret edip, hangi şehirde kiminle ilişki kuracağına bakabilir. Önceden nerede kiminle bağlantı kurulacağı bilinmezdi. Şimdi en azından bu 14 şehirdeki sanatçı, sanatçı grupları ve kurumların iletişim bilgileri var. İlişki kurup bilgi alabilir, ‘ben de sizin farkınızdayım’ diyebilir. Aracısız iletişim imkanı. Sonraki aşamada ortak proje önerebilir. Sitenin ingilizcesi de var. Eminim, Avrupa’dan pek çok kimse bağlantıya geçecek oralarla. Görünürlük ve bilinirlik çok önemli.

Jülide Karahan

Milliyet Sanat/ Kasım 2008

8 Kasım 2008 Cumartesi

“Hiçbir zaman kendisi olamaz insan”

İstanbullu sanatsever, Elina Brotherus ismini 1999 İstanbul Bienali’nden hatırlıyor olmalı. ‘Seksten Nefret Ediyorum’, ‘Aşk Isırdı’ ve ‘Geri Kalan Yaşamımın İlk Günü’ isimli otoportreleri unutulacak gibi değildi çünkü. 1972 Finlandiya doğumlu sanatçı, web ortamında kolayca bulunabilecek o fotoğraflarda, öyle soluk ve mutsuz görünüyor ki; uzak kuzey ülkelerindeki refaha duyduğumuz özentiden vazgeçip, azıcık aşımız ve kaygısız pembe yanaklarımıza şükrediyoruz adeta.

Aradan geçen 10 yılda; başına ne gelirse gelsin, iyi ya da kötü, görüntülemeye devam etmiş sanatçı. İlk zamanların oldukça kişisel uslubundan az da olsa uzaklaşarak ürettiği ‘Yeni Resim’ serisi ve ‘Model Çalışmaları’ ile dünyanın pek çok farklı şehrinde sergi aça aça üstelik. Ve şimdi René Block’un küratörlüğü ve Melih Fereli’nin danışmanlığındaki Yapı Kredi Güncel Sanat Dizisi vesilesiyle, yolu tekrar İstanbul’a düştü.

Elina Brotherus, 45 fotoğraflık ‘Vizyonun Genişliği’ isimli eseri ve erken dönem çalışmalarından oluşan bir seçkiyle Kasım sonuna dek Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde.

Bir Tam, Bir Yarım Limon

Brotherus’un erken dönem çalışmaları, yeni denemeleri ve iki videosunu içeren birinci kattaki seçkinin büyüklü küçüklü fotoğrafları arasında bir ikisi var ki; epey dikkat çekici. Sanatçının su kenarlarındaki, ayna karşısındaki ve kristal küreyi elinde tutarkenki fotoğrafları bunlar.

Fotoğrafı kendini gözlemlemek için bir araç olarak gören Brotherus’un soluk sarı yalnızlığında ‘Kara Kitap’ın en can alıcı cümlesi saklı aslında: “Hiç bir zaman kendisi olamaz insan.” Uzak kuzey ülkelerinin tüyler ürperten soğuğunda kendini arayan bu yalnız kadının ‘Bir Çiftin Portresi’ isimli karesi; serginin, üzerinde özenle durup düşünülecek parçalarından biri. Düşünmekle kalmayıp araştırılacak hatta.

Çünkü mavi ekose desenli mutfak masasının üzerinde duran bir tam, bir yarım limon ve üç plastik bardak; terkedişten önce sindirilemeyen yaşanmışlıklar üzerine soda içilmiş gibi bir his veriyor izleyene. Garip ve pis bir terkedilmişlik hissi. Ve sanki, duvardan sarkan elektrik kablosu bile geçmişte kalan hayat gibi yapış yapış...

Brotherus’un hayatının geri kalanının ilk günleri başlamak üzere olmalı. Ve hatta sanatçının kendi ağzından şöyle başladı: “Ben boşandım. Boşandıktan sonra eski kocamla hâla beraber oturuyorduk çünkü o yeni bir ev bulamamıştı. Sonra ben bir süreliğine Helsinki’den ayrıldım ve eve geri geldiğimde hiçbir şey kalmamıştı. Bütün eşyaları almış ve gitmişti. Aslında rahatlamıştım ama öte yandan üzülmüştüm. Sadece bir tane çift kişilik yatak salonda, boşlukta duruyordu. Hayatımın geri kalanının ilk günü böyle başladı. Ve yatakta sigara içerek saatler geçirdim. Çünkü eski kocam yatakta sigara içilmesinden nefret ederdi. Bu, o bakımdan bir kadının kendi hayatını kendi kontrolüne alışını anlatıyor.”

Üst Kat ve Yeni Hayat

Daha küçük boyutlu 45 ayrı fotoğraftan oluşan ‘Vizyonun Genişliği’nde ise dingin ve sakin bir hayat bekliyor ziyaretçiyi. Fotoğrafın o çok sevilen karar anları genişlemiş de genişlemiş... An bildiklerimiz saatlere ve günlere uzamış. ‘Yeterince Yavaş’, ‘Hafif Ama Güçlü’, ‘Yavaşlatmak’ ve ‘Daha Yavaş’ gibi isimlere sahip fotoğraflar; izleyiciyi de yavaşlatıp sakinleştiriyor adeta.

Milan Kundera’nın Yavaşlık isimli kitabından çıkan hisse gibi: ‘Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, elinde olmadan hızlanır.’

Brotherus, 10 yıl sonra, hatırlayıp yüzleşecek kadar yavaş. Bu amansız dinginlik, 45 fotoğraflık seri boyunca devam etmese de... Ara ara, durgun manzarayı bir bıçak gibi kesiyor sanatçı. Yeşil yağmurluğu, turuncu atkısı ve mavi kazağıyla. Hatta bazen ‘Rica Ederim Tutun’ gibi irkiltici ve alabildiğine sahici bir fotoğrafla...

Azın çok olduğu; ışık, renk ve hava akımı gibi ayrıntıların sonuna kadar farkedildiği bu fotoğraflar, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde ama genellikle Kuzey Kutbu ya da herhangi okyanus kıyılarında çekilmişler. Fotoğraflara dair bir ayrıntı da onların, Erik Satie isimli bir 20. yüzyıl bestecisine adanmış olmaları.

Satie’nin, bestelerini çalacak kişilere hazırladığı talimatlar, serideki fotoğrafların adlarına ilham olmuşlar. Çerçevelerin cam kısmına gravür yöntemiyle işlenen bu talimatlar; kelime ile müziğin Brotherus için ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından da önemli. “Benim çalışmalarım; sırt çantamda fotoğraf makinesi, elimde tripod yürürken; değişen ışıkları incelemeyi, sade manzaralar aramayı ve mekân içinde bir insan figürünü hikayesi olmaksızın tasvir etmeyi kapsıyor.” diyen sanatçı; sakin ve geniş alanları, gerçek yalnızlıkları ve bunun telafisi olarak paylaşılan deneyimleri pek çoğumuzun hayal bile edemediği bir biçimde görüyor olmalı. Elbette, kendisi olabilmek uğruna...


Jülide Karahan

Foto Digital/ Kasım-Aralık

17 Ekim 2008 Cuma

YÜKSEK LİSANS TEZİ... SONUNDA BİTTİ

TÜRKİYE’DE MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİ /PLASTİK SANATLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE PLASTİK SANATLARIN İZLEDİĞİ GELİŞİM

1. DEĞİŞEN SANAT KAVRAMI

2. 1970’LERE KADAR TÜRKİYE PLASTİK SANATLAR ORTAMI

3. 1970’LERDEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE PLASTİK SANATLAR ORTAMI

a. Türkiye Plastik Sanatlar Ortamını Değiştiren Gelişme: Uluslararası İstanbul Bienali

b. İstanbul’un Gösteri Alanına Dönüşmesi

4. GÜNÜMÜZ TÜRKİYE’SİNDE PLASTİK SANATLAR ORTAMI

a. Ülkedeki Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Gelişmelerin Sanata Etkisi

b. Türkiye Sanat Ortamında Ayrılma: Galeriler ve Güncel Sanat

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE SANAT MEDYASININ İZLEDİĞİ GELİŞİM


1. TÜRKİYE’DE SANAT YAYINCILIĞI TARİHÇESİ

2. GÜNÜMÜZ SANAT YAYINCILIĞI

3. MEVCUT YAYIN VE PROGRAMLAR

a. Dergiler

b.Gazeteler

c. Televizyon Programları ve İnternet Siteleri

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİ


1. MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİNİN AKTÖRLERİ

a. Editör ve Muhabirler

b. Eleştirmenler

c. Sanat Kurumları ve Küratörler

1. Bağımsız Galeriler

2. Holding ve Banka Galerileri

3. Müzeler

4. Küratörler

d. Sanatçılar

e. İzleyiciler

f. Özel Sermaye

1. Sanat Desteği ile Siyasi Güç Mücadelesi Arasındaki İlişki

2. Şirketlerin Sanat Ödülleri

3. İstanbul’u Pazarlama Aracı Olarak Sanat

g. Sponsorlar ve Halkla İlişkiler Şirketleri

1. Sponsorluk ve İKSV

2. Sponsorluk Yasası

3. Şirketlerin Sponsorluk Beklentileri

4. Müze ve Galeri Sponsorluğu

h. Bakanlıklar ve Yerel Yönetimler

2. SANATSAL FAALİYETLERİN MEDYAYI KULLANMA BİÇİMLERİ

3. MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİNDE KARŞILIKLI GEREKLİLİKLER

a. Sanatın Medyaya Olan İhtiyacı

b. Medyanın Sanata Olan İhtiyacı

4. MEDYANIN HABER KABULLERİ

a. Medya ve Sanat İlişkisinde Sponsor Etkisi

b. Medyada Son Üç Yılda Yer Alan Sanat Haberlerine Genel Bakış

1. 2005 Yılı Sergilerinden Medyaya Yansıyanlar

2. 2006 Yılı Sergilerinden Medyaya Yansıyanlar

3. 2007 Yılı Sergilerinden Medyaya Yansıyanlar

c. Son Üç İstanbul Bienalinin Medyada Yer Alış Biçimleri

1. 8. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Medyaya Yansıyanlar

2. 9. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Medyaya Yansıyanlar

3. 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Medyaya Yansıyanlar

5. KENDİSİ VAROLMAYAN SERGİNİN HABERİ: HACET

SONUÇ

KAYNAKÇA

................

GİRİŞ

Türkiye’de medya ve sanat ilişkisini incelememe sebep olan olay, gerçekte hiç olmayan bir serginin basında nasıl genişçe yer aldığıyla ilgilidir. 15 Ekim 2006’da Şair Eşref Sokak, Tenha Çıkmazı, No:13 Galata adresinde ‘Hacet’ isimli bir güncel sanat sergisi açıldı. Küratörlüğünü (sergi düzenleyicisi) Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim görevlisi Fatih Balcı’nın yaptığı sergi için iletişim organlarına güzel bir basın bülteni gönderildi.

Sanat kavramının tüm ideallerini zaman içinde yitirdiğini, boşlukta kendini oynamaya çalıştığını ve adeta yokluğunda varmış gibi yaptığını söyleyen bülten; sanatçı ilan edilenlerin aslında sanatçı olmadıklarını, sanatsal şeyler yapmadıklarını, ama neyi yapsalar sanat diye alkışlandıklarını iddia ediyor ve ekliyordu: “Ölçütün olmadığı yerde sanat her şeyi kapsıyor. Açılan sergilere ilgisizlik, işlerin etkisizliği, yenisi için ortalığın telaşla boşaltılması hep bu durumun sonuçları. Öyle bir durum ki, sergiyi yapmak nerdeyse bir fazlalık.” Küratörün vurgulamak istediği, pek çok serginin sadece iletişim araçlarında dolaşıma girmek için yapıldığıydı.

Basın bülteninin de etkisiyle medyanın ilgiyle karşıladığı serginin açılış haberi; Birgün, Kanaltürk, cekirdeksanat.com, arkitera.com, sanatplatformu.com gibi yerli ve yabancı yaklaşık 15 gazete, dergi ve internet sitesinde yayınlandı. Hatta küratöre; tebrik eden, daha fazla bilgi isteyen, “En yakın zamanda görmeye geleceğim.” diyen 70kadar elektronik posta geldi. Her şey normal ve olması gerektiği gibiydi. Normal olmayan tek şey vardı: Gerçekte böyle bir sergi yoktu!

Sergiyi görmek isteyen bir muhabir, verilen adreste inşaat malzemesi satan firmaların barındığı bir iş hanı ve tostçu dükkanıyla karşılaşınca serginin tamamen kurmaca olduğunu anladı ve süreci anlatan bir haber yaptı. Fatih Balcı, sanat dünyasındaki yüzeyselliğe ve çürümeye tepki göstermek için bir ‘oyun’ tertiplemişti. Bir sanatsal etkinlik için olması gereken tüm belirtilerin olduğu, (web sitesi, basın duyurusu, mail, afiş...) ama kendisinin ortada olmadığı bir çalışmaydı bu. Amacının tüm belirtileri ortada olan sahte bir hastalığı teşhir etmek, sanat çevresindeki yozlaşma ve düzeysizliği ortaya çıkarmak olduğunu söyleyen Balcı’ya göre aslında sergiler gezilmiyordu. Olay; sponsorlar, süslü davetiyeler, açılış kokteylleri, yazılı ve görsel basında yazılıp çizilenlerden ibaretti. Herkes isminin sanatla yan yana gelmesinin peşindeydi. “Sponsorlar serginin niteliğini bile bilmez. Önemsenen tek şey, çalışmaların iletişim araçlarında dolaşıma girmesi.” diyen Balcı, ‘Hacet’ sergisini arayıp hiçbir şey bulamadıklarına inananlara kaç sergide bundan fazlasını bulduklarını soruyordu.

11 Kasım 2006’da Zaman Gazetesi’nde Jülide Karahan imzasıyla yayınlanan ‘Olmayan Sergiye İlgi Büyüktü’ başlıklı haber, sanat dünyasında epey tartışıldı. Doğan Hızlan (Hürriyet) ve Ahu Antmen (Radikal) konuyu irdeleyen birer yazı kaleme aldı. Birkaç ay sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Balcı ve Beral Madra’nın katıldığı bir konferans düzenledi. Fatih Balcı “Amacımız medyayı eleştirmek değil, sanat sistemini sorgulamak.” dese ve olmayan sergi fikrini sadece sanat ortamındaki yozlaşmaya dikkat çekmek için tasarladığını vurgulasa da olayın ucu en çok medyaya dokundu.

Ben de hem olmayan sergiyi ortaya çıkaran bir gazeteci, hem de Genel Gazetecilik alanında yüksek lisans yapan bir öğrenci olarak, Türkiye’de medya ve sanat ilişkisinin nasıl işlediğini araştırmak istedim. Sınırlama gereksiniminden dolayı araştırmamı plastik sanatlar ve medya ilişkisi üzerine yoğunlaştırdım. Diğer sanat dallarını çalışmamın dışında tutarken; plastik sanatlarla ilgili gelişmeleri takip eden dergi, gazete ve televizyon gibi iletişim araçlarını sınıflandırma ve tek tek ele alma gibi bir yöntem izlemek yerine hepsini birlikte değerlendirdim. Araştırmama; medya ve sanat ilişkisinin etkin aktörleri olarak karşıma çıkan sponsor şirketler ve onların halkla ilişkiler bölümü çalışanlarının görüşlerini de dahil ettim. Bu görüşmeler sırasındaki tercihlerimi, önemli sergi ve etkinliklere sponsor olan şirket ve çalışanlarından yana kullandım.

Türkiye’de plastik sanatlar alanındaki etkinliklerin çok büyük bir kısmı İstanbul merkezli olduğundan, araştırmam İstanbul odaklı oldu. Ama elimden geldiğince Anadolu’daki sanat ortamına ulaşmaya çalıştım. Zaman sınırlaması yapmaktan kaçınsam da aslında temel olarak günümüzdeki durumu bir gözlemci olarak ortaya koyduğumu söylemeliyim. İlişkinin tarihsel gelişimine yazılı kaynaklar yardımıyla ulaşabilmeme karşın, 2000’li yıllara dair gelişmeleri daha çok gözlem ve mülakat tekniklerini kullanarak derledim.

Cevabını aradığım temel soru, medya ve sanat ilişkisinde karar verici ve yönlendirici aktörlerin kimler olduğu ve bu aktörlerin etkisinin boyutudur. Bu temel soruyu araştırırken; sanatsal etkinliklerin düzenlenme nedenlerinden birinin gerçekten de sadece iletişim araçlarında dolaşıma girmek olup olmadığı, medyada yer bulan sanat haberlerinin seçilme kriterleri, medyada yer bulmanın sanatçının meşruiyeti için ne kadar gerekli olduğu ile medya ve sanat ilişkisinin geçmişten günümüze nasıl bir seyir izlediği gibi pek çok sorunun cevabı da karşıma çıktı.
Tez, Türkiye’de plastik sanatların izlediği gelişimin aktarılmasıyla başlıyor. Sanat kavramının geçirdiği değişimler ve günümüzdeki algısı açıklandıktan sonra Türkiye sanat ortamında dönüm noktası sayılabilecek bir gelişmeyle; İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) ve İstanbul bienalleriyle devam eden birinci bölüm, günümüz sanat ortamının değerlendirilmesiyle sonlanıyor. İkinci bölümde ise Türkiye’de kültür sanat yayıncılığı, sanat dergileri ve sanat programlarının geçmişi ve günümüzdeki durumu inceleniyor.

Medya ve sanat ilişkisinin ayrıntılı olarak ele alındığı üçüncü bölümde, öncelikle ilişkinin aktörleri tek tek ele alınıyor. Tüm aktörlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin anlatıldığı bu bölüm; ayrıca medya ve sanat ilişkisindeki karşılıklı gereklilikler, sanatsal faaliyetlerin medyayı kullanma biçimleri, medyada yer bulan sanat haberlerinin nitelikleri ve önemli sanat olaylarının medyada yer alış biçimleri hakkında detaylı bilgi sunuyor. Olmayan sergi olayının da ayrıntılı biçimde tekrar ele alındığı bu bölümde; medya ve sanat ilişkisi, pek çok editör ve muhabirin görüşüne başvurularak irdeleniyor. Sonuç bölümünde ise, medya ve sanat ilişkisinde belirleyici aktörlerin kimler olduğu ve bu aktörlerin boyutuna dair bulgular özetleniyor.

......................

1 Ekim 2008 Çarşamba

İpekli, şiirli ve baharat kokulu bir sergi


Pera Müzesi’nde açılan ‘Doğunun Cazibesi-Britanya Oryantalist Resmi’ başlıklı sergi, Yale Üniversitesi Britanya Resim Sanatı Merkezi ve Tate Britain’den sonra İstanbul’da. Sırlı, şiirli, buğulu ve baharat kokulu 103 eser, kendimizi yeniden tanıma yolunda haz veren bir durak olarak ziyaret edilmeye kesinlikle değer.

Benim Adım Kırmızı’nın kahramanlarından Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken, Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı hisseder içinde: “Doğu da, Batı da benimdir.” “Peki, hepsinin, bütün bunların… Bu âlemin anlamı nedir?” İçindeki ses “sır” gibi, “sev” gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli bahanelerle Doğu ve Batı’yı tartışmaya devam eder.

Halen bu âlemin bir köşesinde olduğumuza göre biz de en azından önümüzdeki üç ay süresince, Pera Müzesi’nde açılan ‘Doğunun Cazibesi-Britanya Oryantalist Resmi’ başlıklı sergiyi bahane bilip tartışacağız meseleyi. Önemli olan bunu, eserlerle aramıza görülmeyen bir duvar örmeden becerebilmek. Çünkü sadece o vakit; bu sırlı, şiirli, buğulu ve baharat kokulu 103 eserin tadına varabiliriz.

Batı’nın 1780 ile 1930 yılları arasında Doğu’yu nasıl algıladığının belgesi niteliğindeki bunca eser; Amerika ve İngiltere’den sonra 26 Eylül itibariyle ilham aldığı topraklarda arz-ı endam etmekte. Bundan önceki durakları Yale Üniversitesi Britanya Resim Sanatı Merkezi ve Tate Britain olan sergi, British Council’in ortaklığında Pera Müzesi’nde seyreylendikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Şerce Sanat Müzesi’ne gidecek.

Bir tutam fesatlık

Batılı ressamların gözüyle uzak, renkli, egzotik ve gizemli olduğu kadar tehlikeli ve belirsiz olan Doğu, görüldüğünün aksine hayal edildiği biçimde aktarılır resme. Biraz hayali ve nispeten abartılı tablolar o kadar beğenilir ki; Avrupa, bu Doğu masalının gerçeğiyle bir daha hiç ilgilenmez. Doğu da, hem Batılılar hem de kendi kültürüne ‘öteki’ gibi bakan Doğulular için bir masal dünyası olarak kalır.

Serginin afiş ve katalog kapağı gibi ilk izlenimi sunması bakımından önemli ayrıntılarında kullanılan John Frederick Lewis’in ‘Harem Yaşamı, İstanbul’ isimli tablosundan hareketle yazının yönü, kendi oryantalistliğimize çevrilebilir elbette. Resimdeki aynaya yansıyan ayakkabıların izinden hareme girip gözetleme yapmanın hazzını kim inkar edebilir ki... Öte yandan serginin Tate Britain için hazırlanan katalog kapağında, Arthur Melville’in ‘Bir Arap İç Mekanı’ isimli tablosu var ve orada öğle sonrası rehavetine kapılmış bir adamın samimiyet ve dinginliği karşılıyor izleyeni. Edward Said’in tahakküm fikrinin nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü damardan anlattığı ‘Oryantalizm’ adlı eserinde Doğu’nun ‘öteki’ olmaya nasıl da hevesli olduğu da vurgulanıyordu ya açıkça, biraz fesatlanacak olsak yolumuz oraya da çıkacak sonunda. Elbette tüm bunlar resimlerdeki ipekliler arasına karışmış hülyalı renklerin güzelliklerini gölgeleyecek değil.

Hiç heveslenmeyin

Doğu’yu okuyup hayal etmenin oraya gitmekten daha eğlenceli olduğu yıllarda, Müslüman Akdeniz dünyasını kısa süreliğine de olsa oraya gidip görerek resmeden sanatçılar arasında Edward Lear, William Holman Hunt, Thomas Seddon, David Roberts, Frank Dillon, George Gordon, David Wilkie, Richard Dadd ve James Müller gibi isimler var. 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla Osmanlı topraklarına adeta davet edilen bu sanatçıların ele aldıkları konular portre, gündelik yaşam, manzara, harem ve din. Bu beş ana bölümden oluşan serginin bir köşesinde Lord Byron, Lady Montagu, David Robert ve Arthur Melville gibi ünlü gezginlerin yollarını ve tarihi olayları gösteren bir de harita yer alıyor.

Baştan belirtilmesinde yarar olan bir nokta da izleyicinin, Ingres’in ‘Türk Hamamı’ eserindeki gibi güzellikleri bu sergide boşuna aramaması gerektiği. Çünkü İngiliz oryantalistler, Fransız meslektaşlarının aksine çıplak kadınlardan uzak duruyorlar. Onların tabloları bu bakımdan Fransızlarınkilerden daha gerçekçi ve iyimser. Daha çok suluboya tekniğini kullanan ve küçük ebatlı çalışan İngiliz ressamlar, hamam ve harem sahnelerinde bile nü’den epey uzaklar. Savaş sahneleri, vahşet ve şiddet ise hiç yok. Varsa yoksa ipekliler arasında zamanın durduğu bir yaşam...

Kaçgöçten gayrı

Kadın ve erkeğin kaçgöç bir yaşam sürdüğü Doğu’da, ressamları en çok yoran konu gündelik yaşam resimleri olmalı. Rivayete göre İngiliz gündelik yaşam resminin büyük yeteneği Wilkie bile, İstanbul’da resme uygun konular bulamadığı için büyük bir düş kırıklığı yaşar. Ta ki bir arzuhalcinin iki kadın müşterisini görünceye kadar...

Manzara resimlerinde durum çok daha farklı. Bunu, işine tutkuyla bağlı bir manzara ressamı olan Edward Lear’ın kız kardeşine yazdığı şu satırlardan anlıyoruz: “Büyük beklentilerim vardı, ama gerçekten güzel ve şaşırtıcı manzaralar karşısında daha da büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla kalakaldım. Vadi, baştan sona, sayıca akıl almaz çokluk ve karışıklık içinde büyük bir harabe. Tapınaklar, temeller, kemerler, saraylar... Öyle ki yerin tamamı, büyülü gibi. Buna bir de kayalardaki her yarığın zakkumlar ve sarısalkımlarla dolu ve kumrular, ceylanlar ve kekliklerle capcanlı olduğunu eklersem, keyfime diyecek olmadığını tahmin edebilirsin.”

Britanyalı gezginlerin Doğulu giysiler giyip kendi portrelerini yaptırdıkları eserler zamanın ve serginin gözdelerinden. Özellikle Kraliyet Akademisi’nde 1768’den başlayarak her yıl düzenlenen sergilerde boy gösteren sosyete güzeli Jane Baldwin ve ünlü gezgin Lord Byron’un portreleri, görkemli ölçek ve gözüpek renkleriyle görülmeye değer.

En ilgisiz izleyiciyi bile cezbedecek yegane konu harem ise Avrupalılar için Doğu’yu hatırlatan en sırlı simge. Geceyi cariyelerinden hangisiyle geçirmek istiyorsa, ona bir mendil sallayan Doğulu efendi fikri elbette çok egzotik. Ama söylemeye gerek bile yok. Gerçeklik, Batı’nın Doğu hakkında bildiğini düşündüğü şeyden oldukça farklı. Gerçi yine de Britanya harem resimleri, birçok ufak ayrıntıyı gösterip sonunda hiç bir şey söylemeyerek belirsizliğin zevkini tattırıyor sanatsevere. Dini resimler için de benzer bir kanıya varılabilir. Çünkü İsa’nın yaşamının geçtiği ve Büyük Çile’yi yaşadığı yerler, sık sık ziyaret edilmekle birlikte türlü yasak sebebiyle layıkıyla resmedilebilmiş değiller.

Karanlıktan korkar mısınız?

Pek çok Doğu-Batı tartışmasına gebe olan serginin kataloğunda iki makale var ki, kulak kabartmamak mümkün değil. ‘Karanlıktan korkar mısınız?’ diye bir soru ortaya atan Faslı yazar Fatma Mernissi, makalesinde, serginin Batı’nın karanlığa karşı tutumu ile Batı’nın İslam korkusu arasındaki bağlantıyı irdelemek için olağanüstü bir fırsat sunduğunu vurgular.

Suriyeli yazar Rana Kabbani’nin içinde belirgin bir kızgın ton taşıyan makalesinde ise bambaşka bir tarafa çekiliyor dikkatimiz. Resimlerin yapıldığı dönemde İngiltere’nin askeri ve ekonomik açıdan resimlerde betimlenen yerler ve insanlar üzerinde hükümranlık kurmasına... Ve şimdi böyle bir serginin dünyanın dört bir yanını gezdiği dönemde İngiltere’nin yine bir Arap ülkesinin işgal edilmesine ortak olduğuna...

Serginin sunduğu, bazıları hiç kuşkusuz ayartıcı güzellikteki resimler gerçekten de yapay bir biçimde siyasetten arındırılmış bir dünyayı betimliyor. Britanya’nın Ortadoğu’daki sömürge ‘anı’nın zarifçe es geçildiği görüntülerde; ayaklanma, isyan, yoksulluk, kıtlık, idam ve katliamlardan eser yok. Ama cüppe, hançer ve kılıçlar; sarık, şal ve terlikler; ipek, saten ve kadife giysi ve peçeler; mücevher, yelpaze, kaval, ud ve kemanlar; yastık, halı, havuz, çeşme, kapı, avlu, kemer ve kubbeler tüm ayrıntılarıyla gözümüzün önündeler. Oryantalizmi oryantalizm yapan da bu baştan çıkarıcı ayrıntılar zaten; yoksa resimlere hülyalı bir görüntü veren ince saydam yağlıboya katlarının altındaki gerçekler değil.

Sergi, kendimizi yeniden tanıma yolunda haz veren bir durak olarak ziyaret edilmeye kesinlikle değer; tüm tartışmalara rağmen...

Jülide Karahan

Milliyet Sanat / Ekim 2008


Benim Adım Apel

Galeri Apel, 10. yılını üç ayrı mekanda 49 sanatçının 50 çalışmasıyla kutlarken ve bu vefalı sergiye Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’sından ilhamla ‘Benim Adım Apel’ denmişken; en iyisi sözü galerinin kendisine bırakmak...

Benim adım Apel. Galatasaray Lisesi’nin arkasında, Hayriye Caddesi numara 5’teki o romantik galeri olduğumu söylememe lüzum yok sanırım. Radikal okurları bunu zaten biliyordur. Söz sırası ilk defa bende olduğundan biraz heyecanlıyım, kusura bakmayın. Nasıl olmayayım? Bunca yıl nice sanatçının nice derdine, düşüncesine, hayal ve umutlarına ev sahipliği yaptım. 1998’den beri ağırladığım tüm o sanatçılar benim için üretti eserlerini bu defa. Her biri kendi üslubuyla sanatla geçen 10 yılımı anlattı. Fotoğraf da var bu sergide, resim, heykel, video ve enstalasyon da...

Ufak tefekliğim malum. Bu yüzden 50 eser, Tophane’deki Tütün Deposu’na ve İstiklal Caddesi’ndeki Fransız Kültür Merkezi sergi salonuna dağıldı. Burada ise Canan Pak’ın ‘Kendini Bana Göster’ isimli kişisel sergisiyle benim 10 yıllık geçmişimin görsel özeti kaldı. Neredeyse tüm açılışları fotoğraflayan Canan Hanım’ın bir bildiği varmış, şimdi şimdi anlıyorum. Görseniz, ne güzel bir kolaj oldu. Ne gülümseten... Yıllardır tanıştığım bir dostum, akşam oturmasına gelmiş de gecenin ilerleyen vakitlerinde sohbetimiz yorulunca eski fotoğrafları ortaya dökmüşüm gibi... Ne bahtiyarlık.

Sanatçıların isimlerini tek tek sayacak değilim ama bir ikisini de anmadan geçemeyeceğim. Doğa ağaç odunlarında, kaya katmanlarında günce tutarken ben, sergilerimin hikayelerini unutacak değilim elbet. Selma Gürbüz, İnci Eviner, Yücel Kale, Arzu Başaran ve daha birçok sanatçı ilk sergisini hep burada açtı. Ne mutlu heyecanlardı. Sahibem Nuran Terzioğlu, genç sanatçılara olanak vermekten, onları ümitlendirmekten hiç çekinmedi, çekinmez.

Ben cesaretsiz miyim?

Sonra sonra tanınıp başka galerilerle çalıştı bu sanatçılar, sevindim o zaman. Dost kaldık her biriyle. İşleyişim romantiktir yani. Bu hâl, temalı sergiler bir yana, kişisel olanlara da yansır çoğunlukla. Neredeyse her sergi naif ve romantik olur burada. Sanatçıların mekâna göre üretmelerinden kaynaklanıyor bu galiba. Gezenler bilir; tuğla duvarlı, ahşap zeminli ve nervürlü tavanlı bir iç alemim var. Bristol otelinden kalma kırık fiyata alınmış aynam ve yuvarlağımsı pencerelerimin insanoğlunu bir hoş etmesi gayet doğal. Mütevazılığa lüzum yok; romantik ve zarifim. Bir de samimi. Başkaca da olamazdı zaten. Özellikle de çamaşırlarını iç çamaşırı, havlu ve çarşaf sırasına göre içten dışa asan komşularım düşünüldüğünde...

“Romantizm her yerde var. Bizde biraz fazla. Politika da bir yerde romantik değil mi? İlk başta. İnsanların bir inanç ve ideal uğruna yola çıktıkları noktada...” diyordu geçenlerde sahibem, bir gazeteciye. Lisenin dağılma saati olduğundan duyamadım soruyu. Sanat, elbette bir ifade aracı. Galeriler de daha cesur şimdi. Peki ben cesaretsiz miyim?

Arada politik işler oluyor elbet. Mesela Cem Aydoğan’ın Atatürk’ü bir insan ve arkadaş gibi gördüğü sergi. Atatürk New York’ta geziyor, sanatçıyla beraber rakı içiyordu hani. Yine Aydoğan’ın kızarmış ekmeklerden menkul terörist portreleri. Tanınıyorlardı üstelik. ‘Aaa bu şu, bu bu’ diyordu ziyaretçiler. Sonra laf aramızda küflendi onlar, renkleri değişti. Yeri gelmişken şimdi de benzer bir çalışması sergileniyor Aydoğan’ın. Tütün Deposu’nda. Anlatmayayım da meraklanıp kendiniz görün.

Asla sergilenmeyecek şey

Aynı gazetecinin “Galeri Apel’in asla sergilemeyeceği şey ne peki?” sorusunu duyabildim. Hemen cevap vereyim. Şiddet ve pornografi içeren çalışmalar sergilenemez burada. Yanlış anlaşılmasın, sansürden değil; biz galericek kaldıramayacağımız ve bakamayacağımızdan öyle şeylere. Arzu Başaran’ın ‘İhlal’i ayrıydı tabii. Şiddet, bunca zarif bir şekilde nerede karşımıza çıktı ki...

İyi-kötü, çoğunlukla mutlu, nadiren mutsuz nice gün geçti. Pek çok unutulmaz sergimiz oldu. ‘Kendine ait bir oda’yı görüp de unutan sanatsever var mı? Hele Bayram Candan’ın 650 saatini... Candan dedim de, sanatçının geçen yıl açtığı ‘Bu iş yerinde grev var’ sergisi geldi aklıma. Romantik değil, basbayağı komikti o. Dışarıya serginin adının olduğu kocaman bir afiş asıp altına ‘Resim İş-Heykel İş’ yazmıştı da gerçekten grev var sanarak üzülmüş, geri dönmüştü sanatseverler. Hey Allahım!

Ama yapılacak çok iş var daha. Sahibem mutluyken mutlu olduğunun herkesten çok farkındadır da –bilirsiniz; cıvıldar, gözleri parlar - konu başarı olunca yolun başında sanar hep kendini. Sanat öyle bir şey galiba. Hep eksik. Mutluluk deyince, özellikle bu günlerde Orhan Pamuk elbette... Eskiden, bu kadar ünlü bir yazar değilken, gelirdi arada sırada. Sergileri gezdiği de olurdu ama sohbet ederdi ekseriye sahibemle.

Öyledir zaten. Bir kere tesadüfle de olsa zilimi çalıp içeri giren, yolu düştükçe uğramayı adet edinir, yolunu düşürür hatta. Sadece sanat değil, eksik olan başka bir şey, sohbet de var diye içeride. Sanatçı, aydın ve galerici sohbeti. Çağırıyorum bir şekilde herkesi. Adımı ilk iki katında yer aldığım yüz kırk yıllık Apelyan Apartmanı’ndan aldığımdan ve kelimenin çağrı anlamı taşımasından belki de... Her varlık isminin anlamını üzerinde taşır ya... Çağırıyorum sanatçı, sanatsever, eş, dost ve mahalleliyi. Sağolsunlar hiç eksik olmuyor gelen gidenim. Merdivenlerimin dili olsa da konuşsa diyeceğim, onların tek bildiği gerine gerine ‘bizi Nevzat Sayın yaptı’ demeleri. Nevzat Bey’in çok emeği var üzerimde. O yüreklendirmeseydi sahibem beni almayabilir ve hayat, Armenak Usta’nın marangoz atölyesi olarak sürerdi ve ben şimdiye dek gördüklerimle şahit olduklarımı bilmeden, bir mütahitin ikna becerisiyle miladımı doldururdum.

Bulamayanlar mı var hala yerimi? O kadar söz verdi, bir tabela yapacaktı sözde Belediye. Neyse... Hatasıyla, sevabıyla, eksiğiyle, fazlasıyla 10 yılı geride bıraktık işte. Siz iyisi mi Fransız Kültür Merkezi’nden başlayın tura. Sonra buraya uğrayıp geçin Tütün Deposu’na. Mutlaka. Sonra önümüzde Frankfurt Kitap Fuarı’nda küçük bir sergi ve eee söylemiyeceğim gerisini.

Canan Pak’ın ‘Kendini Bana Göster’ isimli kişisel sergisi 11 Ekim’e dek Galeri Apel’de. ‘Benim Adım apel’ ise 10 Ekim’e kadar hem Fransız Kültür Merkezi’nde hem de 7 Ekim’e kadar Tophane’deki Tütün Deposu’nda. 212 292 72 36


Jülide Karahan /Yayınlanmamış yazı

10 Eylül 2008 Çarşamba

Martin Parr’ın belirsizliklerle dolu frapan dünyası

Martin Parr’ın, Santralistanbul’un açık hava etkisi yapan geniş sergi salonunda geçtiğimiz ay açtığı ‘Assorted Cocktail’ başlıklı retrospektifinde, hayal kırıklığı yönünden esen şiddetli rüzgara aldırmadan ilerleyin ilkin. Gözünüzü rahatsız edecek derecede renkli renklerle karşılaştığınızda; fotoğraflar yeterince uzak, yabancı ve gizemli olmadığı için oluşan alçak ve yüksek basınç farkını bile unutacaksınız zira. Merak etmeyin, hoşnutsuzluğunuz yağmur olup yağdığında her şey düzelecek. Dünya hariç. Dünya, belirsizliklerle dolu ve siz de o belirsizliklerin fotoğraflarıyla karşı karşıyasınız çünkü. “Dünya iyiye gidiyor ve dünya kötüye gidiyor. Ben de bu durumu fotoğraflarımla belgeliyorum.” diyerek izleyiciyi baştan uyarmıştı aslında Parr.

Belgeledikleri, üyesi olduğu Magnum Photos’un alışıldık tarzından epey farklı. 180 derece kadar… Savaş, kıyım ve haksızlıkları görüntüleyen kahraman Magnum fotoğrafçılarından biri değil Parr. Dünyayı sarsan pek çok olaya tanıklık eden Magnum’un onu kabul edişi de bir hayli sancılı ve hatta kavgalı olmuş zaten. Magnum için bir dönüm noktası sayılan sanatçı, seleflerinin aksine ‘gizli’den ziyade ‘aleni’yi fotoğraflamaya adamış kendini.

Gündelik hayatın reklam kampanyası

Sergide yer alan 156 fotoğraf; İngiltere’den Almanya’ya, Fransa’dan ABD’ye, Belçika’dan Mısır’a uzanan küresel bir rota izlese de inanılmaz şekilde bilindik. Mizah, flaş ve çiğ renkler yardımıyla fazlasıyla tanıdık olanı frapanca sunan sanatçı, gündelik hayatın reklam kampanyasını yürütüyor gibi bir izlenim verebilir size. Gerçekte pek çok markaya prestij fotoğrafı çekiyor da zaten.

İngiliz espri anlayışıyla; mutsuz ailelerden kitle turizmine, yemeklerden bıkkın çiftlere, insanın ve dünyanın türlü çeşit halini mizahla bir güzel harmanlıyor sanatçı. Dudağımızın kenarına gülümseme yerine irkilme yerleşmesine sebep olan ise; mutlu ya da mutsuz, gülünç ya da sıkıcı hayatın üzerine onca reklam ışığını boca etmesi. Hayat, bir reklam karesi değil ki...

20 yılı 156 kareye yayan ‘Assorted Cocktail’, her birini değilse de sanatçının pek çok farklı projesini bir araya getiriyor ve retrospektifin hakkını teslim ediyor. Türkiye’deki ilk kapsamlı sergisinde, fotoğraflarının yanı sıra iki videosunu da izleme şansı bulduğumuz ünlü sanatçının kişisel kapılarını da sergi vesilesiyle aralıyoruz bu arada.

1952 İngiltere doğumlu sanatçının fotoğrafa ilgisi pek çok kimse gibi çocukluğunda filizlenir. Kendisi de meraklı bir amatör fotoğrafçı olan büyükbabası George Parr’dan destek gören Martin, 3 yıl Manchester Politeknik’te fotoğraf eğitimi alarak adım atar mesleğe. Magnum’a asıl üye olarak kabul edildiği 1994 yılında ‘Küçük Dünya’ kitabı için Türkiye’de de bir çekim yapar Parr. Efes, Pamukkale ve Kalkan’ı fotoğraflayan sanatçının, tarihi yerleri birer birer tüketen turistleri yerdiği fotoğraflarını, geçen yıl İstanbul Modern’deki ‘Magnum Fotoğraflarıyla Türkiye’ sergisinde görmüştük hatta.

Geçmişi bırakıp 30 Ekim’e kadar Santralistanbul’da devam edecek ‘Assorted Cocktail’ başlıklı sergiye dönersek; sanatçının Son Tatil, Bıkkın Çiftler, Küçük Dünya, İngiltere’yi Düşünmek, Almanya’yı Düşünmek, Telefon Projesi, Knokke le Zoute, Glasgow, Meksika, Lüksemburg ve Sağduyu serileriyle karşılaşıyoruz.

Mizah, renk, flaş ve hiciv

Parr, 1980’li yılların ortalarında İngiltere New Brighton’da çektiği ‘Son Tatil’ fotoğraflarında, objektifin detaycılığıyla gündelik yaşamın karmaşasını iyice bulamış birbirine. Hepi topu 12 karede eğlenme zorunluluğunun tatlı telaşıyla birlikte yoğun bir nostaljiyle karşılaşıyor ve bir daha yeşil renkli dondurma yemek istemiyorsunuz.

Kurgu ile gerçeği fitleyip birbirine düşürmekten haz alan sanatçının sosyal, sınıfsal ve duygusal çatışmaları tek bir kareye hapsettiği ‘Bıkkın Çiftler’ serisi, insanlık hallerinin tüm bıkkınlığını barındırıyor içinde. Bu arada o sıkkın ve bıkkın Avrupalı çiftler arasında sanatçının kendisi de var. Çok yıllar önce, saçları beyazlamamışken daha...

İnsanlık hallerinin sıkıntılı dünyasından ‘Küçük Dünya’ya geçtiğinizde binbir şehirde turistliği hicvedeceksiniz fotoğrafçıyla birlikte. Aynı acımasız bakış ‘İngiltere’yi Düşünmek’te bira, martı, dondurma ve bayrak karşısında da oluşuyor. Almanya’yı da düşündükten sonra iki yıldızlı otel kahvaltıları ve alışveriş hayhuyuyla Parr’ın en yeni çalışması ‘Lüksemburg’a geçebilirsiniz. Orada bir kuaförde saçını yaptıran kadından, ‘Meksika’da Hz. İsa ve Hz. Meryem figürlü kol saatlerinin satıldığı işporta tezgahına, sonra ‘Glasgow’da bulanık ve dalgalı bir denizin kenarındaki masmavi havuzda tek başına yüzen gence ve ‘Telefon Projesi’nde cep telefonuyla konuşan Uzakdoğulu insanlara dönebilirsiniz.

Martin Parr’ın fotoğraflarında frapanlık ve rüküşlük ile nostaljiye doyacağınız garanti. Park yeri, yemek tabağı, şekerleme üzerine konan sinekler ve yaşlı bir kadının ojeli tırnakları gibi... Ama, kim ne derse desin, işte bunlar onu Martin Parr yapan işler.

Jülide Karahan

Photodigital/ Eylül-Ekim 2008

1 Eylül 2008 Pazartesi

Çağdaş sanatın yeni buluşma mekanı: ArtCenter/İstanbul

Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde konumlanan ArtCenter/İstanbul, 9 Eylül’de açılıyor. İzleyiciyle çağdaş sanatı kaynaştırmayı planlayan merkez, çok değil bir iki ay sonra Adalet Cimcoz’un Maya’sı gibi dolup dolup boşalan bir sanat üssüne dönüşebilir.

Sözlerin tebeşirle yazıldığı ve yağmur bastırınca siliniverdiği günlerde yaşasak da, sözünde fazlasıyla duranlar var hâla. Borusan Holding de onlardan biri. İstiklal Caddesi’ndeki güzide sanat galerisini iki yıl önce kapatan holdingin sözcüleri, yeni mekanlarının işaretini doğrudan olmasa da satır aralarında vermişti çünkü.

Her sanatsever hatırlıyordur o günleri. Beyoğlu’ndaki Borusan Sanat Galerisi’nin kapanmasına; basın açıklamaları, toplantılar ve e-mailler yoluyla karşı çıkmıştı tüm camia. Ama, tüm çabalara rağmen galeri, 2006’nın Nisan ayında sessizce hayatımızdan çekip gitti. İstanbul’un çağdaş sanatı destekleyen en önemli mekânlardan biriydi halbuki. Henüz türlü çeşit sanat inisiyatifi ve müze yokken, ona sığınırdı genç sanatçılar. Açık kaldığı dokuz yıl süresince Joseph Beuys, Carolee Schneeman, Sophie Calle ve Louise Bourgeois gibi önemli isimleri ağırlayan galerinin son sergisindeki bir çalışma epey manidardı da... ‘Modernizmin ara bulucusu: Motif’ başlıklı sergi için sanatçı Gülçin Aksoy, galerinin kapı eşiğine üzerinde ‘Vazgeçtim’ yazan bir küçük halı yerleştirmişti.

Holding, çağdaş sanatı desteklemekten gerçekten vazgeçmişti; ama kısa süreliğine… Elimizdeki tek açıklama; yeni bir yapılanmaya giden kurumun, ağırlığı ‘klasik müzik ve eğitim’e verme kararı aldığıydı. Hedef, İstanbul’u ‘müzik başkenti’ yapmaktı hatta. Söz çağdaş sanata gelince ‘Bizim Borusan olarak vizyonumuz, yaptığı işi en iyi şekilde yaparak bir adım önde olmak. Açıkçası her şeye yetişemiyoruz. Plastik sanatlar konusunda yeni ne yapacağımızı bilemedik. Galerimiz çok küçüktü, nasıl büyütebileceğimizi bilmiyorduk, kapattık.” demişlerdi.

Kurum, geçen iki yılda ne yapacağına karar verdi. Üstelik, o günden bu güne nice yağmurlar yağsa da silinmedi satır aralarındaki sözleri. Geçtiğimiz baharda kulağımıza yeni bir mekan fısıltıları gelmeye başladı. Yine Beyoğlu’nda olan yeni mekanın dört başı mamurdu bu defa. Çok geçmeden Borusan Kültür Sanat’ın sitesine ArtCenter/İstanbul linki de yerleşti zaten. Ve şimdi merakla beklenen o yeni mekanın kapılarını ardına kadar açma zamanı geldi. Resmi açılışı 9 Eylül Salı günü yapılacak ArtCenter/İstanbul, çağdaş sanatı ve sanatçıları destekleyen içi küçük, projeleri büyük bir merkez.

Sanatseverler, iki yıl önceki basın açıklamalı ve mailli uğraşlarının kamuoyu baskısı oluşturup holdingin kararını etkilemiş olduğunu düşünerek, bir dahaki cümleye dek, sevinebilir. ArtCenter/İstanbul’un yöneticisi İpek Yeğinsu; holdingin, yapmışken daha büyük ve çok yönlü bir şeyler yapmak istediği için galeriyle yetinmediğini hatırlatarak bu fazladan sevinci bertaraf ediyor çünkü. “Amerika, Avrupa, Uzak Doğu ve Güney Amerika’da yoğun bir sanat üretimi ve tüketimi var. Tüm dünyayı içine alan bir heyecan bu. Bizim çağdaş sanatın dünyada yükselen bir değer olduğunun farkına varmamamız düşünülemezdi.” diyen Yeğinsu, 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olacak bir şehirde yaşadığımızı, büyük bir sanatçı potansiyelimiz olduğunu ve genç sanatçıların kendilerine açılım bulmakta zorlandığını da gerekçelere ekliyor.

Bir gün herkes sanatçı olmak isteyecek

Bunca katmanlı sebeplerin bir araya gelmesiyle kurulan ArtCenter/İstanbul’u uzun uzun anlatmadan önce tek bir cümleyle özetlemek gerekirse ‘Bir gün herkes sanatçı olmak isteyecek’ diyebiliriz. Çünkü mekanda insanın resim yapası, kağıtları kesip yapıştırası, karşı apartmanı gözleyip videoya çekesi geliyor. Tane tane ve baştan başlarsak... Beyoğlu Ayhan Işık Sokak’ta Bizim Berber ve Bir İstanbul Kahvehanesi’nin karşısındaki mermer merdivenli ve papatya vitraylı bina oluyor ArtCenter/İstanbul. 19. yüzyılın virane apartmanı, beyaz ve ahşap düzeni ve dönen merdivenleriyle hala geçmişi hatırlatsa da, atölyeleri gezip çalışmaları gördükçe gelecek zamana ışınlanıyor insan.

ArtCenter/İstanbul’un en önemli özelliği, sanatsal üretim sürecini toplumun günlük yaşamının bir parçası haline getirme niyetiyle atölyelerini ziyarete açması. Ziyaretçilerin, sanatçılarla buluşarak üretim sürecini bire bir izleyip çağdaş sanata yakınlaşması; hatta ‘bunu ben de yaparım’ tavrını bir kenara bırakarak çağdaş sanatın estetiğin ötesine geçen felsefi temelli sürecine ortak olması bekleniyor.

Kime niyet, kime kısmet...

Sanatla ilgilenen kitlenin sanatçılarla buluşmakta zorlandığını düşünen Yeğinsu’ya göre, galeriler izleyiciye epey mesafeli. ArtCenter/İstanbul’da ise gençler ve samimi bir ortam var. Zili çalıyorsunuz, kapıyı bekçi Ramazan Bey açıyor. Ev sahibi edası ve güler yüzüyle… Binanın üçüncü katında 16 yıl kiracı olarak yaşayan Ramazan Bey, mahallesinden ayrılmak istemeyince bodrum kata yerleşip binanın bekçisi olmuş. Herkes halinden memnun. Mekan, fazla değil üç beş ay içinde belki de Adalet Cimcoz’un Maya Galerisi gibi sanatseverlerin dolup dolup boşaldığı bir yer olur çıkar.

Niyet, çağdaş sanatın daha geniş kitlelere ulaşıp anlaşılabilmesi olsa da kısmet küratörlere. Dere tepe demeden dünyayı dolaşıp yeni sanatçılar keşfetmeye çalışan küratörler, ArtCenter/İstanbul’da 10 genç sanatçıyı işleriyle birlikte aynı mekanda görebilecek. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen küratörler için merkez, izni alınmış milli park gibi. Herkesin onların yerinde olmak isteyeceği sanatçılar ise Ali İbrahim Öcal, Basak Kaptan, Lale Delibaş, Özlem Uzun, Bengü Karaduman, Merve Şendil, Damla Tamer, Ilgın Seymen, İrem Tok ve Balca Arda.

Pek çok başvuru arasından uzun bir eleme sonucunda seçilen sanatçılar, 30 YTL gibi cüzi bir hizmet bedeli karşılığında kendilerine iki yıllığına tahsis edilen atölyelerinde vızır vızır çalışıyorlar. Birbirleriyle kaynaşıp ortak projeler üretmeye bile başlamışlar hatta. Merkez, her gün sabah 11’den gece 2’ye kadar sanatçıların hizmetinde. Haftada 25-30 saat devam zorunluluklarıyla birlikte ortak alanları, terasları, toplantı masaları ve film izleme alanları da var.

ArtCenter/İstanbul, her yıl bir karma sergi düzenleyerek sanatçıların üretimlerini teşhir edecek. Sanatçıların hayatlarında bir yaratıcılık merdiveni olmayı planlayan merkez; sanata yakın olup sanatçıyla düşünce alışverişinde bulunmak ve sanatsal üretim sürecini bizzat görmek isteyen herkesi resmi tatiller ve Pazartesi günleri hariç saat 16.00-20.00 arası ziyarete bekliyor. 212 293 08 99

Jülide Karahan
Milliyet Sanat Dergisi /Eylül 2008

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Ay ve denizin birleştiği yer

Tatil çanlarının susmasına üç beş hafta kaldı. Eğer hâlâ bir yerlere gitmediyseniz, denizin en güzel zamanı şimdi. Hele bir de yola koyulmaya üşenenlerden ve nereye gideceğini bilemeyip dara düşenlerdenseniz değmeyin keyfinize.

Çünkü yazının devamında, tüm bunları di’li geçmiş zamanda bırakacak bir yer çıkacak karşınıza. Fakat bir uyarı: Deniz, güneş, kum ve hadi eller havaya gibi, şaka gibi, bir niyetiniz varsa; bu yazıyı da tatili de boş verin gitsin. Ama yok; yapayalnız kalmaksa dileğiniz ya da çoluk çocuk sere serpe rahat etmek istemekle birlikte balık adam sürprizleriyle karşılaşmaktan çekinmekteyseniz; Küçükbahçe Köyü’ndeki Aydeniz Pansiyon tam size göre. İzmir’in Karaburun Yarımadası’nın en ucunda, dağların arasına saklanmış, tenhalıktan tenha beğeneceğiniz bir yer Küçükbahçe. Araba sesi ve topuk tıkırtısı bir yana, sessizliğin sesi bile duyulmuyor oralarda.

Bunun üzerine birer çay iyi gider...

Geçen yaz açılan ve henüz kimselerin bilmediği, bilenlerin de çok uzak deyip es geçtiği mekân, gerçekten de ay ve denizin birleştiği yerde. Denizin dibinde, ayın altında ve yeşillikler arasında… Pansiyonun küçük küçük tahta evlerden menkul odalarının (bungalov) her biri kimlik sahibi. Ay, Güneş ve Deniz gibi isimleri var yani. Hepi topu 18 kişilik 6 küçük ama gayet lüks odadan oluşan pansiyonu; köyün yerlilerinden Erol Bey, eşi Gülsüm Hanım ve iki küçük kızı işletiyor. Yaptıklarına pek pansiyon işletmek denmez gerçi. Misafir ağırlıyorlar daha ziyade. “Akşama ne pişirsek acaba, var mı canınızın çektiği bir şey?” ya da “Bunun üzerine birer çay iyi gider; kızım hadi suyu koyuver…” şeklinde bir hizmet anlayışları var. Fiyatların kişi başı kahvaltı dahil 25 YTL olması da bu anlayışlarının bir uzantısı. Seviyorlar misafirliği.

Odalar gayet kullanışlı ve sevimli. Sepserin ve güneş enerjili. Bir de Gülsüm Hanım’ın çeyizinden çıkma kaneviçe perdeli her biri. Pansiyonun önünde iki kilometre kadar uzun ve tenhacık bir kumsal var. Deniz, İstanbul’daki gibi kırılmış ve kırıldığı yerde yıllarca tozlu kalmış bir cam gibi değil; pırıl, pırıl. Karşısı Sakız Adası. İsterseniz Erol Bey başka başka koylara da götürür sizi. Deniz kabuğu toplayabileceğiniz Badembükü’ne mesela. Balığa da çıkabilirsiniz, hatta kalamara... Gülsüm Hanım denizdeki balığa tava kurmaya pek meraklıdır yalnız, eliniz boş dönerseniz dilinden kurtulamazsınız.

Siz en iyisi mi ondan; otlu börek, ay çiçeği dolması, yaprak sarması ve mantı isteyin. Sürekli gülümsediği için gözleri görülmeyen Gülsüm Hanım her sabah; enginar, karabaşotu ve ebegümeci reçellerinden çıkarır zaten. Bu arada salatalık, domates ve biberi kendiniz topluyorsunuz bahçeden. Pansiyonun nine ile dedesi var bir de. Evleri aslında köyün içinde ama sıkılıyorlar bir başlarına. Zeytin kırarken ya da reçel kararken görürsünüz genelde nineyi. Sıkı feministtir filan da çok güzeldir köftesi.

Çardakta öğle üstü uykusu

Aydeniz’de hiç ama hiçbir şeye değişmeyeceğiniz bir olay daha var: Öğle üstü uykusu. Bahçedeki çardakta ve de tabii imbatta. Zaten imbatsız ömür geçmez oralarda. Üstelik uyandığınızda bir fincan Türk kahvesi bulursunuz yanınızda. Deniz, balık, yeme içme ve uykudan kalan dar vakitlerde; 2 cami, 2 bakkal ve 2 kahveden menkul köyü de ziyaret etmeli. Özellikle mandalina bahçelerini...

Küçükbahçe ve Aydeniz Pansiyon’a nasıl ulaşacağınıza gelince; tabir-i caizse kıvrıla büküle. Köy, İzmir’e sadece 100 km uzaklıkta. Ama Balıklıova’dan sonra, insiz cinsiz yollarda kaybolma hissiyle epey ilerlemeniz gerek. Bir diğer alternatif de Karaburun üzerinden varmak köye. Arabanız yoksa Üçkuyular’dan belli saatlerde otobüsler de var. Yol korkutmasın gözünüzü. Karar verdikten sonrası su içmek kadar basit çünkü.

Aydeniz’de iki gün kalıp iki ay dinlenmiş sanacaksınız zaten kendinizi. Her bir şeye değecek. Yalnız, gidişiniz dolunay zamanına denk gelirse eğer dönmeniz epey zor olabilir. Bir iki gün fazladan izin almakta fayda var. Çok isterseniz, sonsuzluk orada kalmanıza belki izin de verir. Kimbilir... Tel: 232 7340245 /7340237

Deniz Ilgın/Zaman Cumaertesi

16.08.2008

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Bunları senin için yazıyorum bebeğim

Türkiye, yeni doğan bebeklerin ölümünü konuşadursun İstanbul'da bazı özel hastaneler, anne babaları mutlu edecek her türlü inceliği yapıyor. Akla hemen doğum fotoğrafı, filme alınan ilk dakikalar ya da doğum şekeri geliyor; fakat öyle değil. Aileye, bebeğin ilk dakikalarının anlatıldığı bir anı defteri hediye ediliyor. ‘Bebeğin ne anısı olabilir ki?’ demeyin, oluyor. Üstelik de bunlar, yılların edebiyat öğretmeni Şebnem Yüce tarafından kaleme alınıyor. Aileler kadar hastane personeli de bebekler için yazılacak ilk sözleri merakla bekliyor. Şu sıralar Fazıl Hüsnü Dağlarca da aynı hastanede yattığı için Dağlarca şiirleriyle başlıyor bu yazılar. Hemen söyleyelim Dağlarca’nın durumu da iyi...

Yeni doğan bir sürü bebeğimiz Ankara’da enfeksiyonla savaşırken; İstanbul’da özel bir hastane, taze anne babaları mutlu edecek türlü incelik peşinde. Fotoğraf, kamera ve doğum şekeri geliyor hemen akla; ama değil. İşbirlikçisi edebiyat olan bu incelik, aileye, bebeğin anı defterinin hediye edilmesinden menkul. ‘Küçücük bebeğin ne anısı olabilir ki’ demeyin; oluyor. Üstelik de bu anılar, defterin ilk sayfasına sihirli bir el tarafından yazılıyor.

Sihirli elin sahibi, yani ‘ilk söz’lerin kelamcısı, yılların edebiyat öğretmeni Şebnem Yüce. İki buçuk senedir bebeklerin ilk günlerini anlatan Yüce, ‘ne iş yapıyorsunuz?’ sorusuna ‘anı yazarıyım’ diye cevap veriyor artık. 5000 bebeğin ilk gününe şahit olup, onları yazmış; dile kolay. Gerçi her bebek için ayrı ve özel bir anı yazmak hiç de zor değil onun için. “Üç metre uzaktan bakarsanız bütün bebekler aynı görünür gözünüze. Ama yaklaşınca her birinin ne kadar farklı olduğunu anlarsınız.” diyor zira...

“Bu ilk söz sana, doğduğun hastaneden yazıldı Deniz bebek. Acıbadem Hastanesi’nin 307 no’lu odasında sen mışıl mışıl uyurken…” diye başlayan yazıların her birinde bir başka hikaye. Onca telaş, yorgunluk ve heyecan içinde bebeğinden sonra bir anneye verilecek en güzel hediye belki de... Fırından çıkmış sıcak ekmek gibi geliyor bebekler Yüce’ye. Hastaneye koşarak gidiyor her sabah. En çok, bebekler büyüyüp dillendiklerinde, onların anı defterleri için ne düşüneceklerini merak ediyor. Aforizma ve şiirlerle bezeli birer sayfalık ‘ilk söz’ler edebiyatı sevdirir belki de her birine; kim bilir. Neler yok ki içlerinde... Babanın hayalleri, teyzenin hediyesi, çeyizden çıkmış naftalin kokulu bir çarşaf, anneanne-babaanne didişmeleri… Çeşitli konser, film, tiyatro ve romanlardan alıntılar...

Bebekleri görmeye gittiğinde çok kısa birer söyleşi yapıyor odadakilerle Yüce. En çok da bebeğin, eğer varsa, ağabey ve ablasıyla konuşmayı seviyor. “Nasıl bir dünyaya geldi sence kardeşin?” diye sorduğunda ‘yuvarlak’ diye kestirme bir cevapla ya da ‘seçenekleri alayım’ gibi bir bilgiçlikle karşılaşabiliyor çünkü. Riskli bebeklerin odalarına girmiyor ama onları unutmuyor da. Taburcu olacakları zaman ziyaret edilen bu bebeklerin defterleri, arkalarından gönderiliyor evlerine. Aileler mutlu. Telaştan teşekkür etmeyi unutanlar çıksa da arada; ilk sözleri okuduğunda gözyaşlarına boğuluyor çoğu. Devamını getireceklerini söylüyorlar bir de…

Gülümsemesi dalga dalga yayılan Şebnem Yüce, 1960 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı mezunu. Yazı yazmaya dört elle sarıldığı zamanı şöyle anlatıyor: “Annemin ardından babamı da kaybettiğimde yaşananların hafızalardan silineceği ve unutulup gideceği korkusuna kapıldım. En çok da babamla annemin yaşadığı o büyük aşkın unutulmasından korktum ve anıları yazmaya başladım.”

Uzun bir müddet bir yandan okula gidip ders vermiş; bir yandan da hatırlayabildiği kadarıyla anne ve babasının büyük, tutkulu ve bahtiyarlıkla dolu aşklarını anlatmış Yüce. Basılacağını düşünmeden çocuklarının okuması için sadece. Yazdıkları küçük bir yayınevi tarafından ’51 Leylakları’ isimli bir anı-roman olarak yayınlandığında ise kendi deyişiyle ‘yazmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmiş iliklerinde.’ “Yaşananlar bir daha yaşanmayacaksa, onları yazmak bir sorumluluk. Ve daha önemlisi bu bilinci diğer insanlara da taşımak…” diyen anı yazarı, baba ve annesiyle yetinmemiş elbette.

20 yıl Marmara Üniversitesi’nde Alman Dili ve edebiyatı hocalığı yaptıktan sonra, ‘farklı bir denize yelken açma’ gerekçesiyle ayrılmış okuldan. Kıyıdakilerin hayret ve kuşku dolu bakışlarına ve ‘profesör olmana şurada ne kaldı’ demelerine hiç aldırmadan. Kendisini bir şeylerin beklediğini hissetmiş ve güvenmiş sadece.

Anılar toplayıp onları yazmaya karar verdiğinde, çaldığı ilk kapı bir huzurevine aitmiş ama anıların orada çok silikleştiğini görünce yaşamın son yerine ilk günlerine şahit olmaya karar vermiş. Ve evinin yakınındaki Acıbadem Hastanesi’ne başvurup anı yazarlığı yapmak istediğini söylemiş. Şanslıymış, ‘bir deneyelim’ demiş çünkü yönetim. O gün bu gündür de 5000 bebeğe ilk günlerini yazıp hediye ediyor Yüce. Hastaneye öğleye doğru geliyor, önceki günün bebeklerine hikayelerini teslim edip yeni bebekleri görüyor ve gidemiyor hemen öyle. Çünkü dost herkesle. Sohbet, sohbet, sohbet…

Hastanede bir edebiyatçının varlığından memnun herkes. Yüce’nin sayesinde pek çok yazar ve şair tanıyor hastane personeli. Doktorlar, hemşireler ve hatta hastabakıcılar, bebeklere yazılan her bir ilk sözü merakla bekliyor. Şu sıralar Fazıl Hüsnü Dağlarca da aynı hastanede yattığı için Dağlarca şiirlerine iltimas geçiyor Yüce. Üstadı da her gün ziyaret ediyor ve diyor ki “Asırlık bir şairle aynı ortamda bulunmak, onun sırtına yastık koymak bir onur…” Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın durumu epey iyi artık. Yemek yemeye bile başlamış hatta. Etrafı sevenleriyle, dahası edebiyat sevenlerle dolu.

İki buçuk yıllık hastane günlerinde bunun gibi pek çok güzel anı biriktirmiş Yüce. 3000 YTL’lik aylık gelirin yanında, her bir bebeğin ilk sevincine ortak olmak söz konusu sonuçta. Tüm bu süreçte eşinin desteğini de anmadan edemiyor Yüce. Seçimlere müdahale etmeyen, huzur veren bir eş onunki. Hani şu, kendisi denizde açılmaktan korkan ama hanımının yamaç paraşütü yapmasına da karışmayanlardan. 27 yıllık bir evlilikleri ve 25 ile 23 yaşında iki kızları olan Yüce ailesini bu cesaretle kim bilir ne anılar bekliyor daha…

Deniz Ilgın

Zaman Cumaertesi/ 09.08.2008

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Unkapanı'nın içinde sergi var!

Unkapanı İMÇ’de açılan ‘bağımsız sanat inisiyatifi’ 5533, dördüncü sergisini ağırlıyor. Mekânın kurucuları Marcus Graf, Volkan Aslan ve Nancy Atakan. 5533, devletin katılmadığı, tüm etkinliğin büyük firmalar tarafından yürütüldüğü güncel sanat ortamını dengelemek uğruna bir gayret.


Küçük, bağımsız, fakir, mutlu ve artık uluslararası bir mekan Unkapanı İMÇ’deki 5533. Şu sıralar 4. sergileri ‘Miguel Rothschild Plays Miguel Rothschild’ başlıklı video programını buluşturuyorlar izleyiciyle. Kim bilir daha kimleri ve neleri buluşturacaklar...
Adını 5. Blok’taki kapı numarasından alan 5533’ün kurucuları Marcus Graf, Volkan Aslan ve Nancy Atakan. Üçü de Türkiye sanat ortamındaki endüstrileşmeyi es geçip bağımsız işler yapmak isteyenlerden. Öyle büyük büyük sözlerin yer aldığı manifestoları yok ama bu, konunun konuyu açtığı bir söyleşi yapıp çetrefilli alanlara girmemize hiç de engel değil...

Altı ay önce uçan daire gibi indiniz İMÇ’ye. Nasıl, herkes birbirine alıştı mı?
Marcus Graf: Esnaf ve seyirci 10. İstanbul Bienalinden alışkındı zaten. Ama yine de şaşırmıyor değiller. Şaşırtmak iyi, korkutmak kötü. Şaşırtmaya ve hafif hafif etkilemeye çalışıyoruz. Ama bizim ‘dünyayı ve İMÇ’yi değiştirelim, insanları eğitelim’ gibi bir misyonumuz yok.
Nancy Atakan: Bienalden sonra bir anket çalışması yapmıştık. Öğrendik ki insanlar memnun. Anlamadılar ama memnunlar. Kimse ‘bu ne saçma şey, bir daha gelmesin...’ demedi.

5533 gibi bir mekan hepinizin zaten hayali miydi? Yoksa tesadüflerle mi hayata karıştı?
NA: Aklımda her zaman böyle bir yer açmak vardı. Burasının olabileceğini, merkezin dışında diye düşünmemiştim hiç. 10. İstanbul Bienaliyle bu önyargım kırıldı ve aile yadigarı mekanı değerlendirmeye karar verdim.

Çaycı Nuri’nin küratörlüğündeki Vitrin sergisi epey konuşulmuştu. Bu uygulama devam edecek mi?
NA: Evet. Aralıkta bir Vitrin sergisi daha olacak. Seçici yine esnaftan. Kim olacağı belli değil daha, ama manifaturacı olan yan komşu çok hevesli.

Epey gezen oluyor mu sergileri?
VA: İlk zamanlar merak edip gelen çoktu. Hatta Çaycı Nuri sayesinde çok popüler de olduk. Gazete ve televizyonlar atladı hemen.

Çaycı Nuri bir halkla ilişkiler çalışması mıydı?
MG: Öyle düşünen çok oldu. O niyetle yola çıkmış olsaydık çok başarılı olacakmışız demek. Ama bu, bizim için doğal bir süreçti. Esnafla iletişim kuralım istedik sadece.

Esnaf tamam. Peki ya genel sanat izleyicisi?
VA: İzleyici için burayı konumlandırmak çok zor. Kavramlar uçuşuyor. Off space mi, open space mi, inisiyatif mi pek anlaşılmıyor.

Nesiniz hakikaten?
VA: Ticari amaç gütmeyen bir sanat mekanı.
MG: Bence bir inisiyatif. Bağımsız sanat merkezi de diyebiliriz ama merkez için pek ufak. Aslında üçümüz de güncel sanatla ilgileniyor, toplumun ve kültür alanının aktif bir parçası olmak istiyoruz. Dahası olmaya mecburuz. Çünkü biz yapmazsak kimse yapmaz. Derdimiz bu.

Sanatın politik iktidar ve piyasayla kurduğu çetrefil ve sabıkalı ilişkinin neresinde duruyorsunuz bu durumda?
MG: Şöyle anlatayım... Sağlıklı ve güçlü bir sanat ortamının üç tane ana oyuncusu vardır. Devlet, özel sanat kurumları ve bağımsız sivil inisiyatifler. Türkiye’deki üçgende devlet çok zayıf. Ortam özel kurumların elinde. Güç onlarda olduğu için onlara karşı bir korku da gelişmiş. Dengesizlik var. Denge sivil inisiyatiflerle kurulabilir ancak.

Siz o korkuyu geliştiren tarafta da bulundunuz uzun süre...
MG: Evet. 2003- 2007 yıllarında Siemens Sanat’ta yoğun bir tempoda çalıştım. 14 sergi yaptım, 100’den fazla sanatçıyla çalıştım.

Bağımsız insiyatifler pek çok kimse için başlangıç noktası sayılabilir mi?
MG: Tabii ki. Pek çok kişi büyük galeri ve resmi kurumlarla çalışmadan önce buralarda çalışıyor. Böyle bir mekanın özgürlüğü farklı.

Siemens Sanat’tan neden ayrıldınız?
MG: Bir sorun yoktu. Ama kurum kimliğiyle ben bütünleşmeye başlamıştım. Oradan emekli olmak istemedim. Hem bana, hem kuruma yeni bir kan gerekliydi. Bir kurum ile çalıştığınızda çok şey öğreniyorsunuz ama yönetime uymak gerekiyor. Avantajı da dezavantajı da var. Dezavantaj, bu kurumların çok büyük ve hantal olması. Avantaj ise bütçeleme, zamanlama, pazarlama gibi konularda tecrübe kazanmak.

Sansür oluyor mu?
MG: O her yerde var. Burada da... Bulunduğunuz mekanda varolan mevcut kurallara göre oynayacaksınız oyunu. Kuralları aşmaya, esnetmeye çalışabilirsiniz ama bir anda höt diye ‘biz gelip kıracağız’ olmaz. Centilmenlik anlaşmasında aşırı siyaset, yani propaganda ve pornografi siyah beyaz. İMÇ’de de pornografi gösteremeyiz. Zaten muhafazakar bir mekan, toplumsal tabaka belli. Bunu belki evinizde bile yapamazsınız. Hafif hafif aşılıyor ama birden olmaz.

Şirketler isimlerinin sanatla anılmasını istiyor ve sanatı destekliyor. Sanatçılar da üretimlerini sergilemek... Bu durumda, alan ve satanın memnun olması gerekmez mi?
MG: Bu şirketler çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Hepsi kapılarını kapatsa ne yapacağız? Borusan kapandı, böyle kaldık. Devlet yok olursa, kurumlar yok olursa, inisiyatifler nereye kadar... 5533 için de sponsor arıyoruz mesela. Sponsorsuz; benim paramla, onun parasıyla olmaz. Devlette sergi açmayın, kurumda açmayın, oturup köşeye ağlayın. Olmaz ki. Kenara çekilmek ve şikayet etmek yanlış.

O meşhur ‘sanat sonunda halka indi’ cümlesi 5533 için de kuruldu. Bu nasıl bir istek ve sonuç?
NA: Orada kastedilen sanatın merkezden çevreye geçmesi.
MG: O kadar basit olsaydı; sanat, 50-60 senedir halkın bir parçası olurdu. Bu çaba 80’lerden beri epey hızlandı. Bazıları kötü niyetli olarak bunu bir halkla ilişkiler faaliyeti ya da şehri pazarlama aracı olarak kullanıyor. Bütün kurumlar, büyüklü küçüklü, sanatı halka indirmeye çalışıyor. Çünkü sanat, toplumla ilişki kurmak ve toplumun bir parçası olmak istiyor. Ama ‘inmek’ yanlış bir kullanım. İndirirsek popülerleştiriyor, kolaylaştırıp sığlaştırıyoruz. Çiçek böcek meseleleri... Ben istiyorum ki sanat halka inmesin, halk sanata yükselsin. Neden insanlar sanatla ilgilenmiyor? Çünkü erken yaşlarda doğru düzgün bir sanat eğitimi verilmiyor. Bu kuşaklar hep kayıp.

Güncel sanat, hayatın içinde olmayı bu kadar dert edindiği halde neden uzak kalıyor?
MG: Aslında çok basit bir açıklaması var bunun. Güncel sanat bir uzmanlık alanı. İçinde karmaşık terimler var. Aynı şey matematik için de geçerli. Çözemeseniz de saygı duyarsınız. Güncel sanat da öyle. Terimleri, yaklaşımları ve referansları var. Bu referanslar tabii ki hayatla ilgili. Ama içe dönük ve sanatsal biçimde. Bu referansları bilmeden çözmek çok güç.

Matematiğin ‘hayatın içinde olayım’ diye bir kaygısı yok ki...
MG: Biz herkes güncel sanatla ilgilensin demiyoruz. Ama insanlara bir şans vermek lazım. Talep beklersek daha çok bekleriz. Bu yüzden kendi ziyaretçilerimizi yetiştirmemiz gerekiyor. 2001’de Türkiye’ye geldiğimde hiçbir şey yoktu. Müze, galeri, inisiyatif... Hiç. Son 6-7 senede müthiş şeyler oldu. Gelişme ve istek var. Yavaş yavaş. İnsanların kafasında bir ‘tık’ oluyor. Bir çentik. Bunu yapmalıyız en azından. Bienal, kurumlar, sivil inisiyatifler ile dergi ve gazeteler çok önemli.

Artık sanattan kaçamaz mıyız yani?
MG: Kaçamayız. 1980’lerde inanılmaz yatırımlar oldu. Mesela Almanya’da beş sene içinde 200 müze açıldı. Türkiye de şimdi öyle bir durumda. Sanatla ilgileniliyor. Altında başka bir yönelim yoksa çok güzel bu. Ben kendi adıma politik göndermeli işlerden nefret ediyorum. Baktım, anladım, öğrendim. Eeee... Sanat eseri çok katmanlı ve toplumsal olmalı; siyasal da olabilir ama bir yandan da bireysel olup referans vermeli. Şaşırmalı ve anlayamamalıyız ki, ‘tamam’ deyip bir kenara koymayalım, üzerine gidip anlamaya çalışalım.


Jülide Karahan

02.08.2008/Radikal