1 Ekim 2008 Çarşamba

İpekli, şiirli ve baharat kokulu bir sergi


Pera Müzesi’nde açılan ‘Doğunun Cazibesi-Britanya Oryantalist Resmi’ başlıklı sergi, Yale Üniversitesi Britanya Resim Sanatı Merkezi ve Tate Britain’den sonra İstanbul’da. Sırlı, şiirli, buğulu ve baharat kokulu 103 eser, kendimizi yeniden tanıma yolunda haz veren bir durak olarak ziyaret edilmeye kesinlikle değer.

Benim Adım Kırmızı’nın kahramanlarından Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken, Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı hisseder içinde: “Doğu da, Batı da benimdir.” “Peki, hepsinin, bütün bunların… Bu âlemin anlamı nedir?” İçindeki ses “sır” gibi, “sev” gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli bahanelerle Doğu ve Batı’yı tartışmaya devam eder.

Halen bu âlemin bir köşesinde olduğumuza göre biz de en azından önümüzdeki üç ay süresince, Pera Müzesi’nde açılan ‘Doğunun Cazibesi-Britanya Oryantalist Resmi’ başlıklı sergiyi bahane bilip tartışacağız meseleyi. Önemli olan bunu, eserlerle aramıza görülmeyen bir duvar örmeden becerebilmek. Çünkü sadece o vakit; bu sırlı, şiirli, buğulu ve baharat kokulu 103 eserin tadına varabiliriz.

Batı’nın 1780 ile 1930 yılları arasında Doğu’yu nasıl algıladığının belgesi niteliğindeki bunca eser; Amerika ve İngiltere’den sonra 26 Eylül itibariyle ilham aldığı topraklarda arz-ı endam etmekte. Bundan önceki durakları Yale Üniversitesi Britanya Resim Sanatı Merkezi ve Tate Britain olan sergi, British Council’in ortaklığında Pera Müzesi’nde seyreylendikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Şerce Sanat Müzesi’ne gidecek.

Bir tutam fesatlık

Batılı ressamların gözüyle uzak, renkli, egzotik ve gizemli olduğu kadar tehlikeli ve belirsiz olan Doğu, görüldüğünün aksine hayal edildiği biçimde aktarılır resme. Biraz hayali ve nispeten abartılı tablolar o kadar beğenilir ki; Avrupa, bu Doğu masalının gerçeğiyle bir daha hiç ilgilenmez. Doğu da, hem Batılılar hem de kendi kültürüne ‘öteki’ gibi bakan Doğulular için bir masal dünyası olarak kalır.

Serginin afiş ve katalog kapağı gibi ilk izlenimi sunması bakımından önemli ayrıntılarında kullanılan John Frederick Lewis’in ‘Harem Yaşamı, İstanbul’ isimli tablosundan hareketle yazının yönü, kendi oryantalistliğimize çevrilebilir elbette. Resimdeki aynaya yansıyan ayakkabıların izinden hareme girip gözetleme yapmanın hazzını kim inkar edebilir ki... Öte yandan serginin Tate Britain için hazırlanan katalog kapağında, Arthur Melville’in ‘Bir Arap İç Mekanı’ isimli tablosu var ve orada öğle sonrası rehavetine kapılmış bir adamın samimiyet ve dinginliği karşılıyor izleyeni. Edward Said’in tahakküm fikrinin nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü damardan anlattığı ‘Oryantalizm’ adlı eserinde Doğu’nun ‘öteki’ olmaya nasıl da hevesli olduğu da vurgulanıyordu ya açıkça, biraz fesatlanacak olsak yolumuz oraya da çıkacak sonunda. Elbette tüm bunlar resimlerdeki ipekliler arasına karışmış hülyalı renklerin güzelliklerini gölgeleyecek değil.

Hiç heveslenmeyin

Doğu’yu okuyup hayal etmenin oraya gitmekten daha eğlenceli olduğu yıllarda, Müslüman Akdeniz dünyasını kısa süreliğine de olsa oraya gidip görerek resmeden sanatçılar arasında Edward Lear, William Holman Hunt, Thomas Seddon, David Roberts, Frank Dillon, George Gordon, David Wilkie, Richard Dadd ve James Müller gibi isimler var. 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla Osmanlı topraklarına adeta davet edilen bu sanatçıların ele aldıkları konular portre, gündelik yaşam, manzara, harem ve din. Bu beş ana bölümden oluşan serginin bir köşesinde Lord Byron, Lady Montagu, David Robert ve Arthur Melville gibi ünlü gezginlerin yollarını ve tarihi olayları gösteren bir de harita yer alıyor.

Baştan belirtilmesinde yarar olan bir nokta da izleyicinin, Ingres’in ‘Türk Hamamı’ eserindeki gibi güzellikleri bu sergide boşuna aramaması gerektiği. Çünkü İngiliz oryantalistler, Fransız meslektaşlarının aksine çıplak kadınlardan uzak duruyorlar. Onların tabloları bu bakımdan Fransızlarınkilerden daha gerçekçi ve iyimser. Daha çok suluboya tekniğini kullanan ve küçük ebatlı çalışan İngiliz ressamlar, hamam ve harem sahnelerinde bile nü’den epey uzaklar. Savaş sahneleri, vahşet ve şiddet ise hiç yok. Varsa yoksa ipekliler arasında zamanın durduğu bir yaşam...

Kaçgöçten gayrı

Kadın ve erkeğin kaçgöç bir yaşam sürdüğü Doğu’da, ressamları en çok yoran konu gündelik yaşam resimleri olmalı. Rivayete göre İngiliz gündelik yaşam resminin büyük yeteneği Wilkie bile, İstanbul’da resme uygun konular bulamadığı için büyük bir düş kırıklığı yaşar. Ta ki bir arzuhalcinin iki kadın müşterisini görünceye kadar...

Manzara resimlerinde durum çok daha farklı. Bunu, işine tutkuyla bağlı bir manzara ressamı olan Edward Lear’ın kız kardeşine yazdığı şu satırlardan anlıyoruz: “Büyük beklentilerim vardı, ama gerçekten güzel ve şaşırtıcı manzaralar karşısında daha da büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla kalakaldım. Vadi, baştan sona, sayıca akıl almaz çokluk ve karışıklık içinde büyük bir harabe. Tapınaklar, temeller, kemerler, saraylar... Öyle ki yerin tamamı, büyülü gibi. Buna bir de kayalardaki her yarığın zakkumlar ve sarısalkımlarla dolu ve kumrular, ceylanlar ve kekliklerle capcanlı olduğunu eklersem, keyfime diyecek olmadığını tahmin edebilirsin.”

Britanyalı gezginlerin Doğulu giysiler giyip kendi portrelerini yaptırdıkları eserler zamanın ve serginin gözdelerinden. Özellikle Kraliyet Akademisi’nde 1768’den başlayarak her yıl düzenlenen sergilerde boy gösteren sosyete güzeli Jane Baldwin ve ünlü gezgin Lord Byron’un portreleri, görkemli ölçek ve gözüpek renkleriyle görülmeye değer.

En ilgisiz izleyiciyi bile cezbedecek yegane konu harem ise Avrupalılar için Doğu’yu hatırlatan en sırlı simge. Geceyi cariyelerinden hangisiyle geçirmek istiyorsa, ona bir mendil sallayan Doğulu efendi fikri elbette çok egzotik. Ama söylemeye gerek bile yok. Gerçeklik, Batı’nın Doğu hakkında bildiğini düşündüğü şeyden oldukça farklı. Gerçi yine de Britanya harem resimleri, birçok ufak ayrıntıyı gösterip sonunda hiç bir şey söylemeyerek belirsizliğin zevkini tattırıyor sanatsevere. Dini resimler için de benzer bir kanıya varılabilir. Çünkü İsa’nın yaşamının geçtiği ve Büyük Çile’yi yaşadığı yerler, sık sık ziyaret edilmekle birlikte türlü yasak sebebiyle layıkıyla resmedilebilmiş değiller.

Karanlıktan korkar mısınız?

Pek çok Doğu-Batı tartışmasına gebe olan serginin kataloğunda iki makale var ki, kulak kabartmamak mümkün değil. ‘Karanlıktan korkar mısınız?’ diye bir soru ortaya atan Faslı yazar Fatma Mernissi, makalesinde, serginin Batı’nın karanlığa karşı tutumu ile Batı’nın İslam korkusu arasındaki bağlantıyı irdelemek için olağanüstü bir fırsat sunduğunu vurgular.

Suriyeli yazar Rana Kabbani’nin içinde belirgin bir kızgın ton taşıyan makalesinde ise bambaşka bir tarafa çekiliyor dikkatimiz. Resimlerin yapıldığı dönemde İngiltere’nin askeri ve ekonomik açıdan resimlerde betimlenen yerler ve insanlar üzerinde hükümranlık kurmasına... Ve şimdi böyle bir serginin dünyanın dört bir yanını gezdiği dönemde İngiltere’nin yine bir Arap ülkesinin işgal edilmesine ortak olduğuna...

Serginin sunduğu, bazıları hiç kuşkusuz ayartıcı güzellikteki resimler gerçekten de yapay bir biçimde siyasetten arındırılmış bir dünyayı betimliyor. Britanya’nın Ortadoğu’daki sömürge ‘anı’nın zarifçe es geçildiği görüntülerde; ayaklanma, isyan, yoksulluk, kıtlık, idam ve katliamlardan eser yok. Ama cüppe, hançer ve kılıçlar; sarık, şal ve terlikler; ipek, saten ve kadife giysi ve peçeler; mücevher, yelpaze, kaval, ud ve kemanlar; yastık, halı, havuz, çeşme, kapı, avlu, kemer ve kubbeler tüm ayrıntılarıyla gözümüzün önündeler. Oryantalizmi oryantalizm yapan da bu baştan çıkarıcı ayrıntılar zaten; yoksa resimlere hülyalı bir görüntü veren ince saydam yağlıboya katlarının altındaki gerçekler değil.

Sergi, kendimizi yeniden tanıma yolunda haz veren bir durak olarak ziyaret edilmeye kesinlikle değer; tüm tartışmalara rağmen...

Jülide Karahan

Milliyet Sanat / Ekim 2008


Hiç yorum yok: