16 Ağustos 2008 Cumartesi

Ay ve denizin birleştiği yer

Tatil çanlarının susmasına üç beş hafta kaldı. Eğer hâlâ bir yerlere gitmediyseniz, denizin en güzel zamanı şimdi. Hele bir de yola koyulmaya üşenenlerden ve nereye gideceğini bilemeyip dara düşenlerdenseniz değmeyin keyfinize.

Çünkü yazının devamında, tüm bunları di’li geçmiş zamanda bırakacak bir yer çıkacak karşınıza. Fakat bir uyarı: Deniz, güneş, kum ve hadi eller havaya gibi, şaka gibi, bir niyetiniz varsa; bu yazıyı da tatili de boş verin gitsin. Ama yok; yapayalnız kalmaksa dileğiniz ya da çoluk çocuk sere serpe rahat etmek istemekle birlikte balık adam sürprizleriyle karşılaşmaktan çekinmekteyseniz; Küçükbahçe Köyü’ndeki Aydeniz Pansiyon tam size göre. İzmir’in Karaburun Yarımadası’nın en ucunda, dağların arasına saklanmış, tenhalıktan tenha beğeneceğiniz bir yer Küçükbahçe. Araba sesi ve topuk tıkırtısı bir yana, sessizliğin sesi bile duyulmuyor oralarda.

Bunun üzerine birer çay iyi gider...

Geçen yaz açılan ve henüz kimselerin bilmediği, bilenlerin de çok uzak deyip es geçtiği mekân, gerçekten de ay ve denizin birleştiği yerde. Denizin dibinde, ayın altında ve yeşillikler arasında… Pansiyonun küçük küçük tahta evlerden menkul odalarının (bungalov) her biri kimlik sahibi. Ay, Güneş ve Deniz gibi isimleri var yani. Hepi topu 18 kişilik 6 küçük ama gayet lüks odadan oluşan pansiyonu; köyün yerlilerinden Erol Bey, eşi Gülsüm Hanım ve iki küçük kızı işletiyor. Yaptıklarına pek pansiyon işletmek denmez gerçi. Misafir ağırlıyorlar daha ziyade. “Akşama ne pişirsek acaba, var mı canınızın çektiği bir şey?” ya da “Bunun üzerine birer çay iyi gider; kızım hadi suyu koyuver…” şeklinde bir hizmet anlayışları var. Fiyatların kişi başı kahvaltı dahil 25 YTL olması da bu anlayışlarının bir uzantısı. Seviyorlar misafirliği.

Odalar gayet kullanışlı ve sevimli. Sepserin ve güneş enerjili. Bir de Gülsüm Hanım’ın çeyizinden çıkma kaneviçe perdeli her biri. Pansiyonun önünde iki kilometre kadar uzun ve tenhacık bir kumsal var. Deniz, İstanbul’daki gibi kırılmış ve kırıldığı yerde yıllarca tozlu kalmış bir cam gibi değil; pırıl, pırıl. Karşısı Sakız Adası. İsterseniz Erol Bey başka başka koylara da götürür sizi. Deniz kabuğu toplayabileceğiniz Badembükü’ne mesela. Balığa da çıkabilirsiniz, hatta kalamara... Gülsüm Hanım denizdeki balığa tava kurmaya pek meraklıdır yalnız, eliniz boş dönerseniz dilinden kurtulamazsınız.

Siz en iyisi mi ondan; otlu börek, ay çiçeği dolması, yaprak sarması ve mantı isteyin. Sürekli gülümsediği için gözleri görülmeyen Gülsüm Hanım her sabah; enginar, karabaşotu ve ebegümeci reçellerinden çıkarır zaten. Bu arada salatalık, domates ve biberi kendiniz topluyorsunuz bahçeden. Pansiyonun nine ile dedesi var bir de. Evleri aslında köyün içinde ama sıkılıyorlar bir başlarına. Zeytin kırarken ya da reçel kararken görürsünüz genelde nineyi. Sıkı feministtir filan da çok güzeldir köftesi.

Çardakta öğle üstü uykusu

Aydeniz’de hiç ama hiçbir şeye değişmeyeceğiniz bir olay daha var: Öğle üstü uykusu. Bahçedeki çardakta ve de tabii imbatta. Zaten imbatsız ömür geçmez oralarda. Üstelik uyandığınızda bir fincan Türk kahvesi bulursunuz yanınızda. Deniz, balık, yeme içme ve uykudan kalan dar vakitlerde; 2 cami, 2 bakkal ve 2 kahveden menkul köyü de ziyaret etmeli. Özellikle mandalina bahçelerini...

Küçükbahçe ve Aydeniz Pansiyon’a nasıl ulaşacağınıza gelince; tabir-i caizse kıvrıla büküle. Köy, İzmir’e sadece 100 km uzaklıkta. Ama Balıklıova’dan sonra, insiz cinsiz yollarda kaybolma hissiyle epey ilerlemeniz gerek. Bir diğer alternatif de Karaburun üzerinden varmak köye. Arabanız yoksa Üçkuyular’dan belli saatlerde otobüsler de var. Yol korkutmasın gözünüzü. Karar verdikten sonrası su içmek kadar basit çünkü.

Aydeniz’de iki gün kalıp iki ay dinlenmiş sanacaksınız zaten kendinizi. Her bir şeye değecek. Yalnız, gidişiniz dolunay zamanına denk gelirse eğer dönmeniz epey zor olabilir. Bir iki gün fazladan izin almakta fayda var. Çok isterseniz, sonsuzluk orada kalmanıza belki izin de verir. Kimbilir... Tel: 232 7340245 /7340237

Deniz Ilgın/Zaman Cumaertesi

16.08.2008

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Bunları senin için yazıyorum bebeğim

Türkiye, yeni doğan bebeklerin ölümünü konuşadursun İstanbul'da bazı özel hastaneler, anne babaları mutlu edecek her türlü inceliği yapıyor. Akla hemen doğum fotoğrafı, filme alınan ilk dakikalar ya da doğum şekeri geliyor; fakat öyle değil. Aileye, bebeğin ilk dakikalarının anlatıldığı bir anı defteri hediye ediliyor. ‘Bebeğin ne anısı olabilir ki?’ demeyin, oluyor. Üstelik de bunlar, yılların edebiyat öğretmeni Şebnem Yüce tarafından kaleme alınıyor. Aileler kadar hastane personeli de bebekler için yazılacak ilk sözleri merakla bekliyor. Şu sıralar Fazıl Hüsnü Dağlarca da aynı hastanede yattığı için Dağlarca şiirleriyle başlıyor bu yazılar. Hemen söyleyelim Dağlarca’nın durumu da iyi...

Yeni doğan bir sürü bebeğimiz Ankara’da enfeksiyonla savaşırken; İstanbul’da özel bir hastane, taze anne babaları mutlu edecek türlü incelik peşinde. Fotoğraf, kamera ve doğum şekeri geliyor hemen akla; ama değil. İşbirlikçisi edebiyat olan bu incelik, aileye, bebeğin anı defterinin hediye edilmesinden menkul. ‘Küçücük bebeğin ne anısı olabilir ki’ demeyin; oluyor. Üstelik de bu anılar, defterin ilk sayfasına sihirli bir el tarafından yazılıyor.

Sihirli elin sahibi, yani ‘ilk söz’lerin kelamcısı, yılların edebiyat öğretmeni Şebnem Yüce. İki buçuk senedir bebeklerin ilk günlerini anlatan Yüce, ‘ne iş yapıyorsunuz?’ sorusuna ‘anı yazarıyım’ diye cevap veriyor artık. 5000 bebeğin ilk gününe şahit olup, onları yazmış; dile kolay. Gerçi her bebek için ayrı ve özel bir anı yazmak hiç de zor değil onun için. “Üç metre uzaktan bakarsanız bütün bebekler aynı görünür gözünüze. Ama yaklaşınca her birinin ne kadar farklı olduğunu anlarsınız.” diyor zira...

“Bu ilk söz sana, doğduğun hastaneden yazıldı Deniz bebek. Acıbadem Hastanesi’nin 307 no’lu odasında sen mışıl mışıl uyurken…” diye başlayan yazıların her birinde bir başka hikaye. Onca telaş, yorgunluk ve heyecan içinde bebeğinden sonra bir anneye verilecek en güzel hediye belki de... Fırından çıkmış sıcak ekmek gibi geliyor bebekler Yüce’ye. Hastaneye koşarak gidiyor her sabah. En çok, bebekler büyüyüp dillendiklerinde, onların anı defterleri için ne düşüneceklerini merak ediyor. Aforizma ve şiirlerle bezeli birer sayfalık ‘ilk söz’ler edebiyatı sevdirir belki de her birine; kim bilir. Neler yok ki içlerinde... Babanın hayalleri, teyzenin hediyesi, çeyizden çıkmış naftalin kokulu bir çarşaf, anneanne-babaanne didişmeleri… Çeşitli konser, film, tiyatro ve romanlardan alıntılar...

Bebekleri görmeye gittiğinde çok kısa birer söyleşi yapıyor odadakilerle Yüce. En çok da bebeğin, eğer varsa, ağabey ve ablasıyla konuşmayı seviyor. “Nasıl bir dünyaya geldi sence kardeşin?” diye sorduğunda ‘yuvarlak’ diye kestirme bir cevapla ya da ‘seçenekleri alayım’ gibi bir bilgiçlikle karşılaşabiliyor çünkü. Riskli bebeklerin odalarına girmiyor ama onları unutmuyor da. Taburcu olacakları zaman ziyaret edilen bu bebeklerin defterleri, arkalarından gönderiliyor evlerine. Aileler mutlu. Telaştan teşekkür etmeyi unutanlar çıksa da arada; ilk sözleri okuduğunda gözyaşlarına boğuluyor çoğu. Devamını getireceklerini söylüyorlar bir de…

Gülümsemesi dalga dalga yayılan Şebnem Yüce, 1960 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı mezunu. Yazı yazmaya dört elle sarıldığı zamanı şöyle anlatıyor: “Annemin ardından babamı da kaybettiğimde yaşananların hafızalardan silineceği ve unutulup gideceği korkusuna kapıldım. En çok da babamla annemin yaşadığı o büyük aşkın unutulmasından korktum ve anıları yazmaya başladım.”

Uzun bir müddet bir yandan okula gidip ders vermiş; bir yandan da hatırlayabildiği kadarıyla anne ve babasının büyük, tutkulu ve bahtiyarlıkla dolu aşklarını anlatmış Yüce. Basılacağını düşünmeden çocuklarının okuması için sadece. Yazdıkları küçük bir yayınevi tarafından ’51 Leylakları’ isimli bir anı-roman olarak yayınlandığında ise kendi deyişiyle ‘yazmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmiş iliklerinde.’ “Yaşananlar bir daha yaşanmayacaksa, onları yazmak bir sorumluluk. Ve daha önemlisi bu bilinci diğer insanlara da taşımak…” diyen anı yazarı, baba ve annesiyle yetinmemiş elbette.

20 yıl Marmara Üniversitesi’nde Alman Dili ve edebiyatı hocalığı yaptıktan sonra, ‘farklı bir denize yelken açma’ gerekçesiyle ayrılmış okuldan. Kıyıdakilerin hayret ve kuşku dolu bakışlarına ve ‘profesör olmana şurada ne kaldı’ demelerine hiç aldırmadan. Kendisini bir şeylerin beklediğini hissetmiş ve güvenmiş sadece.

Anılar toplayıp onları yazmaya karar verdiğinde, çaldığı ilk kapı bir huzurevine aitmiş ama anıların orada çok silikleştiğini görünce yaşamın son yerine ilk günlerine şahit olmaya karar vermiş. Ve evinin yakınındaki Acıbadem Hastanesi’ne başvurup anı yazarlığı yapmak istediğini söylemiş. Şanslıymış, ‘bir deneyelim’ demiş çünkü yönetim. O gün bu gündür de 5000 bebeğe ilk günlerini yazıp hediye ediyor Yüce. Hastaneye öğleye doğru geliyor, önceki günün bebeklerine hikayelerini teslim edip yeni bebekleri görüyor ve gidemiyor hemen öyle. Çünkü dost herkesle. Sohbet, sohbet, sohbet…

Hastanede bir edebiyatçının varlığından memnun herkes. Yüce’nin sayesinde pek çok yazar ve şair tanıyor hastane personeli. Doktorlar, hemşireler ve hatta hastabakıcılar, bebeklere yazılan her bir ilk sözü merakla bekliyor. Şu sıralar Fazıl Hüsnü Dağlarca da aynı hastanede yattığı için Dağlarca şiirlerine iltimas geçiyor Yüce. Üstadı da her gün ziyaret ediyor ve diyor ki “Asırlık bir şairle aynı ortamda bulunmak, onun sırtına yastık koymak bir onur…” Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın durumu epey iyi artık. Yemek yemeye bile başlamış hatta. Etrafı sevenleriyle, dahası edebiyat sevenlerle dolu.

İki buçuk yıllık hastane günlerinde bunun gibi pek çok güzel anı biriktirmiş Yüce. 3000 YTL’lik aylık gelirin yanında, her bir bebeğin ilk sevincine ortak olmak söz konusu sonuçta. Tüm bu süreçte eşinin desteğini de anmadan edemiyor Yüce. Seçimlere müdahale etmeyen, huzur veren bir eş onunki. Hani şu, kendisi denizde açılmaktan korkan ama hanımının yamaç paraşütü yapmasına da karışmayanlardan. 27 yıllık bir evlilikleri ve 25 ile 23 yaşında iki kızları olan Yüce ailesini bu cesaretle kim bilir ne anılar bekliyor daha…

Deniz Ilgın

Zaman Cumaertesi/ 09.08.2008

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Unkapanı'nın içinde sergi var!

Unkapanı İMÇ’de açılan ‘bağımsız sanat inisiyatifi’ 5533, dördüncü sergisini ağırlıyor. Mekânın kurucuları Marcus Graf, Volkan Aslan ve Nancy Atakan. 5533, devletin katılmadığı, tüm etkinliğin büyük firmalar tarafından yürütüldüğü güncel sanat ortamını dengelemek uğruna bir gayret.


Küçük, bağımsız, fakir, mutlu ve artık uluslararası bir mekan Unkapanı İMÇ’deki 5533. Şu sıralar 4. sergileri ‘Miguel Rothschild Plays Miguel Rothschild’ başlıklı video programını buluşturuyorlar izleyiciyle. Kim bilir daha kimleri ve neleri buluşturacaklar...
Adını 5. Blok’taki kapı numarasından alan 5533’ün kurucuları Marcus Graf, Volkan Aslan ve Nancy Atakan. Üçü de Türkiye sanat ortamındaki endüstrileşmeyi es geçip bağımsız işler yapmak isteyenlerden. Öyle büyük büyük sözlerin yer aldığı manifestoları yok ama bu, konunun konuyu açtığı bir söyleşi yapıp çetrefilli alanlara girmemize hiç de engel değil...

Altı ay önce uçan daire gibi indiniz İMÇ’ye. Nasıl, herkes birbirine alıştı mı?
Marcus Graf: Esnaf ve seyirci 10. İstanbul Bienalinden alışkındı zaten. Ama yine de şaşırmıyor değiller. Şaşırtmak iyi, korkutmak kötü. Şaşırtmaya ve hafif hafif etkilemeye çalışıyoruz. Ama bizim ‘dünyayı ve İMÇ’yi değiştirelim, insanları eğitelim’ gibi bir misyonumuz yok.
Nancy Atakan: Bienalden sonra bir anket çalışması yapmıştık. Öğrendik ki insanlar memnun. Anlamadılar ama memnunlar. Kimse ‘bu ne saçma şey, bir daha gelmesin...’ demedi.

5533 gibi bir mekan hepinizin zaten hayali miydi? Yoksa tesadüflerle mi hayata karıştı?
NA: Aklımda her zaman böyle bir yer açmak vardı. Burasının olabileceğini, merkezin dışında diye düşünmemiştim hiç. 10. İstanbul Bienaliyle bu önyargım kırıldı ve aile yadigarı mekanı değerlendirmeye karar verdim.

Çaycı Nuri’nin küratörlüğündeki Vitrin sergisi epey konuşulmuştu. Bu uygulama devam edecek mi?
NA: Evet. Aralıkta bir Vitrin sergisi daha olacak. Seçici yine esnaftan. Kim olacağı belli değil daha, ama manifaturacı olan yan komşu çok hevesli.

Epey gezen oluyor mu sergileri?
VA: İlk zamanlar merak edip gelen çoktu. Hatta Çaycı Nuri sayesinde çok popüler de olduk. Gazete ve televizyonlar atladı hemen.

Çaycı Nuri bir halkla ilişkiler çalışması mıydı?
MG: Öyle düşünen çok oldu. O niyetle yola çıkmış olsaydık çok başarılı olacakmışız demek. Ama bu, bizim için doğal bir süreçti. Esnafla iletişim kuralım istedik sadece.

Esnaf tamam. Peki ya genel sanat izleyicisi?
VA: İzleyici için burayı konumlandırmak çok zor. Kavramlar uçuşuyor. Off space mi, open space mi, inisiyatif mi pek anlaşılmıyor.

Nesiniz hakikaten?
VA: Ticari amaç gütmeyen bir sanat mekanı.
MG: Bence bir inisiyatif. Bağımsız sanat merkezi de diyebiliriz ama merkez için pek ufak. Aslında üçümüz de güncel sanatla ilgileniyor, toplumun ve kültür alanının aktif bir parçası olmak istiyoruz. Dahası olmaya mecburuz. Çünkü biz yapmazsak kimse yapmaz. Derdimiz bu.

Sanatın politik iktidar ve piyasayla kurduğu çetrefil ve sabıkalı ilişkinin neresinde duruyorsunuz bu durumda?
MG: Şöyle anlatayım... Sağlıklı ve güçlü bir sanat ortamının üç tane ana oyuncusu vardır. Devlet, özel sanat kurumları ve bağımsız sivil inisiyatifler. Türkiye’deki üçgende devlet çok zayıf. Ortam özel kurumların elinde. Güç onlarda olduğu için onlara karşı bir korku da gelişmiş. Dengesizlik var. Denge sivil inisiyatiflerle kurulabilir ancak.

Siz o korkuyu geliştiren tarafta da bulundunuz uzun süre...
MG: Evet. 2003- 2007 yıllarında Siemens Sanat’ta yoğun bir tempoda çalıştım. 14 sergi yaptım, 100’den fazla sanatçıyla çalıştım.

Bağımsız insiyatifler pek çok kimse için başlangıç noktası sayılabilir mi?
MG: Tabii ki. Pek çok kişi büyük galeri ve resmi kurumlarla çalışmadan önce buralarda çalışıyor. Böyle bir mekanın özgürlüğü farklı.

Siemens Sanat’tan neden ayrıldınız?
MG: Bir sorun yoktu. Ama kurum kimliğiyle ben bütünleşmeye başlamıştım. Oradan emekli olmak istemedim. Hem bana, hem kuruma yeni bir kan gerekliydi. Bir kurum ile çalıştığınızda çok şey öğreniyorsunuz ama yönetime uymak gerekiyor. Avantajı da dezavantajı da var. Dezavantaj, bu kurumların çok büyük ve hantal olması. Avantaj ise bütçeleme, zamanlama, pazarlama gibi konularda tecrübe kazanmak.

Sansür oluyor mu?
MG: O her yerde var. Burada da... Bulunduğunuz mekanda varolan mevcut kurallara göre oynayacaksınız oyunu. Kuralları aşmaya, esnetmeye çalışabilirsiniz ama bir anda höt diye ‘biz gelip kıracağız’ olmaz. Centilmenlik anlaşmasında aşırı siyaset, yani propaganda ve pornografi siyah beyaz. İMÇ’de de pornografi gösteremeyiz. Zaten muhafazakar bir mekan, toplumsal tabaka belli. Bunu belki evinizde bile yapamazsınız. Hafif hafif aşılıyor ama birden olmaz.

Şirketler isimlerinin sanatla anılmasını istiyor ve sanatı destekliyor. Sanatçılar da üretimlerini sergilemek... Bu durumda, alan ve satanın memnun olması gerekmez mi?
MG: Bu şirketler çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Hepsi kapılarını kapatsa ne yapacağız? Borusan kapandı, böyle kaldık. Devlet yok olursa, kurumlar yok olursa, inisiyatifler nereye kadar... 5533 için de sponsor arıyoruz mesela. Sponsorsuz; benim paramla, onun parasıyla olmaz. Devlette sergi açmayın, kurumda açmayın, oturup köşeye ağlayın. Olmaz ki. Kenara çekilmek ve şikayet etmek yanlış.

O meşhur ‘sanat sonunda halka indi’ cümlesi 5533 için de kuruldu. Bu nasıl bir istek ve sonuç?
NA: Orada kastedilen sanatın merkezden çevreye geçmesi.
MG: O kadar basit olsaydı; sanat, 50-60 senedir halkın bir parçası olurdu. Bu çaba 80’lerden beri epey hızlandı. Bazıları kötü niyetli olarak bunu bir halkla ilişkiler faaliyeti ya da şehri pazarlama aracı olarak kullanıyor. Bütün kurumlar, büyüklü küçüklü, sanatı halka indirmeye çalışıyor. Çünkü sanat, toplumla ilişki kurmak ve toplumun bir parçası olmak istiyor. Ama ‘inmek’ yanlış bir kullanım. İndirirsek popülerleştiriyor, kolaylaştırıp sığlaştırıyoruz. Çiçek böcek meseleleri... Ben istiyorum ki sanat halka inmesin, halk sanata yükselsin. Neden insanlar sanatla ilgilenmiyor? Çünkü erken yaşlarda doğru düzgün bir sanat eğitimi verilmiyor. Bu kuşaklar hep kayıp.

Güncel sanat, hayatın içinde olmayı bu kadar dert edindiği halde neden uzak kalıyor?
MG: Aslında çok basit bir açıklaması var bunun. Güncel sanat bir uzmanlık alanı. İçinde karmaşık terimler var. Aynı şey matematik için de geçerli. Çözemeseniz de saygı duyarsınız. Güncel sanat da öyle. Terimleri, yaklaşımları ve referansları var. Bu referanslar tabii ki hayatla ilgili. Ama içe dönük ve sanatsal biçimde. Bu referansları bilmeden çözmek çok güç.

Matematiğin ‘hayatın içinde olayım’ diye bir kaygısı yok ki...
MG: Biz herkes güncel sanatla ilgilensin demiyoruz. Ama insanlara bir şans vermek lazım. Talep beklersek daha çok bekleriz. Bu yüzden kendi ziyaretçilerimizi yetiştirmemiz gerekiyor. 2001’de Türkiye’ye geldiğimde hiçbir şey yoktu. Müze, galeri, inisiyatif... Hiç. Son 6-7 senede müthiş şeyler oldu. Gelişme ve istek var. Yavaş yavaş. İnsanların kafasında bir ‘tık’ oluyor. Bir çentik. Bunu yapmalıyız en azından. Bienal, kurumlar, sivil inisiyatifler ile dergi ve gazeteler çok önemli.

Artık sanattan kaçamaz mıyız yani?
MG: Kaçamayız. 1980’lerde inanılmaz yatırımlar oldu. Mesela Almanya’da beş sene içinde 200 müze açıldı. Türkiye de şimdi öyle bir durumda. Sanatla ilgileniliyor. Altında başka bir yönelim yoksa çok güzel bu. Ben kendi adıma politik göndermeli işlerden nefret ediyorum. Baktım, anladım, öğrendim. Eeee... Sanat eseri çok katmanlı ve toplumsal olmalı; siyasal da olabilir ama bir yandan da bireysel olup referans vermeli. Şaşırmalı ve anlayamamalıyız ki, ‘tamam’ deyip bir kenara koymayalım, üzerine gidip anlamaya çalışalım.


Jülide Karahan

02.08.2008/Radikal


1 Ağustos 2008 Cuma

İstanbul’un Modern Müzeleri

İstanbul sanat ortamının talihi döndü, yazgısı değişti. Bu dönüş ve değişim tam olarak ne zaman başladı; kestirmek zor, lakin son üç beş senedir olay ayyuka çıktı. Bunda, birbiri ardına açılan modern sanat müzelerinin epey payı var. Küratör Beral Madra’nın 1980’lerin Türkiye sanat ortamını tanımlarken kullandığı “Devletin her türlü olanaktan yoksun bıraktığı, yılda bir iki resim bile satın alamayan, dahası binasının onarımını yap­tıramayan üç müze…” ifadesi çok gerilerde kaldı. Müzelerimiz neredeyse dünya sanatıyla yarış halinde şimdi.

Müze deyince, tarihin ağırlığı altında ezilen tozlu binalar gelirdi eskiden aklımıza. Ve bu binalar bize sadece tarihi anlatmak içindi. Şimdiki zamanın üretimiyle yoktu hiçbir ilgileri. Geçmişe doğru gittiğimizde Türkiye’de müze olarak tasarlanan ilk yapının 1891’de inşa edilen şimdiki İstanbul Arkeoloji Müzesi olduğunu görüyoruz. O zamanlar hemen karşısındaki Güzel Sanatlar Akademisi ve yanı başındaki kütüphanesiyle saltanatsız ama gururlu bir müzeydi o. Tıpkı, dünyadaki ilk müze sayılan İskenderiye Müzesi (MÖ 4. yüzyıl) gibi... Topkapı, Dolmabahçe, Türk İslam Eserleri gibi müzelerimiz de öyle.

Bize tarihi anlatan bu müzeler eskidi ve tozlandı mı şimdi? Elbette hayır. Onlar her zamanki haşmetleriyle durdukları yerde. Ama artık gündemi takip eden müzeler kuruldu ülkemizde. Hem de dünya sanat gündemini. Son on yıldır dünyanın pek çok yerinde turistlerin aklına tarihin ağırlığı altında ezilmiş, eski ve muhteşem binalar değil; en yeni mimarlık fikirlerinden doğmuş, garip ve kışkırtıcı yapılar geliyor. Koleksiyonlarında öyle benzersiz tarihi eserler barındırmak zorunda değil bu müzeler. Mimarileri, özel efektleri, süreli sergileri ve sundukları kültürel eğlenceler de bir o kadar önemli.

Londra’ya giden her turist nasıl Tate Modern’i, İspanya ’ya giden de Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’ni görmeden dönmüyorsa; İstanbul’un da görülmeden dönülmeyecek sanat müzeleri mevcut. O müzelerin, ki bir elin parmağınca henüz sayıları, hünerleri boylarını kat be kat aştı. Hem bizi, hem de turistleri kendilerine çektiler ve hatta yeni yaşam alanlarımıza dönüştüler. “Öyleyse akşamüstü falanca müzede buluşuyoruz...” gibi cümleler bile kurmaya başladık. Büyük ve seyirlik sanat müzelerimizin modernlikleri; mimari, konfor, koleksiyon ve sergilerinden menkul. Sürekli sergileri bir yana, süreli sergileriyle de öne çıkıyorlar üstelik. Buradan hareketle İstanbul’un modern müzeleri kimler ve neler yapıyorlar bir göz atalım istedik...

Kapısından kuyruk eksilmeyen müze

2002’de açılan Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), modern müzelerimizin en bilineni. Rahmetli Sakıp Sabancı, müzenin açılışında, yurtdışındaki toplantılarda önemli kimselerin birbirlerine hep “Sende neler var?” diye sorup; “Bende Picasso, Matisse ve Miro var.” gibi cevaplar verdiklerini anlatmış ve eklemişti: “Biz o zaman kalıyorduk böyle mahçup mahçup. Anladık ki bu işlere önem verilmeli...”. Verildi de. Hem de epey. Picasso ve Rodin sergileriyle İstanbul trafiğini kilitleyen SSM için; sanatseverler Erzurum’dan trenlerle, Ankara’dan otobüslerle geldiler şehre. Müze Müdürü Nazan Ölçer’e göre “Dünya sanat haritası İstanbul’dan geçer oldu.” hatta. 250 binden fazla kişinin gezdiği ‘Picasso İstanbul’da sergisi boyunca müzenin kapısından kuyruk eksik olmadı hiç.

Geçmiş sergileri daha fazla anlatıp da görmeyenlerin moralini bozmayalım ve önümüze bakalım. SSM, şu sıralar hummalı bir çalışma içinde. Çünkü 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizm akımının temsilcisi Salvador Dali’yi ağırlayacak önümüzdeki günlerde. 20 Eylül’de açılacak sergi; 270 kadar yağlıboya tablo, çizim ve grafiğin yanı sıra el yazmaları, fotoğraflar ve çeşitli dokümanlarla zenginleşerek kapsamlı bir retrospektife dönüşecek. Bu evrensel ve provokatif sanatçının düşünceleri, saplantıları, ikonografisi ve sürreel dünyasının kapıları 2009 Ocak’ına dek açık kalacak.

İsmi ve cismiyle modern müze

2004’ün son günlerinde dönemin başbakanı tarafından alelacele açılan İstanbul Modern, yılda hiç olmazsa iki ulusal ve iki uluslararası sergi, üç de fotoğraf sergisi ağırlayarak dünya sanat gündeminden hiç düşmedi. 3.5 senede 28 sergi; dile kolay. Pek çok kimse için buluşma noktası olan İstanbul Modern’in küçük de olsa bir kütüphanesi ve epey pahalı da olsa deniz manzaralı bir de cafesi var.

Müzenin şu günlerde ağırladığı sergilere gelince… Üst kat tamamıyla Türkiye coğrafyasının 100 yıllık sanat serüvenine odaklanmış durumda. ‘Modern Deneyimler’ başlığı altındaki koridora girdiğimizde Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, 19. yüzyıldan 1940’lı yılların sonlarına dek, resim sanatının zamandizinsel gelişimini izleyebiliyoruz.

‘Bireysel İzlenimler’de ise sanatçı odaları üzerinden ortak bir tarihin kişisel deneyimler ile nasıl örtüşüp ayrılabileceğine tanık oluyoruz ki, bu kısım sanat tarihinin aynı zamanda modern bireyin tarihi olduğunu hatırlatması bakımından önemli. Modern sanatı, sanatçılar üzerinden geçirdiği değişimi takip ederek izlemenin başkaca pek yolu da yok zaten.

Müzenin alt katında 10 Ağustos’a dek Tasarım Kentleri sergisi görülebilir. Dünya tasarım anlayışını değiştiren önemli sanatçıların yapıtlarını biraraya getiren sergi; mimariden endüstriyel ürünlere, mobilyadan grafik tasarıma, modadan otomotive geniş bir yelpazede. Müzenin küçük fotoğraf galerisini de unutmamalı. Galeride ‘İğne Deliği Fotoğrafları’ başlıklı bir sergi var şu günlerde. Gepegenç fotoğrafçıların iğneyle kuyu kazar gibi konserve kutusuna ya da cezveye açtıkları delikten sızan ışıkla, ‘camera obscura' ilkesiyle çektikleri fotoğraflar, herkesi fotoğrafçı olmaya çağıracak türden.

İspanyol ressam Miro’dan renk defilesi

Akıllarımıza Osman Hamdi’nin Kaplumbağa Terbiyecisi’ne ödediği rekor fiyatla kazınan Pera Müzesi, 2005 Haziran’ında kapılarını İstanbullulara açtığında bir sanat mabedi olacağının sinyallerini vermişti aslında. Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından desteklenen müzenin az ilerisindeki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ile kütüphane eksiğini de gideren Pera Müzesi, beş ayrı kata ve bir o kadar ayrı sergiye sahip.

Kalıcı koleksiyonlarını 1 ve 2. katlarda sergileyen müzenin 4 ve 5. katlarında şu sıralar delişmen İspanyol ressam Joan Miro’nun düş dünyası var. Gerçeküstücü soyut ressam Miro ile buluşmak için tarihi bir fırsat olan sergi, Maeght Koleksiyonu’ndan gelen 120 parçadan oluşuyor. Yapıtlarının sırrını ve uçarı hayal gücünü en başından kendini doğaya bırakarak elde eden ressam, haklı ve mütevazı olarak “Bizim şansımız Picasso’dan sonra doğmak demiş ve eklemiş zamanında: “Son tablolarımı yıldırım çarpmışçasına, dış dünyadan bütünüyle koparak tasarladım. Bu, resim değil. Ama bu da, hiç mi hiç umurumda değil.”

Akademiyi ‘feci bir yeteneksizlik ve beceriksizlik’ sergileyerek yarım bırakan Miro, pek çok kimseye göre renkçiymiş ama biçime gelince beş para etmezmiş. Pera Müzesi’ndeki sergide, sanatçının tüm renkleriyle karşılaşmak için son tarih 31 Ağustos 2008. Elinizi çabuk tutmalı ve sergiye gitmişken müzenin alt katlarındaki Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri, Kütahya Çini ve Seramikleri ile üç yüzü aşkın tablodan oluşan Oryantalist Resim Koleksiyonu’nun bir parçasını da görmelisiniz tabii ki.

Santralistanbul, Rahmi Koç ve Proje 4L Elgiz...

Geçtiğimiz Eylül’de açılan Santralistanbul; mimarisi, cesareti ve şimdiye kadar ağırladığı sergilerle aynı minvalde bir müze. Santralistanbul’un enerjisi bir başka. İstanbul’un eski elektrik santrali ne de olsa. Eyüp’te olması sebebiyle gidiş zor gelebilir ama müzeye AKM’nin önünden düzenli servisler var. Bilgi Üniversitesi’nin kimi bölümleri, Enerji Müzesi ve Sanat Müzesi aynı bahçenin, daha doğrusu kampüsün içinde. Bu sebeple müzenin etrafı sürekli gençlerle çevrili. Santralistanbul’un açılış sergisi ‘Modern ve Ötesi’, ne yazık ki geçtiğimiz günlerde sona erdi. Türk modern sanatının öyküsü olarak sunulan sergi, her şeye ve onca tartışmaya rağmen görülseydi iyiydi. Ama artık geçti. Yeni sergilere kısmet...

Haliç’in kıyısına kurulmuş bir başka modern müzemiz de Rahmi Koç. Kendini Türkiye’deki ulaşım, endüstri ve iletişimin tarihine adayan Rahmi Koç Müzesi, gramofon iğnesinden gerçek boyutlarda gemilere ve uçaklara kadar uzanan binlerce objeyi içeriyor.

Proje 4L Elgiz Güncel Sanat Müzesi, 2001 yılında kurulmasına rağmen hala fazla tanınmıyor. Halbuki müze, 2005’ten beri Elgiz Koleksiyonunu kalıcı olarak sergilemekte. Koleksiyon da her geçen gün değerli ve güncel eserlerle zenginleşiyor elbette. Yolunuz Levent’e düştüğünde uğrarsanız neler kaçırdığınızı göreceksiniz.

Lafı fazla uzatmaya lüzum yok: İstanbul’un modern müzeleri; sergi, kütüphane, katalog ve cafeleriyle tam teşekküllü şekilde ziyarete bekliyor sanatseveri.

KUTU: Önce müze, sonra cafe... Yoksa tam tersi mi?

Modern müzeler hayatımıza iyiden iyiye girdi. Bir öğle sonrası kendimizi bir kattan diğerine, bir salondan öbürüne koşuştururken buluyoruz. Soluklanmak, aldığımız katolog ve broşürleri karıştırmak, eğer varsa, yanımızdakiyle sanatsal meseleleri tartışmak neredeyse bir ihtiyaç. Hal böyle olunca müzelerdeki cafelere talep arttı. Ya da tam tersi. Öyle güzel müze cafeler var ki; sergi gezmek, cafede oturup keyif yapmanın bahanesi...

İstanbul Modern Cafe, manzarası sebebiyle tam bahanelik. Hele de önüne bir vapur demirlememişse... Salon ve terasta oturanlar Boğaz’da gelip giden gemileri, Ayasofya’yı, Topkapı Sarayı’nı, Üsküdar’ı ve Kızkulesi’ni seyredebiliyor. SSM’deki Müzedechanga da boğaziçine bakan cafelerden. Cilasız meşeden yapılmış ahşap mobilyalarıyla kimlik sahibi bir mekan Müzedechanga. Rahmi Koç Müzesi’ndeki Halat ise Haliç’in kıpırtılı sularına bakıyor. Santralistanbul’daki Otto, mimarisi ve sıradışı dekoruyla epeydir herkesin dilinde zaten. Menüsünde de aynı deneysellik sürüyor üstelik. Elgiz Güncel Sanat Müzesi’nin cafesinin de Otto’dan kalır yanı yok. Pera Müzesi’nin ise girişte solda gayet ciddi ve ağırbaşlı bir cafesi mevcut. Binanın eskiden otel olduğunu ele veren bir cafe bu.


Deniz Ilgın

Raillife/ Ağustos 2008