9 Kasım 2008 Pazar

ÖZEL MÜZELERİN MASUM TARİHİ

Geçen iki ay boyunca en çok konuşup tartıştığımız müze, Orhan Pamuk’un kuracağı Masumiyet Müzesi’ydi. Bir roman kahramanı olan Kemal Basmacı’nın vasiyetiyle, önümüzdeki yıl Çukurcuma’da açılacak müzenin kendisini değilse de hayalini hepimiz gezdik neredeyse. Kemal’in yıllar yılı sırf Füsun’u hatırlattığı için biriktirdiği öteberinin sergileneceği Masumiyet Müzesi, magenta pembesi bir aşkın hatırasını tüm ağırlığıyla taşıyacak üzerinde. Üstelik müzenin bekçisi, Kemal Bey’in vasiyeti gereğince, çiklet çiğneyenlere ve öpüşenlere hiç kızmayacak.

Gerçek hayattaki müzelerdeyse öyle şeyler yapmak hâla yasak. Ama zaten müze ziyaretlerimizin sebebi, Orhan Pamuk’un geçliğinde yaptığı ve ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’de ballandıra ballandıra anlattığı gibi, sevgilimizle kuytu köşelere çekilmek değil. Tekrar tekrar gidiyoruz; çünkü her defasında heyecanlanacak başka bir şey buluyoruz.

Eskiden böyle değildi. Müze deyince, tarihin ağırlığı altında ezilen tozlu binalar gelirdi aklımıza. Ne zaman müzeler haftası gelse ve sınıfça filanca müze gezmeye gidilse, bunu okuldan kaytarmanın bir vesilesi olarak benimser; o sebeple ‘oleyy’ derdik. O zamanlar ya biz çok küçük ve haylazdık, ya da müzecilik başka türlüydü. Ama galiba müzecilik başka türlüydü. Çünkü bugün de küçük ve haylaz olan çocuklar içten ‘oleyy’lerle gidiyor müzelere. Hatta tatil günlerinde kendi istekleriyle... Gerçekten değişik bir şeyler oluyor galiba. Atalarımızın dediği gibi, çocuktan al haberi.

TOZLU TARİH VE SU FATURASI

Gerçek hayatın yetişkin kahramanlarına döner ve onların neden müze kurduklarına bakarsak, gerçeğin kurgudan öyle pek de uzak olmadığını görürüz. Tarihteki ilk müzeler, Tanrı ve Tanrıçalara armağan edilen nesnelerin biriktirilmesiyle oluşmuşlar. Sonra sonra Atina, İskenderiye ve Roma gibi kentlerde yaşayan zenginler, tıpkı Kemal gibi, değerli buldukları eşyaları biriktirerek koleksiyonculuğa başlamışlar.

Bugünkü müzeciliğin temeli ise Rönesans döneminde, Floransa’da yaşayan Medici ailesinin çok sayıda sanat eseri alıp biriktirmesiyle atılmış. Bildiğimiz anlamda Avrupa’da açılan ilk müze Louvre (1793) olurken; ilk Türk Müzesi Osman Hamdi Bey’in 1891’de kurduğu bugünkü adıyla İstanbul Arkeoloji Müzesi. Türkiye’nin ilk plastik sanatlar müzesi ise 1937’de kurulan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi. Orhan Pamuk’un gençliğinde epey ziyaret ettiği bu müze, bir başka müzemiz İstanbul Modern’e sadece 1 kilometre uzaklıkta. Birinin sinek avlayıp, diğerinin dolup dolup taşması; birinin devlet, diğerinin vakıf müzesi olmasından. Yoksa koleksiyonsa koleksiyon...

Sözü dolandırıp uzatmaya lüzum yok. 32 yıl kamuda çalıştıktan sonra Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğünü üstlenen Dr. Nazan Ölçer’in şu sözleri yeterli: “Türk İslam Eserleri Müzesi Müdürüyken faturayı ödeyemediğimiz için sularımızın kesildiğini hatırlıyorum. Bakanlık kaç para yollarsa ancak onu harcayabilirdik ve ödeneklerimiz asla yetmezdi. Her şey gecikirdi. Şimdi ampul param, elektrik ve su faturam ne olacak diye düşünmüyorum. Çok iyi yetişmiş, hakikaten bu işi yapmak isteyen insanlarla çalışıyorum. Daha ne isteyebilirim. Başarılı olmak zorundayım.” [i] Başarılı da... Londra’ya giden her turist nasıl Tate Modern’i, İspanya ’ya giden de Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’ni görmeden dönmüyorsa; İstanbul’un görülmeden dönülmeyecek müzelerinden biri de Sakıp Sabancı Müzesi.

2002 yılında açılan Sabancı Müzesi, Türkiye’de işadamları koleksiyonlarının kurumsallaştığı ilk müzelerden biri. Emirgan Atlı Köşk’teki müze, daimi koleksiyonundan ziyade, geçici sergileriyle adını duyurdu gerçi. 24 Kasım 2005 – 26 Mart 2006 tarihlerinde gerçekleşen ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi, 4 ay gibi kısa bir sürede 254 bin kişi tarafından ziyaret edildi. Sergi boyunca müzenin kapısından kuyruk eksik olmadığı gibi sahil trafiği kilitlendi; Erzurum ve Ankara gibi uzak şehirlerden otobüsler kiralandı.

Picasso’nun masmavi afişlerini daha unutamamışken; bir sabah uyandık ki ne görelim... Şehrin her tarafı kırmızıya kesmiş. Neymiş, kırmızı Salvador Dali’ye en çok yakışan renkmiş. 20 Eylül 2008’de açılan ‘İstanbul’da Bir Sürrealist, Salvador Dali’ sergisinin sponsoru Akbank’ın kurumsal renginin de kırmızı olduğunu hatırlatalım ve hasılata bakalım: Sergiyi ilk beş günde toplam 8 bin 132 kişi gezmiş. Picasso’nun ilk beş gününde ziyaretçi sayısı 6 bin 507 kişiydi. Olası ziyaretçi sayısını doğru orantıyla hesap etmek sizden; sergideki ‘Aşk Duygusunu İfade Eden İki Parça Ekmek’ tablosunu görmenizi önermek bizden.

REKABETE DOĞRU...

Türkiye’nin ilk özel müzesi, 1980’de Sarıyer’deki Azeryan Yalısı’nda açılan Sadberk Hanım Müzesi. Sadberk Koç’un hayatı boyunca topladığı işleme, porselen, gümüş ve Osmanlı kıyafetlerinden oluşan koleksiyon; 3 bin 500 parçadan 18 bine ulaşmış durumda. Koç Vakfı’nın desteğiyle açılan müzenin taşınacağı söylentileri de doğrulandı geçenlerde. Ömer Koç; 2010’a kadar, Rahmi Koç Sanayi Müzesi’nin yakınlarında geniş bir alanda, bir çağdaş sanat müzesi açacak ve Sadberk Hanım Müzesi’ni oraya taşıyacakmış. Dedikodu bu ya, müzenin cafesini de Borsa işletecekmiş. [ii]

Yani, müzelerarası rekabet iyice kızışacak... Bu tatlı rekabet aslında, 11 Aralık 2004’te İstanbul Modern’in açılmasıyla çoktan başlamıştı. Müzenin; 2004’ün son günlerinde Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakerelerinin başlamasına 6 gün kala, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın baskısıyla, alelacele açıldığını uzun uzun anlatmaya lüzum yok. İstanbul Modern’in girişinde asılı duran Erdoğan, Chirac, Blair ve Shröder’in tebrik mektupları her şeyi hatırlatıyor zira. Geride bıraktığı 3.5 yılda 30 kadar sergi düzenleyen müze, siyasetçileri neredeyse bir mıknatıs gibi çekiyor nedense. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun, Avusturya Prensi Hubertus Von Hohenlohe, Hollanda Kraliçesi Beatrix, Prens Willem Alexander ile eşi Prenses Maxima, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ve eşi Esma Esad siyasetçi ziyaretçilerden sadece bazıları...

İstanbul Modern’in açılmasıyla başlayan müzelerarası zarif rekabet, Osman Hamdi Bey’in ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ tablosunun Suna ve İnan Kıraç Vakfı tarafından satın alınmasıyla iyice alenileşti. Açık artırmada Eczacıbaşı ile kıran kırana bir rekabet yaşayan vakıf; tabloyu, 2005 Haziran’ında açacağı Pera Müzesi’nde sergilemek üzere tam 5 trilyon liraya satın aldı. Tablonun fiyatı müzayede sırasında 42 kez artırıldı.[iii] Zihnimize Kaplumbağa Terbiyecisi’ni alan müze olarak yerleşen Pera, böylece, bir sanat mabedi olacağının sinyallerini verdi. Beş ayrı kat ve bir o kadar ayrı sergiye sahip olan müze, şu günlerde ipekliler arasında ve baharat kokmakta. Anlatılacak gibi değil... Dokunmaya izin olmasa da gidip görmeli ve koklamalısınız.

İstanbul’un özel müzeleri say say bitmeyecek duruma gelmiş. Kendini Türkiye’deki ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine adayan Rahmi Koç Müzesi, çok tartışılan ‘Modern ve Ötesi’ başlıklı sergiyle açılan Santralistanbul, 2005’ten beri Elgiz Koleksiyonunu sergileyen Proje 4L Elgiz Güncel Sanat Müzesi ve Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi diğer önemli özel müzelerimizden. Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesine bakacak olursak lokomotiften zeytinyağına 110 özel müze var ülkemizde. Ama, gerçekte bu sayı çok daha fazla olmalı. Çünkü mesela listede İstanbul Modern yok. Müzenin neden Kültür Bakanlığı resmi sitesinde yer almadığını müze yetkililerine sorduk ama o derse girmediklerinden boş kağıt verdiler.

ÖZEL MÜZE AÇMAK

Önümüzdeki yıllarda; ülkemizde büyük bir deprem, politik çalkantı ya da ekonomik kriz yaşanmazsa, kişisel koleksiyonların sergileneceği pek çok özel müze açılacağa benziyor. Özel müzelerin nasıl açıldığına gelince, Türkiye’de müzelerle ilgili üç önemli mevzuat var. ‘Milletlerarası Müzeler Konseyi (İCOM) Türkiye Milli Komitesi Yönetmeliği’, ‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ ve ‘Özel Müzeler ve Denetimleri Hakkında Yönetmelik’.

Bakanlığın sitesinde yapılan açıklamaya göre; özel müze kurma isteğini konu alan başvurular, 2863 sayılı Kanun ve buna bağlı ‘Özel Müzeler ve Denetimleri Hakkında Yönetmelik’ hükümleri doğrultusunda inceleniyor. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü M. Özalp Birol, müze kurmak isteyen kişi ve kurumların, Kanunun 26. maddesine özellikle dikkat emelerini salık veriyor. ‘Müze, özel müze ve koleksiyonculuk’ başlığı altındaki 26. madde özetle şöyle: ... Gerçek ve tüzel kişilerce kurulacak müzeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izin belgesinde belirlenen konu alanlarına inhisar etmek şartıyla, taşınır kültür varlığı bulundurup teşhir edebilirler. Bu müzeler, taşınır kültür varlıklarının korunması hususunda Devlet müzeleri statüsündedirler. ... Koleksiyoncular, ilgili müzeye tescil ettirerek, koleksiyonlarındaki her türlü eseri on beş gün önce Kültür ve Turizm Bakanlığına haber vermek şartı ile kendi aralarında değiştirebilir veya satabilirler. Satın almada öncelik, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na aittir.”

Yani, kendi özel koleksiyonunun devlet eliyle ‘korunup kollanmasından’ çekinmeyenler, gönül rahatlığıyla özel müze açabilirler.

HER ŞEYİN DEĞİŞTİĞİ AN

Müze kurmak hem çok meşakkatli, hem de ülkede bir sürü özel müze var. Demek ki işin içine çocuklardan alamayacağımız haberler girdi. İlk özel müzemizin açıldığı 1980’e kadar ‘tık’ yoktu da sonra ne oldu da birdenbire herkes inanılmaz paralar yatırarak müze açmaya başladı? Her şeyin değiştiği belli bir tarih var mı? Dünya sanat piyasasında var, evet. 15 Ekim 1958.

O akşam, Londra’daki Sotheby’s müzayede salonunda, sadece 7 tablo açık arttırmaya çıkar. İki Cezanne, bir Van Gogh, bir Renoir ve üç Manet. İlk beş satış sırasında olağanüstü bir durum yokken sıra Cezanne’nın ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’una geldiğinde her şey değişir. Her biri adları açıklanmayan birer koleksiyoncuyu temsil eden iki New Yorklu sanat taciri, fiyatları birbirlerini kamçılar gibi arttırır. Resim sonunda 610 bin dolara satıldığında bu rakam, bir müzayedede daha önce bir resme verilen en yüksek fiyattan 5 kat daha fazladır. Her şeyin sorumlusu ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’, şu anda Washington National Gallery of Art koleksiyonunda. [iv]

Sanat piyasasında olanların Türkiye’ye yavaş yavaş ulaşması ve Adorno’nun ‘Kültür Endüstrisi’ kavramının literatürle birlikte hayatımıza girmesi tabii ki kaçınılmazdır. Radikal Kültür Sanat Editörü Cem Erciyes, rahmetli Sakıp Sabancı’nın müzesini açarken yaptığı konuşmayı, onun ağzından şöyle anlatır: “Uluslararası toplantılarda, ‘Kardeşim senin elinde ne var?’ diye soruyorlar ve ekliyorlardı: ‘Bende Picasso var, Miro var, Matisse var...’ Biz o zaman kalıyorduk böyle mahçup mahçup. Anladım ki önce bunları almak lazım.” İşte, Türkiye’de patronların kültür endüstrisiyle tanışmaları biraz da böyle...[v]

Müzelerin marksist toplumlarda devlet, kapitalist toplumlarda ise büyük patronlar tarafından kurulduğunu söyleyen Yahşi Baraz’a göre; eser toplayan işadamları doyuma ulaştıklarında, müze kurarak koleksiyonlarını toplumun malı haline getirirler.[vi] Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın Pera Müzesi’ni kurmasının nedenini, ‘Vakfın kurucularının, sahip oldukları kültür varlıklarını toplumla paylaşma isteği’ olarak açıklayan Özalp Birol; buradaki en önemli faktörlerden birinin, kurucuların zaten var olan üst düzeydeki itibarlarının bu çalışmalara paralel olarak korunması gerektiğinin altını çizerek ekler: “Gerçekleştirdiğimiz etkinlikler, kâr amaçlı kurumların marka imajlarını güçlendirmeye yönelik, ticari ve pazarlama eksenli etkinliklerinden daha farklı bir kulvarda değerlendirilmelidir.”

Yapı Kredi Bankası son aylarda kimi sanat dergilerinde yayınlanan tam sayfalık reklâmında, 54 yıldır sanat için yaptıklarını uzun uzun anlatır ve önce “Çok mu şey yapmışız?” diye sorup, sonra kendi kendine cevaplar: “Bir kişiyi bile bir sanat yapıtıyla buluşturmak için değerdi.”

SANAT ESERİ, TAHVİL Ve BONO

“Sanata yatırım şirketlere ne kazandırıyor?” sorusuna; geçtiğimiz günlerde üçüncüsü gerçekleşen Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli’nin verdiği cevap şu: “Sanat eseri zaten yatırımın kendisi. Sanat, fon ve tahvillerin çok üzerinde kârlı. Sanat eseri değeri dünyada 2007’de ortalama yüzde18 arttı.”

Küresel sanat piyayasında gerçekten de endişe verici bir büyüme söz konusu. 2000’den bu yana eser fiyatlarındaki artış, gayrimenkulden sonra en fazla kazandıran yatırım aracı olarak sanatı ön plana çıkardı. Dünya sanat piyasasının nabzını tutan Artprice’ın ‘Küresel Sanat Piyasası Raporu’na göre, 2007’de dünya sanat eserlerinin satışından elde edilen ciro 9.2 milyar doları aştı. Milyon doların üzerinde satılan eser sayısı 810’dan 1254’e çıkarken, tüm alım işlemlerinin yüzde 90’ını oluşturan 12 bin doların altındaki eserlerde bile yüksek bir kârlılık görüldü.[vii]

Tüm bu rakamlar bir yana, sanatın bizzat kendisine yatırım yapmaktan daha kârlı bir seçenek var. Sanat etkinliklerine sponsor olmak... Öyle olmasaydı Akbank yalnızca Aksanat’ı yönetir; İstanbul Film Festivali, Salvador Dali sergisi ve Contemporary İstanbul’a sponsor olmazdı. Aynı şekilde Garanti Bankası, yıllarca İstanbul Caz Festivallerini desteklemez, Koç Holding de 10 yıl süreyle İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğuna soyunmazdı. Bir bildikleri var demek...

‘Kültürün Özelleştirilmesi’ isimli kitabın yazarı Chin-tao Wu, şirketleri sponsorluğa sevk eden başlıca iki nedenden bahseder. İl­ki, şirketin ürün veya hizmetleriyle, desteklenen etkinlik arasında doğru bir bağlantı kurulması sonucu etkinliğin bir satış kampanyasına yol açması; ikincisi ise sa­natla kurulan ilişki sayesinde aydınlanmış şirket imajının cilalanmasıdır.[viii] İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı da, müzenin ikinci yaşını doldurması sebebiyle verdiği beyanatta; yüksek nitelikli ve yaygın bir biçimde tanıtılan etkinliklere sponsor olmanın, şirketlerin toplumdaki tanınırlıklarını ve itibarlarını artıracağını vurgular.

Ali Güreli’ye göre, bir sanat müzesine sponsor olmak kurumsal kimlik ve prestij bir yana, şirketin müşterilere ulaşmasında bir aracıdır da. Çünkü bu müzeleri ziyaret edenler; sosyo-ekonomik açıdan diğer müze ziyaretçilerine göre daha yüksek ekonomik gelirli, daha iyi eğitimli ve daha saygın işlere sahip kişiler; yani potansiyel müşterilerdir.

GÜLÜMSEYEN MÜZE SÖZCÜLERİ

Şirketlerin sponsorluk faaliyetleri az da olsa sanata müdahaleyi içerir. Müdahale şirketlerin ekonomik gücünden kay­naklanır ve ne yazık ki bu, ölçebileceğimiz bir şey değil. Şirketlerin sanat etkinliklerine ayırdıkları bütçeye ilişkin kapsamlı bir tablo sunmak son derece güç. Tanıtım söz konusu olduğunda her türlü bilgiyi veren şirket sözcüleri, iş ra­kamları açıklamaya geldiğinde ser verip sır vermiyor ve gülümseyerek ‘epey fazla’ demekle yetiniyor.

Bu konuda Özalp Birol’un hakkını teslim etmeli. Birol; Pera Müzesi’nin şimdiye kadar gerçekleştirdiği en yüksek bütçeli sergilerin ‘Rembrandt ve Çevresi: Desenler’, ‘Collected Visions: JP Morgan Chase Sanat Koleksiyonu’ndan Çağdaş Eserler’, ‘Miro: Maeght Koleksiyonu’ndan Baskılar, Resimler, Desenler’ ve ‘Doğu’nun Cazibesi: Britanya Oryantalist Resmi’ sergileri olduğunu ve bunların toplam 100 bin Euro ile 450 bin Euro arasında bütçelerle gerçekleştiğini söylüyor. Yuvarlak ama gülümsemenin ötesinde...

Sponsorluk faaliyetlerinin son 10 yılda artmasının nedenlerinden biri de reklam ve tanıtıma verilen önem. Bir sponsor şirket çalışanının dile getirdiği gibi; genele yönelik, anlık ve vurucu etkiler oluşturan reklam çalışmalarından farklı olarak sponsorluk, uzun süreli ve kalıcı imgeler oluşturuyor. Sponsorluğun diğer pazarlama yöntemlerine göre en önemli üstünlüğü, sanat etkinliği­ni destekleyen şirketin reklam değil, haber olması. Reklam ile haberin algısı arasındaki fark bir yana, haberin kapladığı alanın reklam değeri bile bu işe girmek için yeterli bir sebep. Bir örnekle açıklamak gerekirse, Sabancı Müzesi’nin Lizbon’da gerçekleştirdiği bir sergi üzerine yazılı basında çıkan toplam 45 haberin reklam tarifesi bazında ulaştığı değer yaklaşık 401 bin 563 dolar. Picasso sergisinin yerli gazete ve dergilerde yaklaşık bin 100 kez yer aldığı; televizyon programlarında ise 500’den fazla görüldüğü düşünülürse bu kalemdeki kazanç daha iyi anlaşılır. [ix]

Wu’ya göre, şirketlerin sanata müdahalesinin gölgede kalan sebeplerinden biri siyasi güç sahibi olmakla ilgili. Philip Morris, bu gölge sebebi, 1994’te New York’ta sigara içmeyi yasaklayan kanunlara karşı lobi yapmak için kullanmıştır. Şöyle ki; New York Büyükşehir Meclisi, kamusal alanlarda sigara içmeyi yasaklayacak tasarı üzerinde çalı­şırken, Philip Morris, tasarının yasalaşması durumunda şirketin merkezini iki bin çalışanıy­la birlikte başka bir yere taşıyacağını ve sanata verdiği tüm desteği çekeceğini duyurma cesaretini göstermiştir. Wu, şirketin edindiği kültürel sermaye birikiminin, bütün çıplaklığıyla, ekonomik çıkarlara hizmet etmek üzere politik güce dönüştürüldüğü anın bu an olduğunu söylemekte çok haklı değil mi? Philip Morris’in başarıya ulaşamamış olması ve yasanın 1 Ocak 1995’te yürürlüğe girmesi durumu değiştirmez.[x]

DAHA ÇOK TEŞVİK, DAHA ÇOK YATIRIM

25 Haziran 1998 sabahı kırk kişilik bir sanatçı gurubu, Atatürk Kültür Merkezi önünden kalkan bir otobüsle İstanbul’dan Ankara’ ya gider. Amaçları, Meclis’teki bir tasarının, kurum ve kişilerin sanata yaptıkları yatırımın vergiden muaf tutulabilmesi için, yasalaşmasıdır. Çabaları geç de olsa sonuçlanır ve Yeni Sponsorluk Yasası olarak bilinen 5225 sayılı ‘Kültür Yatırımları ve Girişimlerini Teşvik Kanunu’, 14.07.2004 tarihinde kabul edilir.

Yasaya göre, kültür ve sanat alanındaki sponsorlara; vergi, SSK primi, su, elektrik ve doğalgaz teşviki sağlanıyor ve yapılan katkı, doğrudan vergi matrahından düşülüyor. Herhangi bir etkinliğe sponsor olmayı düşünenler için açıklayalım: Ülkemizde kurumlar vergisi yükü yaklaşık yüzde 33’tür. Sponsor olunursa, sponsorluk bedelinin yüzde 33’ü vergi olarak devlete ödenmeyecektir. Örneğin kurum, 300 bin dolar katkıda bulunursa, bu bedelin yüzde 33’ü olan 99 bin doları vergi olarak devlete ödemez. Yasadan yararlananlar, çalıştıracakları işçilerin ücretleri üzerinden hesaplanan gelir vergisi stopaj indiriminden de faydalanırlar.

Teşvik veya indirime konu olacak faaliyetler; kültür merkezlerinin yapımı, onarımı ve işletilmesi; kütüphane, arşiv, müze, sinema, tiyatro gibi kültürel ve sanatsal etkinliklerin ya da ürünlerin yapıldığı, üretildiği veya sergilendiği mekanlar ile kültürel ve sanatsal alanlara yönelik özel araştırma, eğitim veya uygulama merkezlerinin yapımı, onarımı veya işletilmesidir.
Epey uzattık ve belki de kulağımızı uzun yoldan gösterdik ama yazının başından beri anlattığımız o afili müzelerin gelir kaynakları, vakıf bütçeleri ve sponsor destekleridir. Bilet, hediyelik eşya ve katalog satışından elde edilen gelir, o yıl içinde gerçekleştirilen sergi, işletme ve diğer giderlerin onda birini ya karşılar, ya karşılamaz. Bahanemizle müze açacak okuyuculardan da komisyon alınmaz.

.............................................................................................................................................

[i] Ayşe Adlı, ‘Müzeler Picasso’sunu bekliyor’, Aksiyon, 22 Mayıs 2006.
[ii] Kemal Yılmaz, ‘Alman milletine sesleniş’, Radikal, 15 Eylül 2008.
[iii] Burcu Pelvanoğlu, ‘İstanbul Müzeleri, Koleksiyonları ve Bitmek Bilmeyen Sorunları’, Arredamento Mimarlık, Eylül 2008.
[iv] Simon Houpt, Kayıp Eserler Müzesi, Çev: Mine Haydaroğlu, YKY, Eylül 2007.
[v] Jülide Karahan, Türkiye’de Medya ve Sanat İlişkisi/Plastik Sanatlar Üzerine Bir İnceleme, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eylül 2008.
[vi] ‘Çağdaş Sanat Müzesi Sorgulaması’, Türkiye’de Sanat, Ocak/Şubat 2002.
[vii] ‘2007’de Sanat Piyasası’, Galerist, Mayıs 2008.
[viii] Chin-tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi, Çev: Esin Soğancılar, İletişim Yayınları, 2005.
[ix] Karahan, age.
[x] Wu, age.


Jülide Karahan

Infomag / Kasım 2008

...

Anadolu’da Çağdaş Sanat

Son zamanlarda Anadolu’ya yönelik, vur kaç taktikli değil, kalıcı projeler çıkıyor karşımıza. 2010 kapsamındaki ‘Sanatın Anadolu Aydınlanması’ henüz yolun başında ama ‘Directlink: Sanat Aracılığıyla Kültürlerarası Diyalog’ epey yol aldı. Anadolu kentleri, çok yakında ‘voltran, voltran, voltran’ diyerek güçlerini birleştirebilir. İstanbul’un hazırlıklı olmasında fayda var.


Birilerinin bunu yapması gerekiyordu. Çağdaş kültürü Anadolu’nun her yanına yayma­yı amaçlayan Halkevleri ve Inkılap Sergileri’nden beri unuttuğumuz bir şeyi; Anadolu’yu hatırlayıp, hatırlatması... Küratör Beral Madra’nın sık sık vurguladığı gibi, İstanbul sanat ortamı uzunca bir süre Anadolu’dan bi haber yaşadı. Ve nihayet; o birileri çıktı.

Ali Akdamar’ın yürüttüğü ‘Sanatın Anadolu Aydınlanması’, Anadolu’ya göz kırpan projelerden biri. 2010 kapsamındaki bu projeyle, Anadolu sanat üretiminin önce İstanbul’a ve oradan dünyaya taşınması amaçlanıyor. Şimdilik 12 şehre ulaşan ‘Sanatın Anadolu Aydınlanması’ yoluna devam ededursun, biz, yenice tamamına ve muradına eren bir başka çalışmadan bahsedelim.

‘Directlink: Sanat Aracılığıyla Kültürlerarası Diyalog’, geçen yıl boyunca, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Avrupa Birliği fonları desteğiyle 14 Anadolu kentine ulaştı.
Projenin sanat yönetmenliğini yürüten Şule Ateş, ‘İstanbul’un dışında çağdaş sanat ne durumda?’ sorusuyla yola çıkıp; belirlenen şehirlerdeki tüm sanat kurum ve oluşumlarının kapısını çaldı. ‘Çağdaş sanat için ne yapılabilir?’ sorusuyla geri dönen Ateş’in projesi; plastik sanatlar, müzik, sinema ve gösteri sanatlarını içeriyor. Bulunan her türlü cevap, bilgi ve iletişim adresi www.directlinkproject.org sitesinde paylaşımda şimdi, ama karşılıklı sohbet bir başka...

14 Anadolu şehri nasıl bir ön araştırmayla belirlendi?

İlk önce üç büyükler ile sanatsal açıdan belli bir aşama kaydetmiş şehirleri eledik. Diyarbakır almış başını gitmişti mesela, onu şeçmedik. Sonra hiç bir şey yapmamış olan kentleri de eleyip; kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışan ama daha yolun başında olanlara odaklandık. Devlet tiyatrosu, güzel sanatlar fakülteleri ya da konservatuarı olanlar öne çıktı. Seçtiğimiz şehirler arasında Antakya, Çanakkale, Batman, Bartın, Eskişehir, Kars, Mardin, Mersin, Nevşehir, Trabzon, Urfa, Adana, Afyon ve Gaziantep var.

Şehirler masa başında belirlendi yani...

Sayılır. Ön çalışmaları internetten yürüttük. Hepsini tek tek dolaşmadık. Ama Anadolu Kültür’ün araştırmaları çok faydalı oldu. Belirlenen 14 şehri tek tek dolaşıp bağlantılar kurduk ve son aşamada 6’sında atölye çalışmaları yaptık.

Anadolu’da nasıl karşılandınız?

Avrupa Birliği fonlarından destek aldığımız için biraz kuşkuyla yaklaştılar. İhtiyatlı ve güvensiz... Çünkü AB’nin çeşitli projeleri nedeniyle Anadolu’ya çok gelinip gidilmiş. Bu da pek çok kişide ‘kullanılıyoruz’ gibi bir his bırakmış. Birileri proje yapıyor, para kazanıyor, bizim elimize geçen bir şey yok diye düşünüyorlar. Proje dendi mi bir ürperti başlıyor zaten. Bunun bir sebebi de net bir fikirlerinin olmaması. “Ne olacak şimdi, AB ne, ne işe yarayacak bu, bize ne faydası var?” filan diyorlar.

Hakketen ne faydası var?

Bu söyleşinin bile faydası var. Farkındalık oluşturmak çok önemli. Bir web sitesi var. Yakında kitap çıkacak. İstanbul sanat çevresini kendi içine dönük ve kapalı yapısından çıkaracak gelişmeler bunlar. Çünkü değişim ancak iletişimle olabilir. Anadolu İstanbul’la, İstanbul Anadolu’yla iletişim kurmadan, buradaki sanatçılar orada, oradakiler de burada bir şeyler yapmadan olmaz. Bir kere Anadolu’da bir şeyler kendi kendine yeşeremez. Oradaki bir sanatçı okur, üretir ama sektör içinde yer almak istiyorsa illa İstanbul’a gelmesi gerekir. Bu proje sayesinde oradaki sanatçılar İstanbul’a gelmeden de bilinir olabilecek.

Diyarbakır örneğinde olduğu gibi şehrin kendi merkezini oluşturmasını mı kastediyorsunuz?

Bir anlamda evet. Niye 5-6 tane daha Diyarbakır olmasın? Diyarbakır, bir 6 yılda bu hale geldi çünkü oraya bir yatırım yapıldı. Anadolu Kültür; sanatçıyı tanıdı, tanıttı ve ilişkilendirdi. Anadolu’da bir şeylerin başlaması ve gelişmesi için yatırım yapılması lazım. Başka türlü yerelden beslenen bir sanat anlayışının oluşması çok zor.

Kim yapacak bu yatırımı?

Merkeziyetçi yönetim anlayışını bıraksa Kültür Bakanlığı olabilir. Üniversiteler, Kültür Bakanlığına bağlı Kültür Müdürlükleri ve Devlet Tiyatroları son derece yaygın ve güçlü kurumsal ağlara sahip. Sanata dair her yeni bilgi, bu kurumlar üzerinden dağılabilir aslında. Ama olmuyor. Çünkü modernist ve merkeziyetçi yaklaşımda ısrar ediyorlar.

Yerel yönetimler olabilir mi?

Olabilir... Belediyelerde geleneksel sanat eğitimine yönelik girişim ve organizasyonlar çoğalmış durumda. AKP tarafından yönetilen belediyelerin neredeyse tümünde; Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, tiyatro ve halk dansları konusunda eğitim veren konservatuarlar ve bu eğitimle paralel yürüyen yarı profesyonel koro, ekip ve topluluklar var. Bir şeyler yapmaya çok açıklar. İlgileniyorlar. Geleneksel kültürü sahiplenişle bu şaşırtıcı heves bir araya geldiğinde ve çağdaş sanatın yerel kültüre olan ilgisi göz önüne alındığında; bu belediyeler, çağdaş sanat konulu organizasyon ve iş birlikleri için iyi ortaklar olabilirler. Ama onlar da uzman kadrolarla çalışmıyor ve eş dostu çok kayırıyor.

Peki, kim yapacak?

Belediye de bakanlık da, birileri onları zorlamadan, bildiklerinin dışında pek bir şey yapmaz. Bütün kesim ve disiplinleri kapsayacak ve değişmekte olan zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek politikaların uygulanabilmesi için baskı gruplarına ihtiyaç var. Aslında ana problem organizasyonun bilinmemesi. Proje yazmayı, organizasyon yapmayı bilecek birilerine ihtiyaç var. Bir kişi çok şey değiştirebilir oralarda. Mesela Malatya’da Fazıl Ercan, Kervansaray Buluşması diye bir etkinlik için hem belediye, hem valilikten destek almış. Çok da başarılı bir organizasyon yapmış.

İstanbul’un dışında çağdaş sanat ne durumda? 100 üzerinden kaç verirsiniz?

Zayıf alır tabii. 100 üzerinden 10, iyi niyetli bir bakışla. Umduğumdan çok daha ilgi çekici bir Anadolu’yla karşılaştım aslında. İstanbul’dan bakınca, yani sanat çevresinin bakışıyla, Anadolu’da hiç bir şey yok gibi gelir ama aslında potansiyel var. Herkes bir şey yapma istek ve heyecanı içinde. Ama pek çok yerde çağdaş sanatın ne olduğu bile bilinmiyor.

Çok parlak örnekler hiç mi yok?

Olmaz mı... Mesela 3 yıl önce Mardin’in Kızıltepe ilçesinde, eski bir hamamda bir güncel sanat sergisi yapılmış. Trabzon’da sekiz sanat inisiyatifi, Vali Konağı’nın kendilerine tahsis edilmesini sağlayarak ‘Trabzon Sanat Evi’ başlığı altında birleşmiş ve ortak bir sanat mekanı oluşturmuş. Bunun dışında daha yakından bildiklerimiz örnekler var. Diyarbakır Sanat Merkezi, Antakya’daki A77, İzmir’deki K2, Kapadokya Çağdaş Sanat Festivali, Malatya Kervansaray Buluşması, Mardin Sinema Festivali, Kars Belediye’sinin Sanat ve Film Festivalleri, Avrupa Kültür Derneği’nin Sinop’ta iki kez gerçekleştirdiği Sinopale, Çanakkale Bienali, Afyon Müzik Festivalleri, Antalya Film Festivali, Adana Altın Koza Festivali, Eskişehir Sanat Festivali...

İstanbul dışındaki çağdaş sanat için ne yapılabilir? Hap gibi cevaplarsak...

Anadolu’da istekli gruplar var. Onlara destek olmak lazım. En önemlisi iletişim kurmak... Hiç bir şey olmasa bile, İstanbul’dan birileri sanatla ilgili görüşme yapmak ve keşifte bulunmak için oraya gitse... İstanbul bizimle ilgileniyor diye heveslenirler. İlgi çok şey değiştiriyor. Biraraya gelip bir şeyler yapmaya hevesliler ama organizasyon becerileri yok. Türkiye genelinde 5-6 şehir seçip, bugün çalışmaya başlasak, onlar da şu anda Diyarbakır’ın yapmaya çalıştığı gibi kendi bölgelerini destekler hale gelebilir. Böylece bir on yıl içinde, kendi çevresini besleyebilecek güçte yeni kültür şehirleri ortaya çıkar. Ciddi atılımlar için eğitim de şart tabii.

Eğitim nasıl olacak? Akla, sanatçı Fatih Balcı’nın Diyarbakır sokaklarında insanların eline ‘Art Today’i verip onların fotoğrafını çektiği çalışması geliyor. Ne kadar işleyecek yani?

Eğitim derken, Batı sanatını öğrenip taklit etsinler demiyorum ki... Mesele, Anadolu’daki sanatın Batı sanatına ne kadar benzeyeceği ya da yaklaşabileceği değil. Daha çok, Anadolu’da, günümüze ait ve yeni bir estetik dilin ortaya çıkabilme olasılığı. Çağdaş sanat, bu ülkenin özüyle birleştiği oranda ortaya çıkmalı zaten. Gelenek ve yerel kültürü yok saymadan...

Bu röportajı okuyup, ‘Anadolu’yu desteklemek lazım’ diyen biri, hemencecik ne yapabilir?

www.directlinkproject.org sitesini ziyaret edip, hangi şehirde kiminle ilişki kuracağına bakabilir. Önceden nerede kiminle bağlantı kurulacağı bilinmezdi. Şimdi en azından bu 14 şehirdeki sanatçı, sanatçı grupları ve kurumların iletişim bilgileri var. İlişki kurup bilgi alabilir, ‘ben de sizin farkınızdayım’ diyebilir. Aracısız iletişim imkanı. Sonraki aşamada ortak proje önerebilir. Sitenin ingilizcesi de var. Eminim, Avrupa’dan pek çok kimse bağlantıya geçecek oralarla. Görünürlük ve bilinirlik çok önemli.

Jülide Karahan

Milliyet Sanat/ Kasım 2008

8 Kasım 2008 Cumartesi

“Hiçbir zaman kendisi olamaz insan”

İstanbullu sanatsever, Elina Brotherus ismini 1999 İstanbul Bienali’nden hatırlıyor olmalı. ‘Seksten Nefret Ediyorum’, ‘Aşk Isırdı’ ve ‘Geri Kalan Yaşamımın İlk Günü’ isimli otoportreleri unutulacak gibi değildi çünkü. 1972 Finlandiya doğumlu sanatçı, web ortamında kolayca bulunabilecek o fotoğraflarda, öyle soluk ve mutsuz görünüyor ki; uzak kuzey ülkelerindeki refaha duyduğumuz özentiden vazgeçip, azıcık aşımız ve kaygısız pembe yanaklarımıza şükrediyoruz adeta.

Aradan geçen 10 yılda; başına ne gelirse gelsin, iyi ya da kötü, görüntülemeye devam etmiş sanatçı. İlk zamanların oldukça kişisel uslubundan az da olsa uzaklaşarak ürettiği ‘Yeni Resim’ serisi ve ‘Model Çalışmaları’ ile dünyanın pek çok farklı şehrinde sergi aça aça üstelik. Ve şimdi René Block’un küratörlüğü ve Melih Fereli’nin danışmanlığındaki Yapı Kredi Güncel Sanat Dizisi vesilesiyle, yolu tekrar İstanbul’a düştü.

Elina Brotherus, 45 fotoğraflık ‘Vizyonun Genişliği’ isimli eseri ve erken dönem çalışmalarından oluşan bir seçkiyle Kasım sonuna dek Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde.

Bir Tam, Bir Yarım Limon

Brotherus’un erken dönem çalışmaları, yeni denemeleri ve iki videosunu içeren birinci kattaki seçkinin büyüklü küçüklü fotoğrafları arasında bir ikisi var ki; epey dikkat çekici. Sanatçının su kenarlarındaki, ayna karşısındaki ve kristal küreyi elinde tutarkenki fotoğrafları bunlar.

Fotoğrafı kendini gözlemlemek için bir araç olarak gören Brotherus’un soluk sarı yalnızlığında ‘Kara Kitap’ın en can alıcı cümlesi saklı aslında: “Hiç bir zaman kendisi olamaz insan.” Uzak kuzey ülkelerinin tüyler ürperten soğuğunda kendini arayan bu yalnız kadının ‘Bir Çiftin Portresi’ isimli karesi; serginin, üzerinde özenle durup düşünülecek parçalarından biri. Düşünmekle kalmayıp araştırılacak hatta.

Çünkü mavi ekose desenli mutfak masasının üzerinde duran bir tam, bir yarım limon ve üç plastik bardak; terkedişten önce sindirilemeyen yaşanmışlıklar üzerine soda içilmiş gibi bir his veriyor izleyene. Garip ve pis bir terkedilmişlik hissi. Ve sanki, duvardan sarkan elektrik kablosu bile geçmişte kalan hayat gibi yapış yapış...

Brotherus’un hayatının geri kalanının ilk günleri başlamak üzere olmalı. Ve hatta sanatçının kendi ağzından şöyle başladı: “Ben boşandım. Boşandıktan sonra eski kocamla hâla beraber oturuyorduk çünkü o yeni bir ev bulamamıştı. Sonra ben bir süreliğine Helsinki’den ayrıldım ve eve geri geldiğimde hiçbir şey kalmamıştı. Bütün eşyaları almış ve gitmişti. Aslında rahatlamıştım ama öte yandan üzülmüştüm. Sadece bir tane çift kişilik yatak salonda, boşlukta duruyordu. Hayatımın geri kalanının ilk günü böyle başladı. Ve yatakta sigara içerek saatler geçirdim. Çünkü eski kocam yatakta sigara içilmesinden nefret ederdi. Bu, o bakımdan bir kadının kendi hayatını kendi kontrolüne alışını anlatıyor.”

Üst Kat ve Yeni Hayat

Daha küçük boyutlu 45 ayrı fotoğraftan oluşan ‘Vizyonun Genişliği’nde ise dingin ve sakin bir hayat bekliyor ziyaretçiyi. Fotoğrafın o çok sevilen karar anları genişlemiş de genişlemiş... An bildiklerimiz saatlere ve günlere uzamış. ‘Yeterince Yavaş’, ‘Hafif Ama Güçlü’, ‘Yavaşlatmak’ ve ‘Daha Yavaş’ gibi isimlere sahip fotoğraflar; izleyiciyi de yavaşlatıp sakinleştiriyor adeta.

Milan Kundera’nın Yavaşlık isimli kitabından çıkan hisse gibi: ‘Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, elinde olmadan hızlanır.’

Brotherus, 10 yıl sonra, hatırlayıp yüzleşecek kadar yavaş. Bu amansız dinginlik, 45 fotoğraflık seri boyunca devam etmese de... Ara ara, durgun manzarayı bir bıçak gibi kesiyor sanatçı. Yeşil yağmurluğu, turuncu atkısı ve mavi kazağıyla. Hatta bazen ‘Rica Ederim Tutun’ gibi irkiltici ve alabildiğine sahici bir fotoğrafla...

Azın çok olduğu; ışık, renk ve hava akımı gibi ayrıntıların sonuna kadar farkedildiği bu fotoğraflar, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde ama genellikle Kuzey Kutbu ya da herhangi okyanus kıyılarında çekilmişler. Fotoğraflara dair bir ayrıntı da onların, Erik Satie isimli bir 20. yüzyıl bestecisine adanmış olmaları.

Satie’nin, bestelerini çalacak kişilere hazırladığı talimatlar, serideki fotoğrafların adlarına ilham olmuşlar. Çerçevelerin cam kısmına gravür yöntemiyle işlenen bu talimatlar; kelime ile müziğin Brotherus için ne kadar değerli olduğunu göstermesi bakımından da önemli. “Benim çalışmalarım; sırt çantamda fotoğraf makinesi, elimde tripod yürürken; değişen ışıkları incelemeyi, sade manzaralar aramayı ve mekân içinde bir insan figürünü hikayesi olmaksızın tasvir etmeyi kapsıyor.” diyen sanatçı; sakin ve geniş alanları, gerçek yalnızlıkları ve bunun telafisi olarak paylaşılan deneyimleri pek çoğumuzun hayal bile edemediği bir biçimde görüyor olmalı. Elbette, kendisi olabilmek uğruna...


Jülide Karahan

Foto Digital/ Kasım-Aralık