28 Aralık 2011 Çarşamba

RESİM HEYKEL MÜZELERİNDEKİ İLHAM

Daha çok ilk gençlikte olur. Nasıl derler, böyle içinizden bir şey yükselir ve tam boğazınızda durur kalır. Çok şey yapmak ister ama nasıl yapacağınızı, nereden başlayacağınızı, dahası o şeyin ne olduğunu bilemezsiniz. Bu durumda; bir müzeye, Resim Heykel Müzeleri’nden birine, gidiniz. Tıpkı Orhan Pamuk ve Mehmet Turgut gibi...


Büyüdükten yıllar sonra bir akşam babasına sorar Orhan Pamuk, resme yetenekli olduğumu nasıl anladınız diye… Babası ona, yedi yaşındayken çizdiği bir resmi hatırlatır: “Bir ağaç resmi yaptın. Bir de dalına karga kondurdun. Annenle birbirimize baktık. Çünkü resimdeki karga dala, tam bir karga gibi konmuştu.” Babasında aldığı desteğin de etkisiyle ressam olma hayaliyle büyüyen Pamuk, ilk gençliğinde adı Farsça’da karagül anlamına gelen güzel modelini/sevgilisini okuldan alıp, okulun hemen karşısındaki dolmuş durağından beş dakikada gittikleri İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne gidermiş. O günleri, İstanbul Hatıralar ve Şehir’de şöyle anlatıyor: “Müzeye, okuldan dolmuşla çok çabuk gidilebilen ve resimlerle dolu bomboş odalarında öpüşülebilen bir yer olarak ayağımız çok alışmıştı. Üstelik bizi şehrin hüznünden ve gittikçe artan soğuğundan da koruyordu. … Oysa kısa sürede müzede daha sonraki neşesiz günlerimizde bile vazgeçemeyeceğimiz alışkanlıklar edinmiştik. … Bir zamanlar Dolmabahçe Sarayı’nın veliaht dairesi olan bu odalara yalnızca boş ve elverişli oldukları ya da İstanbul’un yorucu yoksulluğunun yanında Osmanlı’nın son devir ihtişamı için, yani yüksek tavanları, harika balkon demirleri ve çoğu yanlarındaki duvara asılı resimlerden çok daha güzel bir boğaz manzarasına bakan yüksek pencereleri için değil, sevdiğimiz bir resim için de geliyorduk. Bu, Halil Paşa’nın Yatan Kadın adlı tablosuydu. … Mavi bir sedire genç bir kadın, tıpkı bu resmi ilk görünce şaşıran benim hevesli modelim gibi ayakkabılarını çıkararak uzanmış ve ressama (kocasına?) kederle bakarken tıpkı sevgilimin sık sık yaptığı gibi bir elini başına yastık etmişti.”

Hepimiz biliyoruz. Ressam değil, mimar hiç değil; yazar oldu Orhan Pamuk. Ama Saf ve Düşünceli Romancı’da anlattığı gibi; kafasında, ruhunda olup bitenleri, tıpkı bir ressamın dağlar, ovalar, ormanlar, nehirler, kayalıklarla kaplı rengârenk, karmaşık ve hareketli bir manzarayı kesinlik ve açıklıkla resmetmesi gibi, anlatabilmek istedi. Çünkü ona göre, roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler canlandırmaktı.

Başka yıllarda ve başka bir şehirde ama benzer bir şekilde; dede mesleği fotoğrafçılığın üçüncü kuşak temsilcisi Mehmet Turgut da bir dönemini Ankara Resim ve Heykel Müzesi’nde geçirdi. Anadolujet Dergisi’nin Eylül sayısına verdiği röportajda anlattığı üzere: "İyi bir esnaf, iyi bir fotoğrafçı, doğru düzgün bir adam olduktan sonra; 30 yaşımdan sonra kopup geldim İstanbul'a. O zamana kadar Ankara'daydım. Yapacak çok fazla şey yoktur orada, o yüzden mecburen işinizi yaparsınız. … Elimden gelen tek şey fotoğraf çekmekti ama bundan hiç de memnun değildim. Benim için çok sıradan bir şeydi. Düşünün, babaannem bile fotoğraf çekerdi. Bir şeyler yapmak istiyor ama ne yapacağımı bilmiyordum. Her gün Ankara Resim Heykel Müzesi'ne gidiyor, sabahtan akşama kadar resim çalışıyordum. Neden yapıyordum bunu; belli değil. Hani ağlamadan önce boğazınıza bir şey düğümlenir, yutkunsanız da yok olmaz. İşte öyle bir hâl içindeydim. İçimde bir sürü duygu vardı ve onları nasıl atacağımı bilmiyordum. Bir gece, bir noktada, kendi kendime, istediğim resimleri neden fotoğrafla yapmıyorum ki dedim ve başladım."

Araştırsak, Türkiye'deki bir elin parmağınca resim heykel müzesinin kim bilir daha kimlerin boğazındaki düğümleri çözdüğüne şahit olacağız. Sadece 4 taneler; İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum'da... Son ikisi epey mütevazı. İzmir’deki Konak’ta, içinde beş yüze yakın eser ya var ya yok. Erzurum’daki bir kültür merkezinin içinde ve sadece 61 resim sürekli teşhirde. 10 binden fazla eserin bulunduğu İstanbul'daki ise nicedir, 2006’dan beri restorasyon sebebiyle kapalı.

En iyi haber Ankara’dakinden. O, neredeyse 10 yıllık bir aranın ardından 13 Temmuz’da açıldı. Müzeyi gezen bir genç, yanındakine anlatıyordu geçenlerde: "Bu eserlerin orijinallerini ilk defa görüyorum. Hatta doğrusu, hayatımda ilk defa orijinal bir eser görüyorum." Koleksiyonunda 5000’e yakın eser bulunan müzede 750 parça teşhirde. Osman Hamdi Bey'den Abdülmecid Efendi'ye, Şeker Ahmet Paşa'dan Fikret Mualla'ya, Şevket Dağ'dan İbrahim Çallı'ya... Nasıl derler, böyle içinizden bir şey yükseliyor ve tam boğazınızda durakalıyorsa ziyaret etmenizde fayda var. İlham veriyor, bir şekilde...

***

İSTANBUL RESİM VE HEYKEL MÜZESİ

Atatürk, Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi'ni Güzel Sanatlar Akademisi'ne (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) tahsis etti ve Türkiye'nin ilk Resim ve Heykel Müzesi 20 Eylül 1937'de açıldı. Şeker Ahmet Paşa, Giritli Hüseyin, Süleyman Seyyid, Hüseyin Zekai Paşa ve Osman Hamdi Bey’in tablolarını da içeren koleksiyonda; 10 binden fazla resim, 600’den fazla heykel var.

***

ANKARA RESİM VE HEYKEL MÜZESİ


Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından 1927 yılında inşa edilen müze binası, zamanında Atatürk’ün toplantılarının yanı sıra ilk opera, ilk tiyatro ve ilk sergiye ev sahipliği yapmış. Türk Ocakları Merkez Binası olarak projelendirilen yapı, Türk Ocakları’nın kapanmasından sonra Ankara Halkevi olarak hizmet vermiş ve 6 Nisan 1980’de Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmete açılmış.

***

İZMİR RESİM VE HEYKEL MÜZESİ

İzmir Resim ve Heykel Müzesi, 9 Eylül 1952’de Kültürpark içinde bir galeri olarak açılmış. 1973 yılında, o zaman müdürlük görevini yürüten ressam Turgut Pura’nın çabalarıyla müzeye dönüşerek halen hizmet verdiği Konak’taki yeni binasına taşınmış.

***

ERZURUM RESİM VE HEYKEL MÜZESİ

Erzurum Resim Heykel Müzesi ve Galerisi Müdürlüğü, 1963 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Halk Eğitim Merkezi binasının üst katında hizmete açılmış. 1976 yılında Kültür Bakanlığı’na devredilen müze, Erzurum Kültür Merkezi kompleksi içinde hizmet vermeyi sürdürüyor.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / ARALIK 2011

...

26 Aralık 2011 Pazartesi

Dali sergisine büyük ilgi

İlk sulu karla birlikte kışa teslim olan İstanbul'da gerçeküstü bir şeyler oluyor. 20. yüzyılın sürrealist ressamlarından Salvador Dali'nin sanat tarihine bıraktığı mirasın 121 parçası InArtis ve Kült işbirliğiyle Tophane-i Amire'de sergileniyor. Sergide üç bölüm var: İlahi Komedya, Sürrealizm İzleri ve Gala ile Akşam Yemeği.

Sergiyi gezmeye sağdan başladığımızda 'Sürrealizm İzleri'ni buluyoruz karşımızda. "Ben sürrealizmin ta kendisiyim." diyor zaten usta. Bu bölümde 9 adet renkli basım litografi var. Her biri 1971'de Paris'te yapılmış. İçlerinde saatler, koltuk değnekleri, kelebekler ve insanımsı yaratıklar... Düşle gerçek, hayalle plastik dünya bir arada ama karamsar bir şemsiye altında.

Hemen karşıda 'Gala ile Akşam Yemeği'... "Yemeklerin tümüne muazzam estetik ve ahlaki değerler ithaf ederim... Özellikle de ıspanağa." diyen Salvador Dali, seriyi tamamen keyif almaya adanmış ve diyet reçetelerinden itinayla uzak durmuş. Her biri yine 1971'de resmedilen 12 renkli litografinin hikâyesi Dali'nin bir çocukluk hayaline göndermeli. Anlatıldığına göre; ufaklığından beri aşçı olmayı hedefleyen Dali, bu hayalini ancak 68 yaşında gerçekleştirebilmiş; hem de efsane restoran ve aşçıların tariflerinden ilham alarak... Bir de tabii tabak değil, taş üzerine; yiyecek değil, boya ve mürekkeple... Çok renkli ve bol ışıklı seride, parası olmadığı için açlıktan ölmek üzere olan bir sanatçı imgesi var. Durumdan şikâyetçi mi? Katiyen. Bilakis, sanatı yemek yer gibi tüketmenin keyfini sürmekte.

Serginin son ve en kalabalık bölümünde Dante'nin uzun soluklu şiiri 'İlahi Komedya' işlenmiş. Sebebi, 1950'li yılların başlarında dönemin İtalyan hükümetinin Dante'nin 700. doğum günü şerefine Dali'den İlahi Komedya'yı resimlemesini istemesi. Çokça eleştiri alsa da Dali, 100 parça suluboyayı itinayla yapmış ve onları dönemin uzman ağaç oymacılarına yeniden ürettirmiş. Baskısı sıkı sıkı kontrol edilen 3000'in üzerindeki ahşap blok, baskı işi bitince hemen yok edilmiş. Bu durum Dali'nin projeye maddi nedenlerden çok; edebi, sanatsal ve ruhani olarak ilgi duyduğunun en birinci göstergesiymiş. Haklı olarak... Çünkü Dante'nin günahkârların ruhlarının dehşet verici hallerini ve acı çekişlerini betimlemesi Dali'ye epey ilham vermiş. Sadece ilham... Çünkü sanat otoritelerine göre; Dali'nin çizimleri İlahi Komedya metninin illüstrasyonlarından çok, onun sürrealist yöntemiyle uyguladığı yorumlarmış. Aynı sanat otoritelerine göre seri; Dali'nin sanatsal gelişiminin de bir özeti.

Yaklaşık 1 milyon liraya mal olan 'Dali' üst başlıklı sergi, Tophane-i Amire'nin geniş ve yüksek alanında küçük, karamsar ve bir o kadar da katmanlı bir dünya vaat ediyor. Herkes Dali için farklı bir betimleme seçebilir kendine: Sürrealist provokatör, mistisizm yoluyla anlamın peşinde koşan Katalan, eşine alabildiğine âşık bir koca, deli bir renk ustası, garip ve komik bir tiyatro oyuncusu... Seçim için son tarih 26 Şubat.

***

Ne hayat!

1904 Katalonya doğumlu Salvador Dali, yaşamı boyunca sadece eserleriyle değil sıra dışı yaşamıyla da epey dikkat çekti. Paul Eluard'ın eşi Gala'dan, tanıştığı anda etkilenip sonunda onunla evlenmesi hayatının belki de en büyük skandalıydı. 1936'da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi'nde sahneye dalgıç tulumuyla çıkması da unutulmaz gariplikleri arasındaydı. Salvador Dali, 1989'da Figueras Hastanesi'nde vefat etti.

***

Hatırlatma

Salvador Dali, İstanbul'a bir kez daha, 2008 sonunda misafir olmuştu. Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki 'İstanbul'da bir Sürrealist: Salvador Dali' isimli sergide; 33 resim, 113 çizim, 111 gravür ve 12 litografi vardı. İlk beş günde toplam 8 bin 132 kişinin ziyaret ettiği sergi; mektup, fotoğraf, not ve belgelerle zenginleşmiş ve retrospektif bir bakış vaat etmişti.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 26.12.11

25 Aralık 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Eczacıbaşı iyi polis Kocabıyık kötü polis

İKSV; sadece festival düzenlemekle yetinmeyen, daha aktif ve müdahil bir kurum olmak istediğinin mesajlarını epeydir veriyor. Niyeti, kültür sanat politikalarının oluşturulmasında etkin rol almak. Geçtiğimiz hafta düzenlenen basın kahvaltısında konuşulanlar durumun kanıtı. İşte toplantının notları…


İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve İKSV Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ahmet Kocabıyık'ın katıldığı kahvaltının asıl meselesi, İKSV'nin Emek Sineması ve Serkildoryan Kompleksi için proje hazırlamak istediğini, kamuoyuna duyurmaktı. Sevinçle karşıladık.

Ancak bu, sadece, "Bize 6 ay gibi bir süre verilirse bir proje hazırlarız. Beğenilirse uygulanır." açıklamasıydı. Bir adımdı. Emek - henüz - kurtulmuş değil.

Eczacıbaşı, "Taraflarla görüştünüz mü? Mevcut projeyi anlayabildiniz mi?" sorusuna "Taraflarla bir toplantı yaptık ama verimli sonuçlar alamadık. Yapılan açıklamalar yeterli değil ki siz de hâlâ soruyorsunuz. Projeyi uygulayacak olanlar sizi karşılarına alıp anlatmalı." cevabını verdi.

Toplantının öne çıkan bir diğer konusu AKM'ydi. Eczacıbaşı, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın, konuyu bakanlığın imkânlarıyla çözeceğine dair yaptığı açıklamadan duyduğu memnuniyeti dile getirdi ve günah çıkarır nitelikte ekledi: "Dünyanın en prestijli grupları, orkestraları İstanbul'a geliyor ve biz onlara kongre merkezlerini göstermek durumunda kalıyoruz. Bunun çok çeşitli olumsuz etkileri var. Kısıtlı sayıda izleyiciye hitap ediyoruz. Büyük eleştirilerle karşılaşıyoruz. Etkinlikleri tabii ki çok sayıda sanatsever, özellikle de genç izlemek istiyor. Bu imkânı bulamayınca da vakfımızı hedef alıyor. Ne yazık ki az sayıda izleyiciyle bu etkinlikleri yapabilmemiz için bilet fiyatlarını belli bir düzeyde tutmamız gerekiyor. Olanaklarımız kısıtlı."

Bu noktada konu, kamu katkısına bağlandı. Eczacıbaşı'nın söylemi geçmiş yıllardakinden biraz farklıydı: "Kamu katkıları çok düşük ama biz bundan yakınmıyoruz. Bu katkıların ne kadar büyük imkânsızlıklarla sağlandığını biliyoruz. Bakanımız kültür konusuna ayrılan bütçeyi arttırmak için büyük çaba harcıyor. Bu çabaları görüyoruz. Çok düşük kamu katkısıyla etkinliklerimizi gerçekleştirdik, gerçekleştirmeye devam edeceğiz. Fakat kültür sanat altyapısı ve mekân sorunu bizi aşıyor."

Biraz sonra devreye - kötü polis olarak - Ahmet Kocabıyık girdi: "2012, 2011'den daha zor olacak. Artmış olan finansman maliyetleri bunu gösteriyor. Öte yandan İKSV 40 yaşında. 40 yıldır görev yapan bir kuruma farklı bir gözle bakılması gerekir. Bülent Bey söylemiyor ama kamunun yüksek ilgisini bekliyoruz."

Ekonomik sorunlarla baş edemeyen Avrupa ülkelerinin kültür endüstrisine ağırlık verdiği yönündeki bilgi ve Eczacıbaşı ile Borusan Holding'in bu konudaki tutumuyla ilgili soru ise Kocabıyık'ın "Türkiye'de kültür sanat alanında kaç kişinin çalıştığını araştırıyor ve durumumuzu dünyayla karşılaştırıyoruz. Türkiye'de çalışan nüfusun yüzde 0,5'i, İtalya'da ise yüzde 9'u kültür sanat alanında çalışıyor. Ciddi bir fark. Bu sayı yüzde 5'e çıksa işsizlik sorununun çözümüne katkı yapar." açıklamasıyla geçiştirildi.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 25.12.11

24 Aralık 2011 Cumartesi

Türkiye'nin de artık 'güncel sanat' ödülü var

Birkaç gündür bilhassa İsviçre güncel sanat çevresinde konuşulan bir olay var: 25 bin Euro'luk Lacoste Ödülü. Ajans haberlerine göre, yarı finale kalan sanatçılardan birinin işi -Kudüs doğumlu sanatçı Larissa Sansour- fazla Filistin yanlısı olduğu gerekçesiyle finalden çıkarıldı. Lozan'daki Ellysee Müzesi, sanatçının işinin ödül sponsoru Lacoste tarafından çıkarıldığını iddia edince Lacoste suçlamaları reddetti ve desteğini çekti. İsviçre'de durum bu. Türkiye sanat dünyası ise ilk güncel sanat ödülünün heyecanı içinde: FULL Art Prize 2012.

Ödülün detayları, önceki akşam gerçekleşen basın yemeğinde konuşuldu. Konu kaçınılmaz olarak İsviçre'deki olaya geldi. "Güncel sanat elbette politik olacak. Yanlı bir başvuru yapılırsa, örneğin Ermeni yanlısı... Ne yaparsınız?" sorusuna, ödülü hayata geçiren Ar Şirketler Grubu CEO'su Hüseyin Arslan şöyle cevap verdi: "Güncel sanat riskli ama bizim kafamızda bariyerler yok. Demokratik temeller attık, jürinin kararlarına saygılıyız. Türkiye artık her şeyin rahatlıkla konuşulup tartışıldığı bir ülke. Şiddet ve terör taraftarı bir iş çıkmadıktan sonra sorun yok."

Türkiye'de yaşayan 40 yaş altı güncel sanatçıların başvurularına açık olan ödülün jürisinde Evrim Altuğ, Gülsün Karamustafa, Vasıf Kortun, Bige Örer, Agâh Uğur ve Hüseyin Arslan yer alıyor. Başvurular; video, fotoğraf, resim, entalasyon ve yeni medya alanlarında üretim yapan tüm sanatçıların son 5 yıl içerisinde ürettikleri yapıtlara açık.

Başvurular 1 Ocak-1 Nisan 2012 tarihleri arasında www.fullartprize.org web sitesi üzerinden yapılacak. Nisan itibarıyla jüri tarafından seçilen 10 yarı finalistin yapıtları mayıs başında halkoylamasına sunulacak. Jürinin seçtiği birinciye 25 bin TL para ödülü verilirken, halkoylaması birincisine 5 bin TL destek ödülü verilecek. Jürinin belirlediği 10 finalistin yapıtları Ekim 2012'de sergilenecek. Sergi açılışında düzenlenecek ödül töreninde, birinci olan sanatçı ve halkoylamasında en çok oy toplayan sanatçı duyurulacak ve bir katalog yayınlanacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 24.12.11

22 Aralık 2011 Perşembe

İKSV, Emek üzerinde söz sahibi olmak istiyor

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve başkan yardımcıları Ahmet Kocabıyık ile Münir Ekonomi dün sabah bir basın toplantısı düzenledi. 2011 değerlendirmesi niyetiyle yola çıkan toplantının ağırlıklı konusu Emek Sineması idi. Bugüne kadar ne yapılmaya çalışıldığını anlamaya ve projeyi oluşturacaklara bilgi aktarımı konusunda imkân sağlamaya çalıştıklarını söyleyen Eczacıbaşı, "Projenin bu şekilde yapılmasının kültür sanat dünyamıza bir katkısı olacağına inanmıyoruz." dedi. Eczacıbaşı, İKSV'nin önerisini de açıkladı: "Bize 6 ay süre verilsin ve Emek Sineması'nın nasıl bir projeyle kültür sanat dünyasına kazandırılacağına, bunun Beyoğlu'nun dokusuna uyum sağlayacak şekilde nasıl bir finansman planıyla hayata geçirileceğine dair bir işletme planı ortaya koyalım." Bakan Ertuğrul Günay'ın "Emek Sineması yıkılmayacak." açıklamasının kendilerini sevindirdiğini söyleyen Eczacıbaşı, "Belki biz daha uygun bir proje ortaya koyarız. Bu tabii hem kamu hem özel sektör açısından özveri gerektiren bir proje olacak. Yani kâr getirmekten ziyade kendi kendini döndüren... Projenin kabul görmesi halinde biz de uygulanmasına katkıda bulunacağız." dedi.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 22.11.11

21 Aralık 2011 Çarşamba

İmamın neden bayıldığını bilmiyoruz

İsimleri 'Imam Baildi' ama yemeğin hikâyesini, yani imamın nasıl ve neden bayıldığını bilmiyorlar. Sorunca şöyle diyorlar: "İmam baildi yemeği Yunanistan'da komşularımızla paylaştığımız ortak bir lezzet.

'Imam Baildi'yi kurmadan önce, şarkılarımız da bol malzemeli olduğu için müziğimizi ona benzetiyor ve şakalaşıyorduk. Sonra grubun ismi neden 'Imam Baildi' olmasın dedik." O zaman önce tarif: "Eski Yunan ezgilerinden ve Balkan müziğinden sample'lar alın. Bunların üzerine kesintisiz ritim parçalarıyla örülü canlı perküsyon, davul ve hip-hop sample'ı, ayrıca eser miktarda rumba ve samba tınıları ekleyin. Tüm malzemeyi Balkan lezzetiyle sunulan saksafon, klarnet, trompet ve tulum ile karıştırın. Son olarak da biraz rembetiko çıkışlı buzuki tınıları, Çingene gitar rifleri ve çello serpin. Afiyet olsun."

2005 yılında Yunanistan'da Lysandros ve Orestis Falireas kardeşler tarafından kurulan 'Imam Baildi', eskiye ait popüler şarkıları bulup üzerlerine kendi yazdıkları müzikleri ekliyor. Genelde Yunan melodileri ve Balkan müziklerini kullanıyorlar ama Küba'dan İspanyol müziklerine tüm dünyayı buluşturdukları şarkılar da mevcut. Hatta son albümlerinde Porto Riko'dan bir melodi bile var. Asıl mesele onca eski şarkıyı nereden buldukları. Açıklıyorlar: "Ailede bizden başka müzisyen yok ama babamızın plak şirketi bizim kariyerimiz için başlangıç noktasıydı. Eski Yunan plaklarına düşkünlüğümüz babamızdan. Ayrıca amcamız da bir prodüktördü ve hep müzik işinin içindeydik. 1930'lardan, 1950'lerden olağanüstü sesler ve kayıtlar dinlerdik ve albümlerimizde de o dönemlerin kayıtlarından ve güzel şarkılarından bol bol yararlandık. Eski kayıtlarda teknoloji şimdiki gibi olmadığı için güzel sesler öne çıkıyor. Melodiler harika. Ayrıca her bir şarkı sözünün öyküsü var."

İsimleriyle aynı ada sahip ilk albümlerini 2007'de çıkaran 'Imam Baildi'nin ikinci albümü geçtiğimiz yıl çıkmıştı: 'The Imam Baildi Cookbook'. Onlarla temas sebebimiz ise 27 Aralık akşamı saat 20.00 itibarıyla İş Sanat'ta verecekleri konser.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 21.12.11

20 Aralık 2011 Salı

“ACABA YAPABİLECEK MİYİM?”


Başrollerini Meltem Cumbul ve Timuçin Esen’in paylaştığı Tolga Örnek’in yeni filmi Labirent’in çekimleri Mardin, İstanbul ve Frankfurt’ta gerçekleşti. 23 Aralık’ta vizyona girecek filmin Reyhan’ını Meltem Cumbul anlattı.



“Filmde canlandırdığım Reyhan deneyimli bir istihbaratçı, Türk sinemasında çok fazla işlenmemiş bir kadın karakter. Genelde aksiyon filmlerinde kadın karakterler ya arabada oturup bekler ve bütün işleri erkekler yapar ya da belirli bir duygusal alana hizmet edip, onu temsil eder. Reyhan’ın senaryo içinde birebir aktif durumda olması, son derece sert bir işin içinde yer alırken bile çocuğu ile olan ilişkisinde duygusal tarafını gösterebilmesi; benim için bütün bir hal teşkil etti. Labirent’in senaryosunu ilk okuduğumda Reyhan karakteri beni çok etkiledi. Onu canlandırmayı, ona hayat vermeyi çok istedim…” gibi uzun bir girizgah yapan Cumbul; hazırlıklar sırasında hep kendinden yola çıkmış. “Alt kişilik çalışmalarında özellikle savaşçı ve objektif tarafım çok işime yaradı. Reyhan; çözüme çok çabuk gidebilen, yılmayan, dirayetli, sorgulayan ve çabuk karar veren bir kadın. Benim de özellikle iş hayatındaki tavrım böyle tanımlanabilir.” diyen Cumbul’a göre Reyhan, yüksek empatisi ile karşısındakini anlamaya çalışan ama bir taraftan da kendi bakış açısından vazgeçmeyen biri, oldukça idealist.

Bir anne olarak böylesi tehlikeli bir mesleğe sahip olmanın Reyhan üzerinde nasıl bir baskı ve çelişki oluşturduğunu da vurgulamak istediğini söyleyen Cumbul’u en çok etkileyen şeylerden biri ise onun ağzından şöyle: “Her an ölebilirsiniz ve çocuğunuzu bu dünyada bir başına bırakabilir, onun büyümesini göremeyebilirsiniz. Böyle bir ruh halinin bir kadının hayatını nasıl derinden etkilediğini anlatmaya çalıştım. Reyhan’ın, içinde bulunduğu sistemin yozlaşmış yapısına rağmen hala masumiyetini koruması, mesleğine hala büyük bir tutkuyla bağlı olması, hayata umutla bakmaktan vazgeçmemesi de karakterin psikolojisi açısından çok önem verdiğim konulardı. Tolga (Örnek) filmin senaryosunu gerçekten çok güzel yazmış. Bence bir erkeğin, kadın karakteri bu kadar önemsemesi ve kapsamlı yazması çok önemli…”
Filme hazırlanırken epey zorlandığını söyleyen Cumbul, ilk gün “Acaba yapabilecek miyim?” diye düşündüğünü itiraf ediyor ve ekliyor: “Labirent fiziksel anlamda beni çok zorlayan bir film oldu. Çekimler Mardin’de başladı ve 47 derecenin altında 12 saat boyunca neredeyse hiç durmadan merdiven inip çıktık. Filme hazırlanırken pilates yaptım ama Timuçin (Esen) kadar öngörülü olamamışım, o çok daha uzun bir hazırlık dönemi geçirdi; 2 ay boyunca her gün filmle ilgili toplantılardan sonra Zincirlikuyu’dan Taksim’e kadar yürüdü. Çekimler 9 hafta sürdü. Aksiyon olması, patlamalar, çatışmalar, bütün bunların düzenlenmesi, mekânlara göre ayarlamalar, ön hazırlıklar… Özellikle İstanbul’da çok kalabalık mekânlarda çekim yapmanın bütün zorluklarını yaşadık. Mesela bir takip sahnemiz var Beyoğlu’nda başlayıp Kartal’da bitiyor.”

***

TİMUÇİN ESEN’DEN…

“Benim bu işle alakalı en sevdiğim süreç esasında hazırlanma kısmı. Hazırlanma, düşünme, o dünyanın içine girip kendini o role hazırlama ve bilgilenme. Dolayısıyla okumak… Bu filmde de öyle oldu. Filmden önce oldukça uzun bir hazırlanma süreci geçirdik. Konuştuk, tartıştık, sorular sorduk, cevaplar verdik. Fiziksel açıdan da bir oyuncudan çok şeyler bekleyen bir film olduğu için, kendimi zorlu ve uzun sürecek bu çekim aşamasına hazırlamaya çalıştım.”

***

TOLGA ÖRNEK’TEN…

“Bizde bir şey olduğu zaman Batı buna her zaman bir istatistik olarak bakıyor. Benim aslında filmi yazma sebebim HSBC ve İngiliz Konsolosluğu patlamalarından sonra çıkan yabancı kitaplarda bu eylemlere yer verilmemesi. New York, Londra, İspanya, Bali… Hepsi var, biz yokuz… Aslında hem Batı hem de Doğu için çok kritik bir konumdayız. Bu arada kalmışlığı, sıkışmışlığı anlatmak istedik… Ama insan hikâyelerine indirgeyerek…”

***

TÜRK-ALMAN YAPIMI

Timuçin Esen ve Meltem Cumbul yanı sıra Sarp Akkaya, Rıza Kocaoğlu, Umut Kurt, Melike Güner, Ozan Bilen, Erdal Küçükkömürcü, Cem Bender, Aslıhan Gürbüz ve Altan Gördüm gibi önemli oyuncuların rol aldığı Labirent; Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eurimages ve HessenInvest Film Komisyonu (Almanya) tarafından destekleniyor.

***

7 YIL SONRA
Labirent, 7 yıldır Türkiye’de film çekmeyen ve en son Gönül Yarası adlı filmde birlikte rol alan Timuçin Esen ve Meltem Cumbul’u bir kez daha buluşturdu. Esen ve Cumbul; mesleklerinin gölgesinde, incelikli bir ilişki yaşayan iki deneyimli istihbaratçı olarak izleyici karşısına çıkıyor.


***

MELTEM CUMBUL

1970 İzmir doğumlu Meltem Cumbul, Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden 1991’de mezun oldu. Önce Londra’ya giden, ardından bir süre sunuculuk yapan Cumbul’un ilk sinema filmi Bir Sonbahar Hikâyesi’ydi. Barış Pirhasan’ın yönettiği Usta Beni Öldürsene, Ziya Öztan’ın yönettiği Abdülhamit Düşerken ve Fatih Akın’ın yönettiği Duvara Karşı gibi filmlerde rol alan Cumbul, 2005’te usta oyuncu Şener Şen ve ve Timuçin Esen’le birlikte Gönül Yarası isimli filmde kamera karşısına geçti.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / ARALIK 2011

İLK VE SON KEZ GÖRENLER İÇİN: SOPHIE CALLE

Günün birinde Orhan Pamuk'la çalışmak isteyen Fransız çağdaş sanatçı Sophie Calle; Son Kez, İlk Kez isimli sergisiyle Sakıp Sabancı Müzesi’nde.

Serginin Son Kez bölümünde irili ufaklı bir sürü hikâye… Aniden kör olup son gördüğünü nadir bir hazine gibi hafızasında saklayan ya da yavaş yavaş kör olduğu için bir son görüntüsü olmayan ya da kör doğduğu için hiç görüntüsü olmayanlar hakkında. Yazı fotoğrafın, eski bir efsane de serginin hizmetinde. Efsane şöyle: Şehir milattan önce 7. yüzyılda bir Yunan kolonisi olarak kurulmuş ve kolonistlerin ilk gördükleri yer, bugünün Kadıköy'ü olmuş. Karşı kıyının çok daha verimli toprakları yerine Kadıköy'e yerleşmeyi seçen kentlilerden ötürü, bölgeye körler şehri denmiş.

İlk Kez’de ise İstanbul'da yaşayan ama denizi hiç görmeyen insanların onunla ilk karşılaşma anları... Görüntü yönetmeni Caroline Champetier'in çektiği 10 sessiz videoda önce gözlerini kapayıp şöyle derin bir nefes alıyor kahramanlar. Denizin görüntüsü ve sesi televizyondan tanıdık sonuçta ama ya kokusu… Son olarak Calle’ın “1986'da doğuştan kör insanlar tanıdım. Güzelliğe dair imgelerinin ne olduğunu sordum onlara. İlk yanıt veren, bana denizi anlatan adamdı...” cümlesi. Sergi 31 Aralık'a dek açık.

***

JEAN BAUDRİLLARD’IN ÖĞRENCİSİ

Newsweek tarafından günümüzün en önemli 10 çağdaş sanatçısı arasında gösterilen 1953 doğumlu Fransız sanatçı Sophie Calle aldığı sosyoloji eğitimi boyunca Jean Baudrillard’ın öğrencisi olmuş. Calle’in eserlerinde yazarın etkisi büyük.

***

ÇALIŞMALARININ İZİNDE

*Calle, 1979’da ürettiği Suite Venitienne isimli ilk projesinde; bir partide tanıştığı herhangi bir adamı Paris’ten Venedik’e kadar takip edişini belgeledi.

*Birkaç yıl sonra gerçekleştirdiği The Sleepers’ta 8 gün boyunca kendi yatağında uyuması için çağırdığı herhangi 24 kişiye sorular sorup onların fotoğraflarını çekti.

*İspanya Bilbao Guggenheim Müzesi’nde 1981 yılında sergilenen The Shadow isimli çalışmasında annesinin tuttuğu bir dedektife kendini izletti.

*Aynı yıl gerçekleştirdiği The Hotel’de kimliğini gizleyerek bir otelde temizlik görevlisi olarak çalıştı ve odalarda bulduğu yazı ve nesneleri topladı.

*1983’te sokakta bulduğu herhangi bir telefon defterindeki numaraları arayarak defterin sahibi hakkında kişisel bilgiler topladı ve bunları Fransız Liberation gazetesinde yayınladı. Defterin sahibi ve belgesel film yönetmeni Pierre Baudry sanatçıya dava açtı.

*1986’da görme ve izleme üzerine çalışmalarının temeli olan The Blind projesini gerçekleştirdi.

* Bir dönem, Paul Auster’ın Leviathan romanındaki Maria karakterini gerçek hayatında canlandıran Calle, tıpkı onun gibi her gün belirli bir renkteki yiyecekleri yiyerek yaşadı.

*2003’te Eyfel Kulesi’nin tepesine kurduğu yatakta bir gece geçirdi. İşin ismi Room with a View’di. Aynı yıl, Paris Pompidou Center’da Did you see me? isimli retrospektif sergisini açtı.

*2007’de 52. Venedik Bienali Fransa Pavyonu’nda sergilenen çalışması kapsamında sevgilisinin kendisini terk ettiği ve take care of yourself cümlesiyle biten mektubu; dişi bir papağana, iki kuklaya ve 107 kadına okuttu.

*2010’da İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı etkinliklerinden biri olan İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor’a katıldı ve görme yetisini kaybetmiş insanların son görüntülerini araştırdı.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE BUSINESS / ARALIK 2011

Tam O Anın Müziği

ESKİ YUNAN EZGİLERİYLE BALKAN MÜZİKLERİNİ BULUŞTURAN VE ÜZERİNE HİP-HOP, RUMBA VE SAMBA RİTİMLERİ EKLEYEN IMAM BAILDI 27 ARALIK’TA İSTANBUL’DA…

Kış bile olsa… Güneşli bir akşamüzeri, ılık bir rüzgâr, hafif atıştırmalıklar, bolca kahkaha… İşte tam o anın bir müziği var. Mutlu, eğlenceli, samimi… Mesela 2005 yılında Yunanistan’da Lysandros ve Orestis Falireas kardeşler tarafından kurulan Imam Baildi’nınki. Hip hop ve Latin ritimlerinin Balkan ezgileriyle karışımı. Ekip şöyle açıklıyor durumu: “Bizim yaptığımız eskiye ait popüler şarkıları bulup, üzerine kendi yazdığımız müziklerle yepyeni bir lezzet katmak, bunu yaparken de dünyanın farklı müziklerinden yararlanmak… Genel olarak Yunan melodileri ve Balkan müziklerini kullanmayı seviyoruz ama Küba’dan İspanyol müziklerine tüm dünyayı buluşturduğumuz şarkılarımız da mevcut. Hatta son albümümüzde Porto Riko’dan bir melodi bile var.”

Onca eski şarkıyı nereden bulduklarına gelince; bu biraz ailevi bir mesele. Onların ağzından anlatırsak: “Babamızın küçük bir plak şirketi ve büyük bir plak arşivi var. O arşiv bizim kariyerimiz için başlangıç noktası oldu. 1930 ve 1950’lerden olağanüstü ses ve kayıtlar dinledik ve albümlerimizde onları kullandık. O şarkıların hem birbirinden ilginç öyküleri hem de birbirinden güzel melodileri var. O melodilere bayılıyoruz. Bir de eski kayıtlarda teknoloji şimdiki gibi olmadığı için güzel sesler öne çıkıyor ve sonuç harika oluyor.”

TAVUKGÖĞSÜ VE KAZANDİBİ

İsimlerinin Imam Baildi olması tamamen espri. Evet, evet; grubun adını sırf espri olsun diye Imam Baildi koymuşlar: “2005 yılında Imam Baildi’yi kurmadan önce, şarkılarımız bol malzemeli olduğu için müziğimizi imambayıldı yemeğine benzeterek aramızda şakalaşıyorduk. Ama müziğimiz de imambayıldı gibi bol malzemeli olduğundan, bu karar son derece isabetli oldu.”

Kendilerinin, yemeğin Türkiye’deki hikâyesine dair hiçbir fikirleri yok. Tek bildikleri; bol patlıcan, soğan ve sarımsak… Türk yemekleriyle ilgili bildiklerine gelince; “Ortak o kadar çok yemeğimiz ve tatlımız var ki… Ama mesela hepimiz, grup olarak, tavukgöğsü ve kazandibi yemeyi çok seviyoruz. Bir de lahmacun var. O da hiç fena değil.”

***

SON ALBÜM
İsimleriyle aynı ada sahip ilk albümlerini 2007’de çıkaran ve Yunan müzik listelerinde haftalarca üst sırada kalan Imam Baildi’nin ikinci albümü geçtiğimiz yıl çıktı: The Imam Baildi Cookbook.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE/ ARALIK 2011

SÖYLEŞİ: EMRE KARTARİ

Caz eğitiminde yerli dönem


Kapadokya Caz Günleri geride kaldı, önümüzde Uluslararası Ankara Caz Festivali var. Arada derede, durduk yere cazdan bahsetmek niye? Tam da bu sebeple... Festival yoksa caz yok mu; ya da caz eğitimi veren bir okul?.. Caz müzisyeni olmak isteyen gençler ne yapıyor Türkiye'de? Sorularımızı müzisyen ve eğitmen Emre Kartari'ye sorduk.


Müjdeli bir haber aldık: Bu yaz İzmir'de Türkiye'nin ilk caz kampı açılıyor. Hazırlıklar başlamış. Cazla ilgilenen gençler artık iki haftalık caz eğitimi için aylarca para biriktirip yurtdışına gitmek zorunda kalmayacak. Üniversite eğitimine gelince, o hâlâ pek yetersiz.

Cazla ilgilenen ve caz eğitimi almak isteyen gençler ne yapıyor Türkiye'de?

Caz eğitimi için şu an Türkiye'de iki resmî kurum var, Yaşar Üniversitesi ve Hacettepe Devlet Konservatuvarı. Bildiğim kadarıyla Yıldız Teknik Üniversitesi de ayrı bir caz bölümüne sahip olmamakla birlikte müzik bölümü öğrencilerine caz içerikli dersler sunuyor. Örneğin Şenol Küçükyıldırım, Yıldız Teknik'te ders veriyor. Bunun dışında caz eğitimine köşesinden de olsa ulaşmak isteyen arkadaşlarımız yurtdışına workshoplara ya da kamplara gidiyor. Ama çok yakında, hatta bu yaz, İzmir'de Türkiye'nin ilk caz kampını açıyoruz. Bu caz kampında Yaşar ve Hacettepe'ye gelen dünya standartlarında caz eğitimcileri ve müzisyenleri yer alacak. Projemize Virginia Commonwealth Üniversitesi de destek veriyor. Cazla ilgilenen gençler artık aylarca para biriktirip kısıtlı imkânlarla sahip olabildikleri iki haftalık caz eğitimleri için bu kadar sıkıntı çekmek zorunda kalmayacak.

Hacettepe Devlet Konservatuvarı'ndaki caz bölümü ne zaman açıldı ve nasıl bir eğitim söz konusu?

Hacettepe'de bir caz bölümü açma fikri 5 sene önce ortaya çıkmış, ancak 2 sene öncesine kadar bir faaliyet olmamış. Eğitim-öğretim yılına resmî olarak 2010 Eylül'ünde başlandı. Ben Amerikan Büyükelçiliği'nin tavsiyesi ve desteği üzerine bölümü resmen kurmak ve müfredatı belirlemek için geldim. Elon Üniversitesi Caz Bölüm Başkanı vibrafoncu Jon Metzger ile ders programını yazdık. Virginia Commonwealth ve New York üniversitelerinden gelen hocalar sayesinde dünya standartlarında bir eğitim verildi. Ancak bölüm başkanı Erol Erdinç'le yaşadığımız anlaşmazlıklar beni daha özgür çalışabileceğim ve desteklendiğimi hissettiğim başka bir okula, Yaşar Üniversitesi'ne geçmeye sevk etti. Şu an Hacettepe'de görev yapan hocalar part-time olarak çalışmakta ve dersler daha çok klasik eğitimi öven bir anlayışla devam etmekte.

İzmir Yaşar Üniversitesi'nde durum ne?

Yaşar Üniversitesi'nde caz bölümü bu yıl açıldı. Hacettepe'deki gibi, ilk iki yıl çocuklar hem temel hem de caz eğitimi alıyor, daha sonra kendi seçtikleri branşlara yoğunlaşabiliyor. % 100, % 50, % 25 şeklinde burslar mevcut. Gerek Fulbright uzmanı olarak gelen değerli müzisyenler, gerek konserler ya da workshoplar dâhilinde davet ettiğimiz isimler İzmirlilerle hatta tüm Türkiye'yle buluşmaya başladı. Şimdiden, dünya çapında perküsyon ayı olarak kutlanan kasım ayı boyunca pek çok etkinliğe imza attık.

Peki bu kurumlar yokken, caz müzisyenleri nerede eğitim alıyordu?

Eskiden Bilkent'te ve Bilgi Üniversitesi'nde caz bölümleri varmış ama maalesef uzun zamandır kapalılar. Şu an Türkiye'de caz müziği yapan başarılı pek çok müzisyenin geçmişine baktığımda Bilgi'den mezun olduklarını görüyorum. Bölüm, çok değerli hocalarla yola koyulup birtakım sebepler yüzünden mevcut öğrencilerini mezun edip kapanmış. Ancak bildiğim kadarıyla Bilgi'de halen caz dersi veren müzisyen arkadaşlar var. Bunun haricinde az sayıda olmakla birlikte, Avrupa ve Amerika'da eğitim almış caz müzisyenlerimiz de var.

***

EMRE KARTARİ

Ankara doğumlu Emre Kartari, 10 yaşında annesinin Voice of America'da iş bulması üzerine Amerika'ya taşındı. Virginia Commonwealth Üniversitesi caz performansı bölümünün ardından mastır için New York Üniversitesi caz kompozisyonu bölümüne devam etti. Üçüncü albümü 'Ghosts'u 2011 yazında Richmond'da banjo ve pedal steel gibi folk enstrümanlarıyla kaydetti. Eşi Ayça Kartari ile birlikte konserler ve performanslar vermeye devam ediyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 20.12.11

18 Aralık 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Kumda yatma rahatlığı ve ağaç dalı kompleksi


"Sözcükler imkân dairesinden çıkıp yüzünü göstermek için bizi bekler." diyor Birhan Keskin. Kim bilir, nicesi yüzünü göstermedi daha. Metis Ajanda onların izinde, yani olmayan kelimeler peşinde... İkisi 'Aylak Adam'ın C'sinden hediye: Kuyara ve Adako.


Bir çocuğun uykudaki gülücüğünü görmek Kamerun'da "wo-mba" kelimesiyle ifade edilirmiş. "Bahab" ise -bizimkinde- beklenmeyen ama belki uzun zamandır düşü kurulmuş, belki uzun zamandır hayal bile edilememiş bir karşılaşma anında duyulan geniş ve derin sevinç. Aşk deyip geçmeyelim: Hindu diyalektlerinden Boro farkı koymuş: "Onsay" seviyormuş gibi yapmak, "ongubsy" kalpten sevmek, "onsia" son defa sevmek... Yine eskilerde ve bizimkinde var bir kelime: "Sensemek", ben'in sen'i özlemesi demek.

Biraz saçmalamaktan zarar gelmez. İngilizcede "mytacism" m harfinin yanlış ya da aşırı kullanılması. "Sevmeyemek" bir zamanlar sevmiş olduğun kişiden sevgini geri çekmek. Hem de nefret ve öfke gibi duygulara kapılmaksızın. Bu hisse Rusçada "azbliuto", Yunancada ise "anagapesis" deniyor.

'Aylak Adam'ın (Yusuf Atılgan) kahramanı C'nin bulduğu kelimelere gelince; C'ye verelim sözü: "... Bütün çağların trajedisi bu, ku-ya-ra: "Kumda yatma rahatlığı". A-da-ko: "Ağaç dalı kompleksi". ... Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin rahatlığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben "ağaç dalı kompleksi" diyorum. Genç hastalığıdır. ..."

Böyle böyle bir sürü kelime, ajandanın içinde. "Acaba dilimizdeki hangi kelimelerin eksikliği yaşadıklarımıza etki yapıyor? Kimi hayati duygularımız, tecrübelerimiz sırf adları konmadığı için hayatın dışında, önemsiz, tali gibi görünüyor. Dünya gezegenindeki kaderdaşlarımız bizimkilerden başka hangi kavramları/duyguları/durumları adlandırmaya ihtiyaç duyuyor?" gibi bir sürü soru sormuş ajanda ekibi. Başka başka dillerin kuytularında gezinmişler bu uğurda. Bir de Ahmet Sipahioğlu, Birhan Keskin, Murathan Mungan, Ayşegül Devecioğlu, Süreyya Berfe, Meltem Ahıska ve Murat Uyurkulak gibi pek çok yazar ve şairden destek bulmuş, yeni kelimeler almışlar.

Birhan Keskin'inki "dilevi" mesela. Onu anlatırken, "Dilin kör bir sınırını içimizde duyduğumuzda, henüz neşet etmemiş bir sözcüğün ince ağrısını duyduğumuzda; o sözcük 'yok' değildir, sadece biz o sözcüğün gurbetindeyizdir, diye düşünmek isterim." diye not düşmüş Keskin, köşeli parantez içinde.

***

Aydın Boysan zamanında cami inşa etmiş

Aydın Boysan her fırsatta anlatır: "Asıl mesleğim mimarlık. 55 sene yaptım. Yüzden fazla bina inşa ettim. 15 sene de İstanbul Teknik Üniversitesi'nde mimarlık üzerine dersler verdim." diye... Aralarında Çayırova Arçelik Tesisleri, Karamürsel İpek Kâğıt, Adapazarı Yaşlılar Yurdu ve Güneşli Hürriyet Tesisleri gibi pek çok önemli yapı var. Bunları biliyoruz. Bilmediğimiz; zamanında, 1968'de hatta, Boysan'ın bir cami inşa ettiği. Hem de kubbe ve minaresi çelikten bir cami... Zamanı için yepyeni bir şey, bir ilk. Çayırova Arçelik Tesisleri yakınındaki caminin temeli atılmış, inşaatı başlamış... Ama talihsizliğe bakın ki bulunduğu yerden yol geçeceği için daha kapısı bile açılmadan yıkılmış. "Güzel olurdu. Değişik bir şeydi. Yazık oldu... Ama kabahat benim değil." diyor onu anlatırken Boysan.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 18.12.11

17 Aralık 2011 Cumartesi

Antakya mozaikleri müzeden önce sanal âlemde

Antakya'da herkes, 7 Temmuz 2013'te bitecek Mozaik Müzesi'ni konuşuyor. Tarih bu. Validen rehbere tüm yetkililer aynı rakamları telaffuz ediyor. İnşaatı çoktan başlayan, hatta iki kat çıkan müze 52 dönüm üzerine yerleşecek, 38,5 dönüm kapalı alana sahip olacak ve içinde 5000 metrekare mozaik sergilenecek. Bu ne demek? Hatay Valisi Celalettin Lekesiz anlatsın: "Aslında dünyanın bir numaralı mozaik müzesi Antakya'da. Ama mevcut müzede sergilenenler elimizdeki hazinenin çok azı. Orada sadece 960 metrekare mozaik sergilenebiliyor. Depolarda binlerce metrekare daha var. Bir o kadar da toprağın altında. Emin olduğumuz halde kazmadığımız o kadar çok yer var ki, niye, çünkü sergileyecek binamız yok. Ama şimdi, pek yakında dünyanın en büyük mozaik müzesi Antakya'da açılacak. İnşaat başladı, hatta binanın yüzde 15'i bitti bile. Antakya'nın mimari dokusuna da gayet uygun bir proje."

Şu anda, 30 bin metrekare alanıyla dünyanın gerçekten bir numarası olan Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'ni geçecek mi bu proje?" diye soruyoruz gayri ihtiyari. Vali temkinli: "O çok değerli bir müze. Rekabetin olduğu yerde rehavet olmaz. Ayrıca tayinim Gaziantep'e de çıkabilir." Bu durumda Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay veriyor cevabı: "Bu yıla kadar mozaik denince Tunus'taki Bardo Müzesi akla gelirdi. O, en büyüğüydü. Ama geçtiğimiz aylarda açılan Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi onun tahtına yerleşti. Şu anda birinci, dünyanın en büyüğü o. Antakya'da 2013'te bitmesi planlanan müze ise kendi topraklarımızdaki Zeugma'yla yarışacak. Bu tabii bizi gururlandırıyor."

Antakya'daki mozaik atağı bununla sınırlı değil. Açılacak bir müze daha var. İki yıl önce bir otelin, Hilton'un temelinde çıkan 825 metrekarelik mozaik çıktığı yerde, yani otelin zemin katında sergilenecek. Binanın altı müze, üstü otel olacak.

Ama asıl, biten bir proje var: Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaikler sanal ortama taşındı. Bu yıl 100. yaşını kutlayan IBM ve Index Grup öncülüğündeki gönüllülük girişimiyle hayata geçen proje; şu ana kadar 72 mozaik, 18 heykel ve Hatay'a ait 10 kültürel mirasın fotoğraf ve videolarını sanal müzeye aktardı. Eserleri; 360 derece görüntüleme seçeneği, kapsamlı envanter bilgileri, Türkçe ve İngilizce dil seçenekleriyle web sitesi üzerinden izleyiciyle buluşturan sanal müzenin açılışı önceki gün Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, IBM Türk Genel Müdürü Michel Charouk ve Index Grup CEO'su Erol Bilecik'in katılımıyla gerçekleşti. Sanal müzedeki eser sayısı gün be gün artacak. (Ziyaret için: www.hatayarkeolojimuzesi.gov.tr)

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 17.12.11

11 Aralık 2011 Pazar

SANAT/ HAYAT: Ordulu fındıkçılardan Ispartalı kerevitçilere

Fındık toplandıktan sonra kapsülünden ayrılırken kabuğunun çatlamaması çok önemli. Çünkü eğer kabuğu çatlarsa içine zararlı küfler yerleşir. İki senedir Ordu'da yürütülen 'Aflatoksinsiz Ordu Fındığı' başlıklı Sivil Toplum Diyaloğu projesi, bu gerçeği üreticiye tek tek anlattı. Sonuç; küfsüz, toksinsiz ve lezzetli fındıkların yanı sıra bir fotoğraf sergisi.

Sadece Ordulu fındık yetiştiricileri değil. İspanyol sokak sanatçılarından İtalyan balıkçılara, onlardan da Ispartalı kerevit üreticilerine... Birçok sivil toplum temsilcisi, Sivil Toplum Diyaloğu projesinin ikinci ayağını uygulamak için Türkiye'deydi. Tarım-balıkçılık ve kültür-sanat ana temalarında sayıları 100'ü bulan ortak projeler kapsamında 47 kentte 300'den fazla etkinlik düzenlendi. Bütün bu hikâye, Çağrı Öner tarafından fotoğraflandı. Hepsi ocak itibarıyla Ankara Esenboğa TAV Havalimanı'nda izleyici karşısına çıkacak ve ocak sonuna kadar orada kalacak.

***

Gerçeği Gaziantep'te, sanalı Antakya'da

Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, 30 bin metrekare alanıyla dünyanın bir numarası. Koleksiyonunda 1450 metrekare mozaik, 140 metrekare duvar resmi var. Ayrıca 1000 metrekare mozaik daha restorasyon aşamasında. Şimdi sıra bir diğer mozaik şehri Hatay'da. 2011 itibarıyla toplam 35 bin 442 esere ev sahipliği yapan Hatay Arkeoloji Müzesi, namı diğer Mozaik Müzesi, sanal âleme taşınıyor. 15 Aralık'ta hizmete girecek Hatay Sanal Arkeoloji Müzesi; mozaik, eser ve şehre ait diğer kültürel zenginlikleri dünyayla paylaşmayı hedefliyor. İlk etapta belirlenen 100 önemli mozaik, tarihî eser ve kültürel zenginliği sanal ortama aktaran müze, araştırmacılar için epey faydalı olacak nitelikte.

***

Çağın mihenk taşları !f'te

2012'nin !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali dünyada olan tüm dalgalardan ve hareketlerden etkilenerek hazırlandı. 16-26 Şubat'ta İstanbul, 1-4 Mart'ta ise Ankara'da gerçekleşecek festivalde 80 bağımsız yapım yer alıyor. Bir de yeni bölüm, ismi: 'People Power / Hareketlenmeler'.

Dalga dalga hareketlerden, yolculuklardan ve deneylerden etkilenen filmlerin toplandığı bölümde çağımızın mihenk taşı olan olaylar anlatılıyor. Bölümün öne çıkanlarından biri, uluslararası platformlarda Tahrir Meydanı'ndaki ayaklanmalar konusunda yapılmış en iyi film olarak değerlendirilen 'Tahrir: İyi, Kötü ve Politikacı'.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 11.12.11

8 Aralık 2011 Perşembe

SÖYLEŞİ: YAVUZ DEMİR

Seferihisar, uluslararası 'yazarlar şehri' olacak

Hep konuşulan fakat hayata geçirmeye kimsenin cesaret edemediği uluslararası bir 'yazarlık okulu' için ilk adım geçtiğimiz hafta atıldı. Türkiye'nin 'yavaş şehir'i Seferihisar'da açılacak Seferihisar-Teos Uluslararası Yaratıcı Yazarlık Merkezi'nin protokolü imzalandı. Projenin fikir babası Prof. Dr. Yavuz Demir, "Yurtiçi ve yurtdışından yoğun bir talep olacağını şimdiden gözlemliyoruz." diyor.


'Hayal endüstrisi' olarak tanımlanan, senaryo ve metin yazarlığı konusunda dünyaca ünlü bir merkez olmayı hedefleyen Seferihisar-Teos Uluslararası Yaratıcı Yazarlık Merkezi için ilk adım, 29 Kasım Perşembe günü atıldı ve bir protokol imzalandı. Merkez, içinde kütüphane, cep toplantı salonları ve yazar evlerinin de bulunduğu bir kampüs olarak hizmet verecek. Yazarlık eğitimi alacakların konaklayacağı merkezde, yazarlar da hem eserlerini yazmaya devam edecek hem de program içerisinde hizmet verecek. Okuyanın iştahını şimdiden kabartan bu haberlerin daha fazlasını, projenin fikir babası ve Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Yavuz Demir'e sorduk.

Ondokuz Mayıs Üniversitesi yanı sıra Oxford ve Ferris devlet üniversiteleri ortaklığıyla Seferihisar'da dünyaca ünlü yazarların ağırlanacağı bir merkez için protokol imzalandı. Bu dünyaca ünlü yazarlar kimler?

Türkiye'den Ondokuz Mayıs Üniversitesi ve yurtdışından katılacak tanınmış üniversiteler işbirliğiyle, İzmir'in Seferihisar ilçesinde açılacak "Yaratıcı Yazarlık Okulu" protokolünü 29 Kasım 2011'de Samsun'da imzaladık. Proje, yurtdışında akademik ve sanatsal ortamlarda konuşulduğunda birçok yazar daha şimdiden projede görev almaktan mutluluk duyacağını ifade etti. Ama projeye dâhil olacak yazarlar konusunda isim vermek şu an için çok doğru olmayabilir.

Nasıl ve neden Seferihisar? Öncesinde başka yerlere başvurmuş muydunuz? Yoksa ilk tercihiniz zaten Seferihisar mıydı?

Seferihisar'dan önce de Türkiye'de başka yerlerle ilgili girişimlerimiz olmasına karşın; Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer'in konuya olan yüksek alakası şehrin sahip olduğu tarihsel, kültürel ve coğrafi birikimle bir araya gelince burası bizim için kaçınılmaz oldu.

Protokol imzalandığına göre yer tahsisi yapılmış olmalı. Tam olarak neresi?

Seferihisar'ın Sığacık bölgesinde, deniz kenarında çok kıymetli bir arazi, merkezin yapımı için üniversitemize tahsis edildi.

Nasıl bir merkez? Konaklama içinde mi örneğin?

Çok büyük bir yapıdan söz etmiyoruz. İdari birimler, kütüphane, cep toplantı salonlarından ibaret bir ana yapı ve yazar evlerinden oluşacak, yöreye has mimarinin çizgilerinden muhtevi bir merkez.

Kimler katılabilecek? Sadece ortak üniversitelerden öğretim üyeleri, yazarlar ve öğrenciler mi? Yoksa herkese açık mı? Sınırlama ve gereklilikler neler?

Bu proje her kesimden insana açık. Öncelikle Türkiye'deki tüm üniversitelerle işbirliği yapmayı ve ortak projeler üretmeyi hedefliyoruz. Bunun yanı sıra yazma konusunda merakı olan herkesin ihtiyaçlarını karşılayacak bir program mevcut olacak. Bu alanla ilgili son yıllarda Türkiye'de yükselen bir eğilim ve talepten söz etmek zaten mümkün. Hem akademi hem de akademi dışında birçok insan düzenli olarak eğitim talep ediyor. Şu ana kadar hem yurtiçinde hem de yurtdışında yaptığımız gözlemler her iki kaynaktan da çok sayıda talebin olacağını gösteriyor.

Merkez, yurtdışında olduğu gibi, yazarların üretim yaptıkları, örneğin, kapanıp bir roman bitirdikleri bir yer olarak da hizmet verecek mi?

Bu konuda önemli bir işlev göreceğine inanıyoruz. Yazarların konaklayabileceği bir yazar evinin mimari projede yer almasının sebebi de bu. Romancılar, hikâyeciler eserlerini belirli bir süre konakladıkları bu mekânda yazmaya devam ederken, aynı zamanda program içerisinde hizmet de verecekler.

Eğitimler ne kadar sürecek? Sonunda diploma verilecek mi?

İlk yıl için diploma değil, sertifika programları olacak. Eğitimler seçilen programlara göre değişik süreler içerecek.

Ücretlendirme nasıl olacak? Aşağı-yukarı...

Ücretler için konuşmak çok erken. Bütün bunlar ilerleyen birkaç ay içinde netleşmiş olacak. Programın içerik ve süresine bağlı olarak da bunlar tayin edilecek.

Metin ve senaryo yazarlığı 'hayal endüstrisi' olarak tanımlanıyor. Endüstri ve edebiyat nasıl yan yana duruyor?

İnsanlık, reel sektörün karşısına kendisine yaşam ve devam alanı sağlayacak hayal sektörünü yerleştirmedikçe kendisini fark edemeyecektir. Yahya Kemal'in mısrasıyla devam edelim: "İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Artık edebiyatı sadece bir kitap yazımı ve tüketimi bağlamında tek başına düşünmek mümkün değil. Diğer sanatlarla bütünleşerek tüketildiği düşünüldüğünde, edebiyatın -yerleşik kural ve adlandırmalar dışında- endüstriyel bir ürün olarak anlaşılması gerek. Ve belki de bu manada edebiyat eğitiminin adı da 'endüstriyel edebiyat tasarımı bölümü' olarak değiştirilmelidir.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 8.12.11

5 Aralık 2011 Pazartesi

Mutlu aile resminden çıkan sergi

Ressam Leyla Gediz'in kendi kuşağının -kendisi dahil- gelecek kurma ve mutlu aile tablosuna uyma çabalarına cevap olarak ürettiği ‘Gelecek Program' isimli kişisel sergisi 7 Ocak'a dek Rampa'da. Pek çok kişisel kırılmadan sonra sergiye hazırlanan Gediz, resminde de ciddi kırılmalar gerçekleştirmiş.


Sondan başlayalım; videodan… 16 Ekim 2011 sabahı. Ressam Leyla Gediz ablası Rana Gediz İren'in portresini yapacak. Tek oturumda... Kapı çalıyor, açılıyor; merhabalaşıp günaydınlaşılıyor. İçeri giren abla, daha önce yapılmış portrelere tek tek bakıp “Bunların içinde hiç güzel kadın yok… Niye çirkinler bu kadar?” diye soruyor gülerek. “Ay Rana…” diyor Gediz: “Ben çirkin olduklarını düşünmüyorum. Hem sen bir otur bakalım…”

Leyla Gediz biraz yorgun. “Kola içtim çok. Uyuyamadım. Ama çalışamadım da… Mutsuz oldum.” diyor. Kahve. Ve başlıyor resme. Önce gergin, sonra sakin ve en sonunda keyifli. Bittiğinde, “Gözlerimin rengi ne güzel olmuş” oluyor ablasının ilk cümlesi. Gediz'inki ise “Bitmedi daha… Ama yoruldum. Bozmaktan korkuyorum. En iyisi bırakayım.”

Her şey gibi -yeni galeri, yeni sayfa- bu şekilde çalışması da yeni. Donduran kendisi olsa bile donmuş bir fotoğraf karesi yerine akıp giden zamanın peşinde… “Ressamlık çok yalnız bir meslek. 10 yılımı bir atölyede tek başıma, bir tuvalin karşısında geçirdim.” diyor ve ekliyor Gediz: “Biraz açmak, yaşayan dünyayla iletişime geçmek istedim. Fotoğraftan çalışmak görüşü iki boyuta indirgiyor, insanı kısıtlıyor. Oysa karşımda biri olduğunda o anın içi doluyor. Bu tabii büyük bir sıçrama. Çünkü kafamda iyi resmin ne olduğuna dair birtakım kemikleşmiş inançlar var. Ve bana baskı kuruyorlar.”

Tüm o inanç ve baskılardan iyi not alıp geçmiş 40 kadar portre var galeride. Hepsi kadın; hepsi eş, dost, arkadaş… Biraz kurnazlık yapmış burada Gediz. Sıkıntılı bir dönem geçirdiğinizde dostlarınızla dertleşmek istersiniz ya, öyle istemiş ve resmi oltanın iğnesine geçirmiş. Herkesi tek tek atölyeye çekmiş; hem dertleşmiş hem çizmiş. “Çok iyi oldu. Onları görmek, konuşmak, resimlemek… Bağımlılık yaptı.” diyor ve ekliyor: “Örneğin öncesinde ablamla iletişimizde sorun vardı. Portreleme sırasında gerginliğimiz kayboldu, çözüldük, yakınlaştık, yeniden bağlandık. Resim bittiğinde kendimi epey iyi hissettim. Kaydı izleyince de ablamı çok sevdim. Aileden, küçüklükten gelen o iki kız kardeş gerilimi kayboldu.”

Tam bu noktada; başa, serginin çıkış noktasına, ideal aile resmine dönelim. Kişisel olarak zor bir dönem geçirmiş Leyla Gediz. Zor bir ayrılık… Ama yine de sırf önceden söz verdi diye gitmiş bir arkadaşının düğününe. Gitmemesi gerektiğini, çok üzüleceğini bile bile… Her masada tek kullanımlık fotoğraf makinelerinin olduğu bir düğünmüş bu. Makineyi alıp bir sürü fotoğraf çekmiş. Sonra da bir köşeye atmış filmi. Aklında kalmış tabii. Epey bir süre sonra bir cesaret, yıkamaya vermiş onu. Fotoğrafların çoğu yanmış zaten. Tam derin bir nefes alacakken zarfı görmüş. Üzerinde, Kodak firmasının dünyadaki tüm fotoğraf zarflarında kullandığı sarı renkli çerçeve içindeki mutlu aile tablosu. Baba, anne, iki çocuk… Bitirmiş onu: “Kaybımı bana hatırlatacak şey oradaydı, zarfın üzerinde. Mutlu aile fotoğrafı. Olay bu dedim, konu bu. Ve evirip çevirip resimledim onu.” Tüketene dek, kişisel sergisinin çıkış noktası yapana dek…

Gediz'i asıl ilgilendiren şey mutluluk aslında. “Mutluluk neye bağlı, ne zaman mümkün? Ben bu aile şemasına uymuyorum. Olmadı yani. Hayatımın şu aşamasında uzak bir fikir bu. Kararlılıkla ulaşabileceğim, erişebileceğim bir şey değil. Ne olacak şimdi? Bir kadın olarak mutluluğum sadece bu aile modeline mi bağlı? Evlenip iki çocuk yapmaktan başka şansım yok mu?” diye soruyor ve cevaplıyor Gediz: “Geçen sene çocuk sahibi olmak, aile kurmak istedim ama olmadı. Hedef bu olunca ağır hayalkırıklığı ve depresyon geliyor. Bu kurgu büyük bir mutsuzluğa yol açıyor. Aileye karşı değilim. İdeal aile tablosununun mutluluğun tek formülü olarak gösterilmesine karşıyım. Çünkü buna sahip olamayan insanlar için çok mutsuz edici ve baskı oluşturucu bir durum bu. Başka alternatifler de olmalı. Benim buna ihtiyacım oldu bir dönem. Tek bir formüle bağlarsak mutlu olamayacağız. Bu kurgu dışındaki alternatifleri araştırmaya varım ben. İlla bunu oluşturacağım diye inat etmeye yokum. “

Şimdi mi? Tek başına gayet keyifli Gediz. İşi, pratiği, çevresi, arkadaşları, yaşamı… Yuvarlanıp gidiyorlar. Büyük bir kurgu olmadan. Beklentisiz. ‘Gelecek Program'ın getirdiği gibi…

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 5.12.11

4 Aralık 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Caz müzisyeni mi olacaksın? Vay haline!


Türkiye'de caz konusunda eğitim veren tek konservatuar Ankara Hacettepe Üniversitesi'nde. 1,5 yıldır... Şimdi bir de İzmir Yaşar Üniversi-tesi'nde var. Ama galiba Hacettepe'deki yakında kapanacak. Çünkü hocaları birer ikişer dağılıyor; bir kısmı Yaşar Üniversitesi'ne geçmiş bile.


Caz önemli bir övünç kaynağı. "Şunlar geldi, bunlar gitti, biletler tükendi, konserler doldu, İstanbul bu konuda aldı yürüdü..." diye anlatıp duruyoruz birbirimize. Hakikaten öyle. Başta İstanbul, Ankara, İzmir ve Afyonkarahisar'da olmak üzere pek çok caz festivali var ülkede. İçlerinde genç caz konserleri ve yarışmaları da oluyor üstelik. Örneğin İstanbul Caz Festivali kapsamındaki Genç Caz konserleri sekiz yılı geride bıraktı ve nice amatör müzisyen ağırladı. Haliyle, aklımıza bir soru takıldı: "Bu konser ve yarışmalara katılan gençler nerede eğitim görüyor?" Soruşturduk ve anladık: Eğer yurtdışına çıkma imkânları yoksa orada burada, tamamen kendi çabalarıyla; biraz şansları varsa profesyonel müzisyenlerden aldıkları ders ve kurslarda. Çünkü Türkiye'de caz alanında eğitim veren bir konservatuar -1,5 yıl öncesine kadar- yokmuş. 1,5 yıl önce Ankara Hacettepe Üniversitesi Konservatuarı bünyesinde bir Caz Bölümü açılmış; büyük umutlar ve sağlam bir kadroyla ama biraz yalancı bahar tadında. Çünkü kapanacakmış yakında. Nedeni ise -içeriden alınan bilgiye göre- gördüğü ilgi ve gösterdiği başarı! Hocaların bir kısmı İzmir Yaşar Üniversitesi'nde daha yenice kurulan caz bölümüne geçmiş bile. Bu yola baş koyan ama yurtdışına çıkamayan gençlerin tek umudu -şimdilik- orası.

***

Kimse 'Huzur' istemiyor!

Antik AŞ'nin geçen hafta Swissotel The Bospho-rus'ta gerçekleşen müzayedesinin yıldızı Osman Hamdi Bey'in 'Huzur' isimli tablosuydu. Sıra ona gelene dek salon tıka basa doluydu, çünkü tarihi bir ana şahitlik edilmesi söz konusuydu. Ama olmadı. Açılış fiyatı 9 milyon dolar olarak belirlenen tablo için bir iki kişi telefonla ufak çaplı artırımlar yaptı ama bu artış 10 milyon doları bulmadı. Turgay Artam satışı gerçekleştiremeyeceğini söyleyerek diğer eserlere geçti. O sırada salonda neredeyse kimse kalmadı. Artam'ın satışı durdurmasının sebebi; hem bu kadar değerli bir tablonun 10 milyon doların altına satılmasını uygun görmemesi hem de halihazırda 10 milyon dolar vermek isteyen ama taksitlendirme rica eden bir koleksiyonerin bulunmasıydı. Gün itibariyle, yaşananların üzerinden tam bir hafta geçti ama Antik AŞ'den aldığımız bilgiye göre o malum koleksiyonerden ses yok.

***

Serginin adı: 5199

Herkes olanları biliyor. 4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Gü-nü'ne üç beş gün vardı. Bir haber: Bolluca Yolu'nda yüzlerce köpek zehirlendi. Hayvansever ve veterinerler koştu gitti. Köpeklerin bazısı yaşadı, bazısı öldü. Üç beş gün konuşuldu, tartışıldı; sonra unutuldu. 46 Dergisi'nin kasım-aralık hayvanlar özel sayısında konu detaylıca işlendi; anlatıldı, anlaşıldı. Deniz Ülkütekin sağ olsun. Şimdi de bir sergi açılıyor. Mehmet Turgut'un '5199' ismini verdiği serginin mekânı City's Nişantaşı R katı, tarihi 10-17 Aralık. Sergi, ismini yetersiz hükümlerine rağmen bir türlü değiştirilemeyen Hayvan Koruma Kanunu'ndaki 5199. maddeden alıyor.

***

Festivalin adı: 0090

0090; Türkiye'yi aramak, ülkeye bağlanmak istediğimizde illa ki gerekiyor. Bir ön şart olarak. Yurtdışından Türkiye'ye bağlanan bir festival için daha güzel bir isim düşünülemezdi! 0090, Türkiye'ye doğrudan ve dolaylı referanslarla bağlanan bir güncel sanat festivali. 1 Aralık'ta Belçika'da başladı. 9 Aralık'a kadar devam edecek. Dans, tiyatro, performans, görsel sanatlar ve müzikle... Ayrıntılı bilgi için: www.0090.be

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 4.12.11

3 Aralık 2011 Cumartesi

Çerkez sanatçının Meksika rüyası

Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti (Rusya) doğumlu Bashir Borlakov, PİLOT Galeri'de 21 Ocak'a kadar sürecek 'Meksika Rüyaları' isimli sergisinde 1940'lar dünyasının Meksika'sına götürüyor izleyiciyi. Ve ona, o dünyadan seçilmiş 6 karakterin hikâyesini anlatıyor: Frida Kahlo, Diego Rivera, Lev Troçki, Sylvia Agalof, Ramon Mercader ve David Alfaro Siqueiros...

Bir önceki kişisel sergisinde Boris Groys'un 'Sovyet insanı gerçeğin içinde değil, hep sanatın içinde yaşadı' cümlesinden almıştı ilhamını. Sovyetlerin hayaletinin ve hatta geçmişte kurulmaya çalışılmış geleceğinin izini süren 8 fotoğraflık serginin ismi 'Geçmişteki Geleceğe Doğru' idi. Sanatçı Bashir Borlakov 1977 Karaçay doğumlu, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümü mezunu. O zaman bu zaman sesi çıkmıyordu. Ama geçtiğimiz hafta her biri geniş ekran boyutunda 8 yeni fotoğrafla yeniden çıktı karşımıza. Hareli bulutlar ve dik başlı bitkiler arasında olup biten birtakım ilginç olaylar/rüyalar anlatıyor bu defa.

Yaşanmış, yaşanması olası ya da hiçbir zaman gerçekleşmemiş bu olaylar/rüyalar 1940'ların Meksika'sında geçiyor. Kahramanları; Frida Kahlo, Lev Troçki ve Diego Rivera yanı sıra Sylvia Agaloff (hizmetçi), Ramon Mercader (Stalin'in Troçki'yi öldürmesi için tuttuğu suikastçı) ve David Alfaro Siqueiros (Diego'nun yakın arkadaşı, dönemin meşhur ressamı). Pilot Galeri'deki serginin adı 'Meksika Rüyaları'.

FOTOĞRAFLAR ORTAK BELLEĞİN GÖRSELİ

Belli bir zaman ve mekânda yaşayan insanların ortak bir rüya gördüğünü, hatta kimi zaman bu rüyanın içinde hep birlikte yaşandığını düşünen Borlakov'a göre her çağ kendi ütopyasının rüyasına dalmakta. Bu durumda fotoğraflar, ortak bir belleğin -rüya bile olsa- görselliğini sunmakta. Sanat, politika, ölüm, aşk, nefret, ihanet... İnsana dair ne varsa bu rüyalarda. Mesela: Frida'nın rüyasında herkes salıncakta, o merkezde; Troçki'ninkinde ise Troçki Frida'yla birlikte gökyüzünde uçmakta. Aslında olay/rüya aynı ama kişi sayısı kadar da farklı. Algıya, önceliğe, yaşam biçimine göre eğilip bükülmekte... Tarih de öyle; içinde bulunduğumuz zamanın öncelikleri, algısı, yaklaşımı neyse ona göre şekillenmekte.

Tüm bunları; yani gerçekle rüyayı, şimdiyle geçmişi bir tarafa bıraktığımızda; Borlakov'un işlerindeki asıl tereddüdün metafor ve düz anlam arasında olduğu çıkıyor ortaya. Fotoğraflarda çok fazla tuhaf görüntü olduğundan ister istemez türlü çeşit metafor arayışına giriyor izleyici. Montaj gibi görünen yabancı maddeler ve hiç alakasız karşımıza dikilen kültür sembolleri 'Acaba tüm bunlar göründüğünden daha fazla şey mi demek istiyor?' dedirtiyor hatta.

Bazen işaretler çok şey demek istiyor ve çok şey diyor da zaten. Ama kimileyin de her şey göründüğünden bile daha basit oluyor. Anlamlardan anlam beğenmeye alışkın ve şüpheci sanatsever, acele eder ve PİLOT Galeri'ye 21 Ocak'a dek yetişirse fotoğrafları görüp kararı kendi verebilir. Yaptıklarına fotoğraf değil, daha çok sanat olarak bakan ve aracı değil, amacı önemseyen Borlakov; bu noktada tamamen izleyiciye bırakıyor kararı.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 3.12.11

30 Kasım 2011 Çarşamba

'Hangi İnsan Hakları?' Van yolcusu

Documentarist'in üçüncüsünü bu yıl düzenlediği 'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali' 6–10 Aralık'ta perdelerini İstanbul'da açtıktan sonra 15 Aralık'ta Van'a gidiyor. 19 Aralık'a dek Van'da kalacak festival; film gösterimlerinin yanı sıra atölye çalışmaları ve sohbetlerle oradakilere destek olacak.


Şilili ekonomist Manfred Max Neef'in tanımına göre zaman ve kültür ayrılığı gözetmeden insanın, dokuz temel ihtiyacı var: Yaşamı sürdürebilme (mevcudiyet) ihtiyacı, korunma ihtiyacı, muhabbet ihtiyacı, anlayış ihtiyacı, katılım ihtiyacı, boş vakit geçirme ihtiyacı, yaratıcılık ihtiyacı, kimlik ihtiyacı ve özgürlük ihtiyacı… Bunlar Ortaçağ'daki insanın da şimdiki insanın da temel ihtiyaçları... Kendileri değişmiyor, sadece tatmin edilme şekilleri değişiyor.

'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali', insan ihtiyaçlarını hesapladı ya da hesaplamadı… Bilmiyoruz. Bildiğimiz, 15 Aralık itibarıyla filmlerini ve atölye çalışmalarını yüklenip Van'a gidecekleri… Oradakilerin yaşamı sürdürebilme ve korunmanın ardından muhabbete, anlayışa, katılıma ve hatta boş vakit geçirebilmeye ihtiyacı var diye… 'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali' 19 Aralık'a kadar film gösterimleri ve atölye çalışmalarıyla birlikte Van'da olacak. Hem medya, fotoğraf, gazetecilik ve video atölyesi oradakilere yaşadıklarını anlatabilecek yollar da gösterir belki…

TAHTACI FATMA FESTİVALİN KONUĞU

Documentarist çatısı altındaki 'Hangi İnsan Hakları? Film Festivali', bu yıl üçüncü kez düzenleniyor. İki sene önce bir küçük hafta, geçen yıl bir büyük etkinlik ve şimdi bir festival olarak… Festivalin bu yılki detaylı programı önceki akşam Tütün Deposu'nda gerçekleşen bir basın toplantısında açıklandı. Her sene bir temayla yola çıkan festival, bu yıl çocuk haklarına odaklandı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden çocukların hallerini konu alan animasyon, kısa film, uzun metraj ve belgesel filmlerden oluşan etkinlik, sorunun hakkını veren 40 yapımı izleyiciyle buluşturacak. Peru'dan Hindistan'a, Kolombiya'dan Filistin'e, ABD'den Afganistan'a, İsveç'ten Senegal'e ve elbette Türkiye'ye kadar pek çok ülkeden insan hakları manzaraları sunan festival, en geniş bölümü çocuklara ayırdı ama daha geniş bir perspektife sahip filmler de mevcut.

Filmler arasında; Birleşmiş Milletler'in Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin çeşitli maddeleri üzerinden birer çocuğun yaşadığı hak ihlallerini ele alan Hollanda yapımı Just Kids kısa film serisi ile Türkiye belgesel tarihinin klasikleşmiş filmlerinden Süha Arın'ın Tahtacı Fatma'sı da var. Tahtacı Fatma'da Toros Dağları'nda hayatını ormancı olarak sürdüren bir ailenin 12 yaşındaki kızı Fatma'nın hayatı ve özlemleri anlatılıyor.

Festival haftası boyunca; film okuma atölyesinden üniversite sınavına hazırlanan gençlerin sorunlarını aktaracakları Forum Tiyatro'ya, sergilerden panellere pek çok yan etkinlik de gerçekleşecek. Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu ve İsveç İstanbul Başkonsolosluğu'nun desteğiyle hayat bulan festivalin gösterim ve etkinlikleri SALT Beyoğlu, Dutch Chapel ve Tütün Deposu'nda… Ayrıntılı bilgi için: www.documentarist.org

JÜLİDE KARAHAN

HİÇBİR YERDE / 30.11.11

28 Kasım 2011 Pazartesi

SÖYLEŞİ: TUNA ÖZÇUHADAR


Dünyayı dolaşsak bir filmin yaptığı etkiyi yapamayız


İstanbul, 2-4 Aralık tarihleri arasında Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin üçüncüsüne ev sahipliği yapacak. 'Günümüz insanının ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılamasını tehlikeye atmadan karşılanması' anlamına gelen 'sürdürülebilir yaşam'ı ve bu konudaki filmleri bir araya getiren festivali, Tuna Özçuhadar'la konuştuk.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin ilki 2008'de İstanbul'da, ikincisi 2010'da İsveç'te düzenlendi. Üçüncüsü bu yıl 2-4 Aralık tarihleri arasında yine İstanbul'da. Çözüm barındıran, insanı umutlandıran, en önemlisi farkındalık oluşturan filmlere yer veren festivali, Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi adına Tuna Özçuhadar anlattı.

Sürdürülebilirlik nedir? Kavram olarak...

Kendi haline bırakıldığında yerküre, sürdürülebilir bir sistemdir. Brundtland Komisyonu 1987'de hazırladığı Ortak Geleceğimiz adlı raporda sürdürülebilirliği "gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılama olanaklarını tehlikeye atmadan günün neslinin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi" şeklinde tanımladı. Yani, günün kaynaklarını gelecek kuşakların haklarını yemeden, kendilerini yenileyebilecekleri şekilde kullanmak...

Prensipleri neler? Ne yapmazsak sürdürülebilir olur dünya?

Kâr amacı olmayan bir organizasyon olan İsveç'teki The Natural Step'in (TNS) kurucusu tıp doktoru Prof. Dr. Karl Henrik Robert, 1989'da 200 bilim adamıyla yaptığı uzun istişareler sonunda 4 ana tema belirlemiş. Neyi yanlış yaptığımızı bilim adamlarına sormuş ve çevreyle ilgili üç temel prensipte anlaşma sağlanmış. Dördüncüsü daha sosyolojik, insanla ilgili.

Sayalım mı?

Bir; yerkabuğundan yer yüzeyine madencilikle çıkarılan nadir elementlerin sistematik artışını durdurmalıyız; örneğin ağır metaller, fosil yakıtlar gibi. Çünkü yaşamın olduğu katmana yabancı olan bu maddeler yeryüzünde birikince doğadaki dengeyi bozuyor. İki; insan tarafından üretilen doğaya yabancı kimyasal bileşenlerin üretim ve kullanımını kısıtlamak; çünkü bunlar da doğada hazmedilemiyor, örneğin suni gübre. Üç; vinç, kepçe, dinamit yardımıyla gerçekleşen fiziksel bozulmayı durdurmak. Bu bozulma doğanın döngülerini yürütme becerisine engel oluyor, örneğin aşırı orman hasadı. Bu ihlalleri yapmazsak daha sürdürülebilir bir dünyadan bahsedebiliriz. Üretip tükettiğimiz için kendimizi suçlu hissedelim demiyoruz. Birtakım yanlışları düzeltip her şeye yaşam döngüsü yaklaşımıyla bakalım; derdimiz bu. Sonuncusu ise insan ihtiyaçlarını doğru tanımlamak. Ortaçağdaki insanla şimdiki insanın ihtiyaçları temelde aynı, sadece tatmin etme şekli farklı. Şilili ekonomist Manfred Max Neef'in tanımına göre zaman ve kültür ayrılığı gözetmeyen dokuz temel insan ihtiyacı var: Yaşamı sürdürebilme (mevcudiyet) ihtiyacı, korunma ihtiyacı, muhabbet ihtiyacı, anlayış ihtiyacı, katılım ihtiyacı, boş vakit geçirme ihtiyacı, yaratıcılık ihtiyacı, kimlik ihtiyacı ve özgürlük ihtiyacı.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Bir sürü sorun birbiriyle alakası yokmuş gibi görünüyor. Dünyanın bir köşesinde savaş, bir köşesinde göç, bir köşesinde açlık, bir köşesinde hastalıklar... Aslında hepsi birbiriyle ilişkili. Çevre sorunları, ekonomik sorunlar ve sosyal sorunlar birbiriyle bağlantılı. Bütüncül bir bakış açısı gerekli. Film festivali böyle doğdu, farkındalık için... Çıkıp dünyayı dolaşsak ve tek tek anlatsak bir filmin yaptığı etkiyi yapamayız. Sinema çok güçlü. Ne diyoruz: Gelecek kuşakların hakkını yemeyelim. Bu konuda hemfikir miyiz? Hemfikirsek yapılacak pek çok şey var.

Filmleri nasıl seçtiniz?

Şimdi öncelikle bu sadece çevreci ve yeşil bir film festivali değil. Çevreci olmak başka, sürdürülebilirlik başka... Bugün artık üretim sürdürebilir olmak zorunda. Seçtiğimiz 16 belgesel ve 11 kısa film insanları güçlendirecek nitelikte. Çünkü konular biraz depresif aslında; öldük bittik, tükeniyoruz. İnsanlar filmi izledikten sonra umutsuzluğa düşebilir ve ben ne yapsam dünya değişmeyecek nasılsa diyebilir. Çünkü çok büyük problemler karşısında insanlar kendilerini aciz hisseder. Ama aslında insanın gücü çok fazla. Verdiği oyla birini iktidara getiriyor, harcadığı parayla bir şirketi büyütüyor. İnsanlar bir araya geldiğinde dünyayı yörüngesinden çıkarabilir. İnsan tek başına güçsüz olduğunu hissedebilir ama ortak vizyon, işbirliği ve kolektif çalışmayla gücü çok büyük. Film festivali insanları güçlendirmeye çalışıyor. Siz değişimin temel taşlarısınız, değişimi başlatabilirsiniz, diyor. Festivalin birçok yeni projeye ve benzer işbirliklerine ilham kaynağı olmasını da istiyoruz. Dolayısıyla; umut vaat eden, tetikleyen, depresyona sokmayan ve şu andan, bu günden itibaren neler yapabiliriz diye sorduran filmler seçtik.

***

Festival filmleri

Mavi Altın, Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir, Permakültürde Toprak, Yer Fıstıkları, Güçlü: Herkes için Enerji, Tohum Avcısı, Dönüm Noktası, Sudaki Suretler, Şeytan Operasyonu, Çok Doğru Çok Akıllı, Mutluluğun Ekonomisi, Vahşi Işık: Ruh Eylemle Buluşunca, Affettikçe, Toprak!, Atık=Besin, Güneş Kraliçesi: Arılar Bize Ne Anlatıyor?

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 28.11.11

'Huzur' elde kaldı

Türk resminin büyük ustalarından Osman Hamdi Bey'in 'Huzur' adlı tablosu Antik AŞ'nin Swissotel the Bosphorus'ta dün gerçekleşen 270. müzayedesinde satışa çıktı. Açılış fiyatı 9 milyon dolar olarak belirlenen tablo için bir-iki kişi telefonla ufak çaplı artırımlar yaptı; ama bu artış 10 milyon doları bulmadı. Turgay Artam, satışı gerçekleştiremeyeceğini söyleyerek diğer eserlere geçti. Satışı durdurmasının sebebini de şöyle açıkladı: "Eser 10 milyon dolara sigortalı zaten. Bu kadar değerli bir tablonun 10 milyon doların altına satılmasını uygun görmüyoruz. 10 milyon dolar vermek isteyen ama taksitlendirme rica eden bir koleksiyonere rezerve ettik biz eseri. Aileyle yapılacak istişare sonucunda ödeme kolaylığı sağlanacak ve önümüzdeki günlerde tablo rezervesi yapılan kişisel koleksiyona satılacak. Yurtdışına çıkabilseydi çok talep vardı, ama Kültür Bakanlığı'nın bu konudaki tavrı net."

Politikacı, gazeteci İsmail Cem'in aile koleksiyonunda yer alan ve Osman Hamdi Bey'in bilinen en önemli ilk beş resmi arasında gösterilen 1904 tarihli tablo, en son 1957'de İstanbul Resim Heykel Müzesi'nde düzenlenen bir sergide görücüye çıkmıştı. Müzayedenin bir diğer değerli tablosu olan Şeker Ahmet Paşa'nın "Sonbahar'da Orman"ı ise 2 milyon 500 Türk Lirası'na satışa çıktı ve o fiyattan satıldı.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 28.11.11

27 Kasım 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: 'Fiyat mühim değil'



Çağdaş Sanat Fuarı Contemporary İstanbul'un ön izleme günü, saat 19.00... Epey bir eserin kenarında köşesinde kırmızı nokta. Satılmışlar. Çok erken değil mi? Demek ki önceden ayrılmışlar. Yoksa ne vakit gezdiniz, gördünüz, karar verdiniz, pazarlık yaptınız ve aldınız...


Etraf amaçsızca dolaşanlar, amaçlıca dolaşanlar, anlatanlar, anlayanlar, anlamayanlar, selamlaşanlar ve pazarlık yapanlarla dolu. Az ötede çın çın kahkahalar, az beride hararetli bir tartışma. Koleksiyoner Erol Tabanca ile aracı Ömer Olcay arasında. Tabanca "Fiyat mühim değil" diyor ısrarla. Olcay anlatıyor: "Eser tek edisyon. Bizim niyetimiz bir müzenin koleksiyonuna vermek. Önceliğimiz; İstanbul Modern, Borusan Contemporary ya da Cengiz Çetindoğan'ın açacağı müze. Rakam bizim için de mühim değil. Hocaya değer katsın, derdimiz bu. Satışa çıksa 30 binden açılır, 60 bine rahat yükselir, 100 bini görür."

Tabanca kararlı: "Bakın, açık konuşayım, benim de bir müze hayalim, niyetim var. Ama size şu kadar zaman sonra açacağım diyemem ki... Yer bulunacak, vakıf kurulacak..." Israrlara dayanamıyor ve "Tamam, hocayla konuşayım, herhangi bir müzeden herhangi bir girişim olmazsa eser sizin. Taahhüt ediyorum." diyor Olcay sonunda.

Neymiş bu böyle diye etrafa bakınıyoruz ve 'İstanbul'a Dokunmak' isimli 3 boyutlu bir canlandırma görüyoruz. Başı kalabalık... 3D gözlüğü takıp geçiyoruz karşısına. Ne olabilir ki sonuçta? Vay, vay, vay... Devrim Erbil'in Haliç resimlerinden birine yaklaşıyor, yaklaşıyor, caminin minarelerine çarpmaktan zor kurtuluyor ve çizgilerin içine giriyoruz. Resimdeyiz, denizdeyiz. Etrafta tekneler, su kıpır kıpır. Başımızın üzerinden bir martı sürüsü geçiyor, çığlık kıyamet. Sesleri kulağımızda, başımızı eğmesek kanatları saçlarımıza değecek. Öyle bir gerçek. Tabanca'nın inadı boşa değil...

Eseri 5 kez filan izledikten sonra "Şimdi ne tarafa? Oraya baktık mı? E biraz önce de buradan geçmiştik... Şu kadının ayakkabısını gördün mü? A bak! Demet Şener, Audi Q3 eser olarak mı burada?" gibi türlü cümle kurarak ilerliyoruz koridorlarda. Dile kolay, 3000 parça... Herkesin eve götürmek istediği bir şey var aralarında. Bizimkisi, Cem Dinlenmiş'in 'Yeni Dünya'sı. Ama tabii o da "Fiyat mühim değil" diyen birinin evine gidecek günün sonunda...

***

SANAT, GÖZÜNÜ ANADOLU SERMAYESİNE DİKTİ

Contemporary İstanbul'un 6. yılındayız. Karşımızda, her yıl biraz daha büyüyen -her yönden- bir etkinlik. Şimdi gözü Anadolu'da... Fuarın koordinatörü Hasan Bülent Kahraman'ın anlatımıyla: "Anadolu dediğimiz hadise Türkiye'de bugün her şeyi tayin ediyor. Siyaseti, ekonomiyi... Orada birikmiş büyük bir sermaye var. Türkiye'nin birtakım kültürel problemleri de var. Bu noktada gerçekçi olmak lazım. Malatya, Muş, Mardin, Erzurum ve Artvin'e çağdaş sanat gitmedi ama oralarda bir kitle var. Yurtdışında okumuş, gelmiş, babasının işinin başına geçmiş; o işi, senin benim ruhum duymazken dünyanın en önemli merkezleriyle ticaret yapan bir kuruma dönüştürmüş. Kafaları çalışıyor, açıklar. Contemporary İstanbul'un niyeti Anadolu'daki sermayedarları İstanbul'a getirip bu alanın bir parçası yapmak."

***

FUARDAN FAYDALI NOTLAR

Bugün Contemporary İstanbul'un son günü. Gitmek isteyenler için yeri; İstanbul Kongre Merkezi Fuar Alanı ve İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı Rumeli Salonu.

Gezilecek toplam alan 12.500 m² ve en az 2 saat sürüyor.

Yeni Ufuklar bölümünün konuğu Körfez Bölgesi Ülkeleri.

3 eser fuar alanının dışında, kamusal alanda. Biri Abdi İpekçi Caddesi'nde, biri The Sofa Hotel'in ön cephesinde, biri Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı Rumeli Girişi'nde.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 27.11.11

23 Kasım 2011 Çarşamba

SÖYLEŞİ: HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Eskiden yüzük alınırdı şimdi sanat...

Çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'un 6.sı yarın başlıyor. Geçen seneki Contemporary İstanbul'da satış oranının yüzde 83 olduğundan hareketle; çağdaş sanat eserini değerli kılan faktörleri, sermayenin aldığı riski, sanat yapıtı sayesinde değişen görme ve görülme biçimlerini fuarın koordinatörü Hasan Bülent Kahraman'la konuştuk.


526 sanatçının 3 bin eserinin görücüye çıkacağı Contemporary İstanbul'un 6.sı yarın başlıyor. 27 Kasım'a dek sürecek fuar; İstanbul Kongre Merkezi ile İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda binden fazla uluslararası koleksiyoneri ve 60 binden fazla ziyaretçiyi ağırlayacak. Sanat ve yatırıma ilişkin detayları Hasan Bülent Kahraman anlattı.

Bir çağdaş sanat eserini değerli kılan nedir? Parasal açıdan...

Bu değişmez. Bir sanat yapıtını parasal bakımdan yüksek bir bedele dönüştüren yine onun içeriği ve özüdür. Sanat daima, ilk günden beri, bir piyasayla ilişkili olmuştur. İmparatorluklar, aileler, cumhuriyetler, mesenler, kilise... Yani iktidar odakları sanata belli bir değer verir. Bu değer sanatçının evrensel estetik değerinin dışında tasavvur edilemez. 20. yüzyılda burjuvazinin ortaya çıkmasıyla durum daha sistematik hale geldi, sanat yapıtı ticaret aracına dönüştü. Şimdi, 21. yüzyılda başka bir şey var. Eskiden altın yüzük alınıyordu, şimdi sanat yapıtı... İki şey değer üretir; ya döneminin ruhunu yakalayan yapıt ya da dönemini aşan yapıt. Bu bir sezgi, bir eleştirmenlik meselesi. Sanat yapıtı artık bir yatırım aracı. Yatırım demek sermayenin bir alana, bir ürüne yönelmesi demek. Sermaye dünyanın en tedirgin şeyi. Risk alır ama belli bir yüzdeyle... Güvensizlik görürse çekilir. Bir büyük sermaye grubunun bir yapıta yatırım yapması o yapıtın takip eden dönemde daha da değerlenmesine yol açar. Bu kesin.

Sermaye bir çağdaş sanat eserine nasıl güveniyor?

Dünyanın her yerinde her türlü yatırımda bir tek unsur vardır: Bilgi. Sermayenin dünyada en çok para ödediği şey bilgidir. Türkiye'de, Suriye'de ne olacak, kim gidip kim kalacak... Daima budur sermayenin aradığı. Dolayısıyla bir yatırım aracı olarak baktığınızda sanat piyasasında da bilgi önceliklidir. Galeri yöneticileri, müze yöneticileri, danışmanlar, küratörler, yönetim kurulları sermayeye bilgi aktarırlar. O değil, bu yükselecek derler. Neyin ne olacağının ya da olmayacağının ölçüsünü daima bilgi tayin eder. Bu nedenle eleştirmenler dünyanın her yerinde biraz gömlek, biraz kimlik, biraz kılık değiştirerek; küratör ya da müze yöneticisi olarak o bilgiyi üretirler. Yoksa öyle ben bunu sevdim, aldım yok.

Bir yapıt üzerinden gidelim... Örneğin Felix Gonzalez Torres'in şekerleri... Gözün gördüğü, sıradan şekerler. Ama üzerine birtakım kelimeler, kelimeler, kelimeler... O kelimeleri mi satın alıyor sermaye, bilgi diye?

Kısmen... Çağdaş sanat, kısmen modern sanat elbette bir açıklamayı gerektiriyor. 80 ve 90'larda yapısalcılık sonrası düşünce akımlarının devreye girmesinden sonra küratörler, felsefeciler ve sanat yapıtlarının kendisi sanat felsefesinin sorması gereken soruları sorup vermesi gereken cevapları verir oldu. Çağdaş sanatın böyle bir yanı, yönü, boyutu, derinliği var. Sonuç itibarıyla biz belli bir entelektüel düzeyde onu anlamak, algılamak istiyorsak o yapıtın arkasındaki sözcükleri de göz önünde tutmak zorundayız. Ama bir yapıt kendisinde o sözcükleri üretecek, ürettirecek, doğurtacak, doğurtturacak bir öze, bir güce, bir potansiyele sahip değilse zaten o sözcükler de üretilmez. Sanat yapıtı evvela kendisinde taşıdığı o güçle bir şeyleri kımıldatır. Sözcükler sonra gelir. Sanat, sonunda bizim belki tahayyül bile edemediğimiz birtakım düşüncelerin somut olarak karşımızda durduğu alandır.

Ya yapıtı aşan fiyatlar... Onlar nerede duruyor?

O bir mekanizma. Önce yapıt, sonra spekülasyon ve yatırım... Özü olanlar kalıcı, diğerleri geçici. Bu unutulmamalı. Değerli bir yapıt ya zamanının ruhunu yakalamıştır ya da zamanının ötesindedir. Daha basit bir örnek: Star Wars bir macera filmi sonunda. Ama bizim görsel ideolojimizi tepeden tırnağa değiştirdi. Onun hemen arkasından gelen bilgisayar endüstrisi ve sanal düşünme yöntemlerini hatırlayın. Atomun parçalanması kadar büyük bir şey değil ama bir yapıt bize içinde yaşadığımız dönemin ötesine geçecek bir görsellik, bir bilinç getirebilir...

Görme biçimimizi mi değiştirir?

Evet. Büyük sermaye grupları bu yatırımları bu nedenle yaparlar. Toplumsal bilinci, görsel algıyı değiştirmek ve itibar kazanmak için. Yoksa niye bir sanat yapıtına milyonlarca dolar ödesin? Bir tek şeyi biliyoruz: Gerçek sanat yapıtına yapılmayan yatırım kayıptır. Bu sadece bugünün değil, 19. yüzyılın da hakikati. Yani bugün elinde sermaye bulunduran insanların o sermayenin yüzde üçünü, beşini sanata yatırması bir ekonomik zorunluluk. Bir matematik.

Eserler, tanıtımlar, sergiler, fuarlar, bienaller... Ne kadarı biraz evvel anlattığınız öz için, görme biçimi için? Ne kadarı görülme biçimi, temayüz için?

Bunun yüzdesi olmaz. Ben bir koleksiyonerin bir çağdaş yapıt karşısında hangi evrensel ilkelerle hareket ettiğini, etmesi gerektiğini anlattım. Fuara gelen büyük çoğunluk bu şekilde hareket edecektir diye düşünüyorum. Son 20 yılda bir gerçek var, bir kere onu görelim: Sanat piyasası, aynı siyaset ve ekonomi gibi batıdan doğuya kaymıştır. Avrupa'nın bu derece çöktüğü bir dönemde Çin, dünya çağdaş sanat piyasasının yüzde 38'ini elinde tutuyor. Uluslararası çağdaş sanatın ağırlık noktalarından biri Türkiye olacak. Bu fuar da bunun için çalışıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 23.11.11

22 Kasım 2011 Salı

Eski müzeye yeni SALT geldi

Garanti Bankası'nın kültür kurumu SALT'ın ikinci binası Galata'da açıldı. Burası, sanatseverlerin yakından tanıdığı bir mekân aslında: Osmanlı Bankası Müzesi. Açılış vesilesiyle yapılan basın toplantısında konuşan SALT Yönetim Kurulu Başkanı ve Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere, binayı kan ter içinde bu hale getirdiklerini söyledi ve ekledi: "Daha önce Osmanlı Bankası Müzesi binası olarak faaliyet gösteren 119 yıllık bu etkileyici yapı, bugüne kadar, banka şubesi, bölge müdürlüğü ve müzeyi bünyesinde barındırdı. Bugün artık bu değerli mekânı, tümüyle kültür-sanata ve İstanbullulara armağan ediyoruz." dedi. Onu, mimar Han Tümertekin ve İletişim ve Yönetim Direktörü Sima Benaroya izledi. Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun ise "SALT sabitleşmiş kalıplar yerine, araştırma, paylaşma ve birlikte yeni fikirler üretmeye odaklanıyor. SALT Beyoğlu bir program fabrikası gibi işliyor. Galata ise içine dönük olmasına rağmen araştırma ve paylaşıma önem veriyor." dedi.

SALT Galata aynı anda pek çok sergi ağırlıyor, ocak ortalarına kadar... İlki, 'Geçmişe Hücum: Osmanlı İmparatorluğu'nda Arkeolojinin Öyküsü, 1753-1914'. İkincisi, Gülsün Karamustafa'nın SALT Galata'da açılan 'Peçesi Açılan Modernizm/Tarihleri Örgülemek' sergisi. Üçüncüsü ise Açık Arşiv proje dizisinin ilk sergisi 'Foto Galatasaray'. Araştırmacı/sanatçı Tayfun Serttaş'ın hazırladığı sergi, İstanbul'da 1935'ten 1985'e kadar kesintisiz olarak fotoğrafçılık yapan Maryam Şahinyan'ın arşivini gün ışığına çıkarıyor. 22 Ocak 2012'ye kadar devam edecek sergi, Şahinyan'ın fotoğrafları üzerinden yeni bir yakın tarih okumasına imkân tanıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR/ 22.11.11

20 Kasım 2011 Pazar

MISIR İÇİN UMUT: DÜŞ MÜ? GERÇEK Mİ?

UMUT: DÜŞ MÜ? GERÇEK Mİ? TEMASIYLA KİTAPSEVERLERİ AĞIRLAYACAK 30. ULUSLARARASI İSTANBUL KİTAP FUARI'NIN ONUR KONUĞU MISIR.


Geçtiğimiz yılın onur konuğu İspanya'ydı. İspanyol edebiyatının gözde yazarlarından Julio Llamazares, Soledad Puertolas ve Angelas Caso'nun söyleşilerle renk kattığı fuarın sonunda İspanyol edebiyatı ve kültürüne dair o kadar çok şey öğrenmiştik ki yılı, yeni ülkeyi merak ederek geçirdik. Ve gün geldi çattı, onur konuğu açıklandı: Mısır. Bu açıklamayla; geçtiğimiz aylarda, bilhassa 18 günlük halk hareketi boyunca sıcak takibe aldığımız Mısır’la ilgili ne kadar az şey bildiğimizi anladık. Bilhassa edebiyatı ve kültürü hakkında…

Düşü gerçeğe dönüştürme çabasındaki bu sarı sıcak ülkenin edebiyatı söz konusu olduğunda aklımıza tek bir yazar geliyor: Necip Mahfuz. Mısır Büyükelçisi Abderahman Salaheldin de “Durum çok parlak değil. Necip Mahfuz dışında çok az yazarın çok az eseri Türkçeye çevrildi.” diyerek durumu doğruluyor. Ama konuşmanın sonunda bolca inşallah geçiyor: “Kasım ayı ortasında birçok Mısırlı yazar İstanbul'a gelecek ve kamuoyunda Mısır edebiyatı üzerine bir farkındalık oluşacak. Pek çok Mısırlı yayıncı başvuruda bulundu. Başta Mısır Kültür Bakanı olmak üzere birçok entelektüel fuara katılacak. Mısırlı yayıncılarla gerçekleştireceğimiz toplantılarda pek çok olumlu adımın atılmasını bekliyoruz. Önümüzdeki yıllarda Arapçadan Türkçeye, Türkçeden Arapçaya büyük bir hareketlilik olacak. İnşallah..."

TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Beylikdüzü'nde gerçekleşecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, hem Türk okur hem de Mısır edebiyatı için büyük fırsat. Tanışıp kaynaşma açısından… 12 - 20 Kasım tarihleri arasında bizzat fuara katılacak yazarlar arasında; Türkçede özellikle Yakupyan Apartmanı kitabıyla çok sayıda okura ulaşan Alâ Al Asvani, Necib Mahfuz'un manevi oğlu olarak nitelendirdiği Gamal Gitani, İbrahim Aslan, Mısır Yazarlar Birliği Başkanı Muhammed Salmawy ve Yusuf Ziedan var. Yazarlar, kitaplarını imzalamakla kalmayacak ve Mısır edebiyatı üzerine pek çok söyleşi de gerçekleştirecek.

Kapsamlı kültürel etkinlikler de çabası… Bunlardan biri Mısır edebiyatından sinemaya uyarlanan filmlerle ilgili. Gösterimi yapılacak filmler arasında; Arazi, Bir Başlangıç ve Bir Bitiş, Bana Bir Hikâye Anlat, Al Kitkat ve Yakupyan Apartmanı var. Bu yıl 100. doğum yılı kutlanan Necib Mahfuz da unutulmuş değil ama sürpriz! Mısır için umut: Düş mü? Gerçek mi? Buna cevap vermek için henüz erken olsa da edebiyat ve kültür konusunda çok şey değişecek yakında. Bu kesin.

***

ŞİMDİDEN TANIYALIM

Alâ Al Asvani

1957 doğumlu Asvani, Kahire’deki dişçilik eğitimini Chicago’da sürdürmüş bir isim. Royal Islamic Strategic Studies Center tarafından hazırlanan Dünyadaki En Etkili 500 Müslüman listesine dahil edilen yazarın ironik bir şekilde modern Mısır toplumunu tasvir eden romanı Yakupyan Apartmanı; İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Fince, Fransızca, Almanca, Norveçce, Lehce, Türkçe ve Yunanca gibi birçok dile tercüme edildi. Roman, 2006 yılında filme de uyarlandı.

Gamal Gitani

Mayıs 1945 doğumlu Gitani, 2011 yılına kadar Akbar Al-Adab’ın genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Çok genç yaşta yazmaya başlayan Gitani’nin ilk kısa hikâyesi 14 yaşındayken basıldı. Esasen mobilya tasarımı üzerine eğitim alan Gitani, Kitâb al-Tagalliyyât (Aydınlanma Kitabı) isimli eseriyle 2005 yılında Fransa’nın önemli ödüllerinden Laure Bataillon’a layık görüldü.

İbrahim Aslan

1937 doğumlu Aslan 1971 yılında kısa öykü koleksiyonundan oluşan ilk kitabı Buhayrat al-Masa’yı (Gecenin Gölleri) yayınladı. İlk romanı Heron’u 1983 yılında Arapça yayınlayan Aslan’ın bu romanı yönetmen DAud’Abdal Sayyid’e Al Kit Kat filmi için ilham oldu. Aslan, halen Londra merkezli El-Hayat gazetesinin Kahire bürosunun kültür editörlüğünü yapıyor.

Muhammed Salmawy

Önde gelen Mısırlı oyun yazarı ve gazeteci Salmawy, aynı zamanda Mısır Yazarlar Birliği Başkanı. Kahire Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1966 yılında mezun olduktan sonra Birmingham Üniversitesi İngiliz Uygarlık ve Tarihi bölümünde eğitim alan yazar, Al-Ahram Hebdo gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapmaya devam ediyor.

Youssef Ziedan

30 Haziran 1958 doğumlu Ziedan, İskenderiye Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdikten sonra lisansüstü çalışmalarında tasavvuf ve felsefi temelleri üzerine yoğunlaştı. Hâlihazırda İskenderiye Kütüphanesine bağlı Makale Merkezi ve Müzesi Müdürü olarak çalışan yazarın 50'den fazla kitabı var.


***

ONUR YAZARI FERİT EDGÜ

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle 12-20 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi-Beylikdüzü'nde gerçekleşecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın Onur Yazarı Ferit Edgü.


***

600’E YAKIN YAYINEVİ

Yurt içi ve yurt dışından 600’e yakın yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenecek 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 21. İstanbul Sanat Fuarı-ARTİST 2011 ile eş zamanlı gerçekleşecek. Detaylı bilgi için: www.istanbulkitapfuari.com


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE KASIM 2011

SANAT/HAYAT: Kültür politikaları tamam sıra geleneksel sanatlarda


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, geçen yıl bu zamanlar vakfın taze niyetlerini açıklamıştı. Bunlar arasında ikisi vardı ki, yeni, farklı ve önemli.


Bir: Hat, tezhip ve minyatür gibi geleneksel sanatlara daha fazla özen göstermek; bu sanatların korunması ve çağdaş bakış açısıyla yeniden yorumlanmasına önayak olmak. İki: Sadece festival düzenlemekle kalmayarak kültür sanat politikalarının oluşturulmasında etkin rol oynamak. Bir yıl geçti, ilkiyle ilgili atılmış herhangi bir adım -henüz- yok. Ama ikincisine dair ciddi çabalar var. 2011 Haziran'ında İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan 'Sivil Toplum Gözüyle Türkiye Kültür Politikası Raporu' bunun en somut örneği.

Sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, sanatçılar, akademisyenler ve kültür girişimcilerinden oluşan 185 kişi tarafından hazırlanan rapor, yazdan beri bir köşede duruyordu. Kamuoyuyla bugün paylaşılacaktı, yarın paylaşılacaktı derken... Geçen haftalarda tarih belirlendi. Ama gündem birden yoğunlaşınca paylaşım ertelendi. Sonunda geçtiğimiz çarşamba akşamı Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mahkeme Salonu'nda gerçekleşen bir basın toplantısıyla özetlendi. Sivil toplum kuruluşlarının öncelik verdiği maddeler tek tek sayıldı. Bunların beşi yeni anayasa için temel ilkeler olarak önerildi:

Kültürel haklar insan haklarının ayrılmaz parçasıdır. Kültürel çeşitliliğin korunması devletin temel görevidir.

Kadınlar ve gençlerin kültürel faaliyetlere etkin biçimde katılabilmeleri çağdaş demokrasinin gereğidir.

Cinsiyet, inanç, etnik kimlik ve tüm kültürel farklılıklar gözetilmeksizin tüm yurttaşların kültürel faaliyetlerin düzenlenmesine eşit bireyler olarak katılımı ve kültürün tüm yurttaşlar tarafından paylaşılabilmesi esastır.

Tüm dezavantajlı kesimlerin kültürel hayata erişimini sağlayacak düzenlemeleri yapmak devletin görevidir.

Her yurttaş anadilini öğrenme ve bu dilde kültürel faaliyette bulunma hakkına sahiptir.

***

Tablodan kuşlar çıkacak

Herkes onu konuşuyor; sürprizleri birbirine anlatıyor. O: Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı Contemporary İstanbul'un 6.sı. Fuar; 24-27 Kasım tarihleri arasında İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı ile yanındaki İstanbul Kültür Merkezi'nde gerçekleşecek ve 550 sanatçıya ait 3.000 çağdaş sanat eserini ağırlayacak. Sürprizlerden biri Devrim Erbil'in Haliç konulu dev resminin fuar mekânında canlandırılacak olması. Resmin, yani Haliç'in içinde gezecek, Erbil'in meşhur kuşlarının etrafımızda uçuştuğunu görecekmişiz. Bakalım...

***

'Satanın aklına bir şey demiyorum, yalnız alan...'

Geçtiğimiz günlerde Alman sanatçı Andreas Gursky'nin 'Rhein II' adlı fotoğrafı 4 milyon 338 bin dolara satıldı ve 'dünyanın en pahalı fotoğrafı' unvanını aldı. Konu, geçen çarşamba 100. sayısını kutlayan Fotoğraf Dergisi yazarlarının yıldızıydı. İbrahim Zaman, fiyata inanmakta zorlanırken Sabit Kalfagil, "Birtakım aracı ve küratörler çok değersiz fotoğraflara öyküler düzüyor. Çevre oluşturup propaganda yapıyor. O öyküleri satıyor. Yoksa gözün gördüğü belli..." dedi. Merih Akoğul ise "Ben satanın aklına bir şey demiyorum. Yalnız alanın ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum." demekle yetindi.

Gecenin asıl konusu tabii ki Fotoğraf Dergisi'ydi. Derginin bir avuç yazarı, konusunda Türkiye'de çıkarılan en uzun süreli yayın olmanın haklı gururunu yaşayan dergiyle ilgili anılarını anlattı. Bu sırada Genel Yayın Yönetmeni Ömer Serkan Bakır, elinde büyüyen bir diğer dergi, Photo Digital'in kapanacağını, oradaki içeriğin de Fotoğraf Dergisi'ne aktarılacağını üzülerek açıkladı. Ortama bir hüzün çöktü. Hüzün, Magnum Fotoğraf Editörü John G.Morris'in mekâna girmesiyle dağıldı. Mor-ris'in tek başına Mimar Sinan Üniversitesi Lokali'nde ne yaptığı merak konusu oldu. 15-20 dakika sonra olay anlaşıldı: Meğer aynı gece aynı mekânda Zaman Gazetesi Fotoğraf Servisi'nin hazırladığı 'Türkiye'de Zaman' projesinin de yemeği vardı ve vaktinde gelen bir tek oydu.

***

Sadi Bey'e rakip geliyor

'İnsan mutluyken mutlu olduğunu bilmez.' demişti Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'nde. İnsan geçen zamanın içindeyken o zamanın geçtiğini de aynı böyle bilmiyor. Çok güzel bir sergi açılıyor, gitmek kafaya konuluyor, nasılsa bir ay var sanılıyor, o gün, bugün, haftaya derken sergi hop kapanıyor. Elde var mutsuzluk. Ama artık sinemaseverin Sadi Bey'i gibi bir oluşum var karşımızda: Gongo.

Gongo, plastik sanatlar merkezli kişiselleştirilebilir bir etkinlik takvimi. Tüm sanat ve müzik etkinliklerini hatırlatmak niyetinde. Hem de sadece sergileri değil; açılış, sanatçı konuşması, panel ve konferansları da... En güzel tarafı kapanmasına sayılı gün kalan sergileri haber veriyor olması. Ayrıntılar için: www.gongolive.com

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR

20.11.11

19 Kasım 2011 Cumartesi

Mozaikler tehlikede, çabuk olun!

2000'de Gaziantep Zeugma Müze Müdürlüğü arıyor: "Mozaikler tehlikede, aman koşun!" 1995'te Trabzon Müze Müdürlüğü arıyor: "Sümela'da duvar resimleri dökülmek üzere. Çabuk olun!" Sular yükseldiğinde, yağmurlar coştuğunda, tarihî eserler tehlike altında kaldığında kâğıt imzalamak için vakit kalmıyor ve hızla müdahale edebilecek restoratörlere ihtiyaç duyuluyor.

Zeugma Mozaik Müzesi Mozaikleri Restorasyon ve Teşhir Projesi Sorumlusu Celalettin Küçük ve N. Mine Yar; acil müdahale gerektiren öyle durumlarla karşılaşmışlar ki. Biri, 1995-96 kışında yaşanmış. Onların ağzından aynen: "Trabzon Müze Müdürlüğü aradı. 'Kültür Bakanlığı'na yazacağım ama cevabın dönmesi uzun sürer. Rica ediyorum hemen gelin. Sümela Manastırı'nın duvar resimleri kabardı, dökülmek üzere.' dedi. Mevsim kış, kar diz boyu. Normalde mayıs beklenir, ama o zamana kadar resimler kurur, dökülür. Beklemedik, kalktık gittik. Müdahale ettik. Kurtardık resimleri."

"Neden beklenir, hemen koşulmaz?" diye soruyoruz. Cevap: "Bu işler için pahalı malzemeler gerekiyor. O yüzden önce rapor yazılıyor, ne lazım diye. Sonra bütçe ve ihale... 3 teklif gelecek, biri kabul edilecek, görevlendirme yapılacak, harcırah çıkarılacak. Vakit geçiyor tabii. Bürokrasi... Aynı şey Gaziantep Zeugma Müzesi Mozaikleri için de geçerli. O zaman da çok hazırlıksız yakalanıldı. 2000 Mayıs'ında sular yükselmeye başladı. Ortada kazısı yapılmış bir alan vardı, 600 metrekare mozaik içinde... Acil yardım gerekti. Bakanlık, üniversiteler, yabancı kurumlar; herkes mozaikleri kurtarmaya kilitlendi."

Bütün eserler bu kadar şanslı olmuyor tabii. Kapadokya'da acil müdahale yapılmadığı için dökülen duvar resimleri, müze depolarında bakımı yapılmadığı için yok olan eserler, Kocamustafapaşa'da bundan 15 yıl önce bulunan Bizans Yazlık Sarayı mozaiği... Sonra ören yerleri ve höyüklerde bulunan ama zamanında restore edilmediği için yok olan mozaikler, eserler...

'TÜRKLER BU İŞİ BECEREMEZ!'

10 yıl devlet memuru olarak görev yapan Celalettin Küçük ve N. Mine Yar, 1997'den bu yana serbest çalışıyor. Şu anda Zeyrek Camii restorasyonuyla meşguller. Dediklerine göre Zeyrek'te 4 bin metrekare kalem işi var. Bisturiyle çalışıyorlar. Tek tek... Ama mutlular. Çünkü eskiden, 2000'lere kadar restorasyon sorumluluğu da kazılar gibi yabancılardaymış. Türkler bu işi beceremez, ancak yabancılar yapabilir denirmiş. Bu düşünceye en güzel cevap Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi ile verilmiş.

Ama genel olarak düşününce yine de yeterli değil. Türkiye'de restorasyon konusunda 4 yıllık eğitim veren üç üniversite var: İstanbul, Ege ve Konya Selçuk. Kocaeli'nde de açılacakmış galiba. İki yıllık bölümler de var ama yine de... Bu kadar çok tarihi eserin olduğu bir ülkede... Uzmanları bulmuşken boşlukları doldurmalarını istiyoruz: İyi restoratör... "Bir; duyarlı olacak, iki; yetenekli olacak. Sanatçı kimliği de lazım ama bir yandan da çok kontrollü olmalı. Ben diyemez. İmzasını atamaz. Çok emek verse bile adını geçiremez."

***

Yurtdışına giden eserler geri dönmüyor

Zeugma Müzesi Mozaikleri'nin restorasyonu bittiğinde, 2003'te, ciddi tartışmalar yaşanmış. Bir grup, Türkiye'de sergileme imkânı bulunmadığı için onları Amerika'ya sergilenmek üzere gönderme taraftarıymış. Diğer grup buna şiddetle karşı çıkmış. "Bütün mozaiklerin, Mars Heykeli dâhil; 6 ay orada, 6 ay burada dünyayı dolaşması demek bir daha geri dönmemeleri demek..." diyen Celalettin Küçük ve N. Mine Yar'a göre öyle bir şey kabul edilseydi bugün bir müzemiz olamazdı. Ayasofya'nın bahçesindeki türbelerin kapısında duran çinilerin de sadece restorasyon için gittiğini ama hâlâ geri dönmediğini hatırlatan ikili; bakanlığın, uyumlu olmayan ülkelere kazılarda izin vermeyeceğini açıklamasından çok memnun. Önce eserlerimiz, sonra kazı izinleri sayesinde pek çok eserin geri döneceğini düşünüyorlar.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 19.11.11

13 Kasım 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Kantin sohbetlerinden sürdürülebilir festivale


Her şey uzun, upuzun kantin sohbetlerinde başlamış. Sohbetlerin derdi: Nasıl yapsak da hep beraber toplumsal dönüşüme katkıda bulunsak, sürdürülebilirlik kavramını gündemde tutsak, insanların dikkatini çeksek, farkındalığını artırsak... Sohbetlerin sonucu: 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'


Herhangi biri, bir film teknisyeni. Adı Jock Brandis. Günün birinde, Mali'de, eskiden sebze meyve yetiştirilen tarlalarda sadece ve sadece pamuk ekildiğini görmüş ve düşünmüş. Bizim taaa ilkokul Hayat Bilgisi derslerinde öğrendiğimiz şeyi: Her sene, her sene pamuk olmaz. Çünkü pamuk topraktaki nitrojeni sömürür. Köylüleri uyarmış ve onlara yer fıstığı ekmelerini önermiş ama ne gam! Bir kere yer fıstığının elle ayıklanması büyük dert. Çaresizce 'Peki tamam' demiş ama bu ayıklama işini çözecek bir makine getireceğine dair de onlara söz vermiş. Aramış taramış ama o küçüklükte bir makine bulamamış. İş başa... Kendi tasarlamış, bir başına. Makine tıkır tıkır işleyince ve bu başarı kulaktan kulağa yayılınca da sadece Mali'de değil, dünyanın her yerinde kullanılmak üzere binlerce makine üretilmiş. Jock Brandis tek başına, toprak için, insanlar için çıkmış yola. Ve hikayesi, Marbn Harbury'nin yönettiği 2002 yapımı 'Yer Fıstıkları' isimli belgesel filme konu olmuş. Filmi görmek, hem de pek yakında, mümkün. Üstelik benzer duyarlılıkların tetiklediği 16 uzun, 15 kısa filmle birlikte... 2, 3 ve 4 Aralık tarihlerinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ile Pera Müzesi Oditoryumu'nda; 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali' kapsamında.

Festivalin hikayesi ise hamilerinden Tuna Özcuhadar'ın ağzından şöyle: "2007'de ODTÜ'de katıldığım Ekoköy Tasarım Eğitimi'nin ardından aldığım ilhamla İTÜ Taşkışla'da, öğrencilerin ekoloji hassasiyetlerini artırmak için, 'Sürdürülebilirlik İçin Taşkışla Toplantıları' adıyla 4 haftalık bir organizasyona öncülük ettim. Ankara'da tanıştığım arkadaşlar da destek verince bir anda sunum yapabilecek 10-12 kişi olduk. Taşkışla'daki bu sunumlardan sonra kantinde uzun uzun sohbet ettik. Nasıl yapsak da hep beraber toplumsal dönüşüme katkıda bulunsak, sürdürülebilirlik kavramını gündemde tutsak, insanların dikkatini çeksek, farkındalığını artırsak diye... Derken kendimizi kolektif olarak adlandırmaya başladık: 'Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'.

Bir de ben aynı günlerde internet üzerinden 20 dakikalık 'Şeylerin Hikayesi' filmini izlemiş ve çok etkilenmiştim. Hatta filmin yapımcısı Annie Leonard'a mesaj atarak onu tebrik etmiştim. Aradan 5 ay geçtikten sonra Annie'den bir toplantı için Türkiye'ye geleceğine ve tanışmaktan mutluluk duyacağına dair mesaj aldım. Onun geldiği tarihlerde İtalyan Kültür Merkezi Sinema Salonu'nda 'Şeylerin Hikayesi'ni gösterip Annie ile bir sohbet düzenlemeye karar verdik ve oldu.

Annie'nin filmi bize sürdürülebilirlik için dönüşümde görselin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Çünkü 20 dakikada çok şey anlatıyordu. Bir arkadaşımızın hadi bir film festivali yapalım demesiyle de hiçbir deneyimimiz olmayan bir alanda buluverdik kendimizi. 2008 Kasım'ında yine İtalyan Kültür Merkezi'nde ilk 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'ni gerçekleştirdik. Bir sonrakini de İsveç'te. Bir anda o kadar çok gönüllü destekçi belirdi ki... Anladık: Ortak bir vizyon çevresinde birbirini hiç görmemiş insanlar bile birlikte çalışabiliyor. Bizim ortak vizyonumuz da sürdürülebilir bir dünya. Şimdi sıra; 'Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nin gezici bir festival haline gelerek Anadolu turuna çıkmasında..."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/ 13.11.11