27 Mart 2011 Pazar

Coelho'yu etkileyen mektubun sırrı

'Simyacı'yla tanıdığımız Paulo Coelho geçtiğimiz hafta İstanbul'daydı. Yazarın son kitabı 'Elif'in Türkçe çevirisi, Coelho'nun şehirde olduğu tarihe yetişince küçük bir basın toplantısı kaçınılmaz oldu. Toplantının en parlak yıldızı, kapağı kırmızıyla nar çiçeği arasında kararsız kalan 'Elif'ti. Şunları baştan söylemeli: Bu 'Elif', bizim bildiğimiz isim değil. Kitap Türkiye'yle ya da Türklerle ilgili hiç değil. Rusya'da yaşayan bir Türk kızı var ve adı Hilal. Bu kadar.

'Elif'in kahramanı bizzat Paulo Coelho. Sürekli tekrarlanan şey: "Sadece sonsuz bir şimdi var. Geçmiş ve gelecek dâhil tüm zamanlar şimdinin içinde..." Bir de kitap tamamen gerçek bir hikâye üzerine. Küçük toplantının ikinci yıldızı ise Serdar Özkan'ın Coelho'ya yazdığı mektup. Son kitabı 'Hayatın Işıkları Yanınca'yı ve mektubu bizzat Özkan anlattı.

Paulo Coelho ile tanışıyor musunuz?

2008'de Frankfurt Kitap Fuarı'nda tanışmıştık.

Mektubu ona ne zaman verdiniz?

Geçtiğimiz cuma akşamı.

Otelde mi?

Evet, elden paylaştım.

Çok etkilenmiş, 5 kere anlattı; bir sürü alıntı da yaptı...

Dostları için verdiği yemekte de okudu.

Uzun bir mektup mu bu?

2 sayfa.

Nedir ana fikri?

Bir palmiye ağacı ancak sıcakta meyve verir. Hakikat de öyledir; kalp sıcakken gelir. Zihinse soğuktur. Bu yüzden düşünsel anlamda Allah'ı tanımak bir noktada tıkanır. Meyveleri toplamak yani hakikati anlamak kalbin sıcaklığıyla mümkündür. Bunda hikâyelerin payı büyüktür. Felsefi kitaplar zihne hitap eder. Hikâyeler ise kalbe. Coelho'ya yazdığım mektupta hikâyelerin önemini anlattım. Kur'an da da geçer: "Onlara bir kıssa anlat, belki düşünürler."

'Elif'i okudunuz mu?

Tabii ki... Meslektaşız, aynı tür romanlar yazıyoruz. Şu anda okuyorum.

O tür ne? Edebiyat değil, kişisel gelişim değil...

Kesinlikle kişisel gelişim değil. New Age Fiction diyorlar. Basit ve sade dille yazılmış ama anlam katmanları olan romanlar bunlar.Temellerinde mistisizm var. Bâtıni anlam katmanları ve evrensel değer yargıları çok önemli.

Ya edebiyat? Bir dize ya da bir cümleyi okurken nefessiz kalmak, burnun direğinin sızlaması... Sizin kitaplarınızda böyle cümleler var mı?

1000 kişiye edebiyat nedir desek 1000'i de başka bir şey der. Ben tasvirlerden çok -sizin deyişinizle edebiyattan çok-hayata ve evrensel değer yargılarına dair şeyler yazıyorum. En güzel hikâyeler okurun yazarı unuttuklarıdır. Çok güzel bir cümle kurarsam okur onu beğenebilir ve 'helal olsun yazara' diyebilir. Bense hikâyenin öne geçmesini, kalbe dokunmasını istiyorum. Hikâyeler iki yerden gelir: Zihin ve kalp. Ben kalpten yazmaya çalışıyorum. Bir sufinin dediği gibi: "Kalpten gelen kalbe gider."

Reklamlar ne olacak? Hep kendi fotoğraflarınız var onlarda...

O reklamcıların işi. Ama inanın, 'Kayıp Gül' ismi Serdar Özkan isminden daha çok biliniyor. Bir de bu tarz en iyisi demiyorum. Benim tarzım bu, ben bundan hoşlanıyorum. İstesem de bir Yaşar Kemal olamam zaten. Öyle bir edebi yeteneğim yok.

Ama insan bir kitabı eline aldığında güzel bir cümle okuyup dünyayı unutmak istiyor...

Yok. Coelho da ben de öyle cümleler kuramayız. Derdimiz o değil ayrıca. Gerek de yok. Bizim çok büyük bir okur kitlemiz var ve onların kalplerine çok sade cümlelerle ulaşıyoruz.

İkisi birden olmaz mı? Amak-ı Hayal'deki gibi...

O ayrı, o bizim de atamız. Ama inanın ben cümleleri özellikle yalınlaştırıyorum.

Paulo Coelho, Kayıp Gül'ü okumuş mu?

Okuyor şu anda.

Coelho hapishane ve tımarhane gibi pek çok macera atlatmış. Sizde durum ne?

Yok, benimki o kadar maceralı olmadı. Düşünme ve anlamaya çalışma; kendimi, hayatı, başkalarını, içimi ve başkalarının içini... Bunlar size çok klişe gelebilir ama klişe aynı zamda klasik demek. Modası geçmiyor yani...

'Hayatın Işıkları Yanınca' ile 'Kayıp Gül'ün farkı ne sizin gözünüzde?

'Kayıp Gül' bedenimse 'Hayatın Işıkları Yanınca' ruhum. Kesinlikle çok daha derin. Benliğin karanlığıyla örttüğümüz ışığı nasıl yakacağımızı anlatıyorum kitapta.

Nasıl?

Karşılıksız sevgiyle.

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

...

Festivalden gündeme, gündemden festivale

Ne çok garip/kötü şey oluyor. İnsan aklının sınırları zorlanıyor. Yerkabuğu şaşkın. Bir tarafta Japonya'daki deprem ve ardından gelen nükleer sızıntı, diğer tarafta Mısır'ın yorgun mutluluğu ve Libya'nın çaresiz direnişi... Geçmişi hatırlayıp geleceği tasavvur etmek ne mümkün. Elde var şimdiki zaman ve 2 Nisan'da başlayacak film festivali.

Festival epey popüler. Akbank galaları, 30. yıl bölümleri ve yarışma filmlerinin biletleri tükendi gitti. Hâlbuki öyle filmler var ki, insana geçmişi hatırlatıp geleceği tasavvur ettirecek cinsten. En azından vaat aşamasında... NTV Belgesel Kuşağı'nda 19, Türk belgesellerinde 24 ve Ulusal Yarışma bölümünde 1 yapımla festivaldeki belgesel sayısı 50'yi buluyor. Çok mu, az mı? Toplam 230 film var diye düşününce az, 2 haftada 50 film izlenir mi diye düşününce çok.

Bir de ilk! Ulusal Yarışma'da ilk kez uzun metrajlı bir belgesel film yarışacak: 'Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir'. İmre Azem'in yönettiği filmde; ekolojik eşikler, ekonomik eşikler, nüfus eşikleri... Ne varsa aşılmış; etrafa bir sosyal uyum bozukluğu saçılmış. Yıkılmış gecekondu mahallelerinden gökdelen tepelerine, Marmaray'ın derinliklerinden üçüncü köprü güzergâhına... Dikkat! Çekiyoruz... Fotoğrafın ismi: Neoliberal kentleşmenin görüntüsü.

Deprem ve nükleer silahlar

Başka bir depreme başka bir açıdan bakmak... Olayları, Murakami'nin içi boş kahramanı Komuro gibi algılamak... Sadece romanda değil, gerçek hayatta da var örnekleri. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali'nde İtalyan Kültür Bakanı'nın Fransa'yı protesto etmesi sebebiyle günlerce süren tartışmaların fitilini ateşleyen 'İtalya Sarsılıyor' o örneklerden biri. Moorevari bir anlatımla Berlusconi hükümetinin 2009 Aquila depremini kendi imajını iyileştirmek için nasıl kullandığını anlatan belgesel, tam bir felaket kullanma kılavuzu. Yönetmeni muhalif TV şahsiyeti Sabina Guzzanti.

ABD eski başkanlarından John F. Kennedy demiş ki "Her adam, kadın ve çocuk, Demokles'in nükleer kılıcının altında yaşıyor." Kılıcı, uzmanlar ve dünya liderlerinin ağzından bir güzel anlatan 'Geri Sayım'ın yönetmeni Lucy Walker.

Güzel şeyler de var

Werner Herzog'un yönettiği 'Unutulmuş Düşler Mağarası' gibi... Dünyanın bilinen en eski sanat eserlerini üç boyutla gözlerimizin önüne seren belgesel, 1994'te keşfedilen bir mağarada geçiyor. Fransa'daki Chauvet Mağarası'nda... Orada 32.000 yıl öncesinden kalan görkemli mağara resimleri var.

Bir güzellik de ülkemizden. Ahmet Turgut Yazman'ın yönettiği 'Göbeklitepe-Dünya'nın İlk Tapınağı' izleyiciyi günümüzden 12.000 yıl geriye, Şanlıurfa'nın 15 kilometre yakınında bulunan Göbeklitepe'ye götürüyor. Hikâyenin kahramanı 'bilen insan'. Yazmayan, yerleşmeyen, ekip biçmeyen ama bilen ve inanan... Kanıtı: Tapınaklar. Yeryüzündeki ilk tapınakların yapılışı; antikçağ bilgeliğinden, İngiltere'deki Stonehenge'den veya Mısır piramitlerinden binlerce yıl öncesine tarihleniyor. Söylenecek tek bir cümle var: İnsanlık tarihi yeni baştan yazılıyor; bir sonraki keşfe kadar... j.karahan@zaman.com.tr

JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

...

26 Mart 2011 Cumartesi

Dünyanın en değerli yüzüğü

Parmağındaki yüzüğü gösterdi özenle. Moskova'dan almıştı. Biraz pahalıydı ama gümüş üzerine mineliydi. Bu işlerden anlayan bir arkadaşı yüzüğe bakarken önce gözlerini kıstı, sonra yüzünü ekşitti ve, "Pek kötü bir işçilik, keşke Kapalıçarşı'ya gitseydin." dedi. Oysa yüzüğü değerli kılan onun hikâyesiydi.

İlk durak Kapalıçarşı Tacirler Sokak'taki Şefik Usta. O; her şeyi bilir, herkesi tanır. "Mine mi, ne yapacaksın mineyi, farklı bir şey o. Etrafta gördüklerine kanma, çoğu soğuk mine onların." dedi ve ekledi Usta: "Sıcağını yapan 5, bilemedin 10 kişi ya var ya yok koca çarşıda. Neden mi? Eee zor iş, çok da sıkıcı. Küçük küçük boya dur, yetişmiyor, para da kazandırmıyor pek..."

Bahsi geçen 5-10 kişiden biri Tavuk Pazarı'ndaki Arif Usta. "Al fırçayı boya bakalım incecik, elin titremeyecek ama; renkler de karışmayacak birbirine." diyor daha kapıda usta. Yapmak isteyen çok oluyormuş, onlar içinmiş bu ezbere açıklama. 52 yaşında, 36 senedir çarşıda. İlkokulu bitirmiş, ortayı terk etmiş, o zaman bu zaman mine yapıyor tek başına. "Öyle kimseyi alamazsın kolay kolay yanına." diyor. Haklı, zaman geliyor kilolarca altın giriyor dükkâna.

"Baştan alalım mı" diyoruz. Alıyor: "Mine camdır, cam tozu. Cam ile ona yataklık eden metal yani altın, gümüş ve bakır; yüksek sıcaklıkta birleşir, sertleşir, parlar. Cam tozu iyice ezilir, incelir. İpince fırçalarla metale işlenir. Sonra pişirilir. Burası mühim. Çok pişerse yanar, sulanır. Az pişerse de metalle bir olamaz cam, tutunamaz. Bir sürü püf noktası var da en mühimi düz pişirmek. Böyle kaymak gibi pürüzsüz olacak. Sıcak mine, evladiyeliktir. Bir de soğuğu var, zamanla atar. Eskiden kova kova mal gelirdi, sıcak mine için. Şimdi ucuz diye soğuk mine istiyor herkes." Arif Usta, tüm bunları, Kürkçüler Kapısı'nın oradaki Berç Usta'dan öğrenmiş. O da Mardiros Usta'dan. O; yurtdışında öğrenmiş, 60'larda dükkânını açmış. Bir de rahmetli Garbis Usta varmış, of of of... O ne işçilikmiş! Oğlu da çok yetenekliymiş ama sadece özel işler yapıyormuş artık. Onun yaptığı mineyi yapan anasının karnından doğmamış daha.

Çarşının en genç minecisi 30'a bir iki basamağı kalan Arda Usta. 13 yaşında gelmiş çarşıya; 5 yıl onu getir, bunu götür, suyu taşı, mineyi ez. Şimdi eni konu usta. Ona göre sır mır yok; herkes pilav yapar ama içlerinden biri en lezzetlisi... "Önemli olan yeni motifler oluşturmak, kendinden bir şeyler katmak." diyor ve ekliyor: "Boyalar genelde Almanya'dan geliyor. Bazen de Fransa'dan. Malzeme pahalı ama desen çizmek en zoru. İncecik fırçayla resim yapıyorsun sonuçta. Herkes yapamaz. Sabır gerekir. Rengi tutturmak önemli. Bazen bir türlü tutturamazsın; o zaman işten soğursun. Belki de o yüzden bu kadar az kaldık."

"Hem az kaldınız, hem kimseye öğretmeye niyetiniz yok." diyoruz. Cevabımızı alıyoruz: "Hobi olarak öğrenmek isteyen emekli hanımlarla uğraşamayız. Arif Usta, daha ılımlı: "Ben denedim öğretmeyi. Ama hem elleri titriyor hem de sıkılıyorlar. Bir de vakit yok. Marmara Güzel Sanatlar'dan çağırdılar ama işleri bırakıp gidemem ki..."

Öte yandan mine öğrenmek isteyen 7'den 70'e bir sürü cam sevdalısı... Çoğu zaten cam sanatçısı. Gülbün Tuncel mesela. Yıllardır vitray yapıyor, atölyesi var. Pek çok ulusal ve uluslararası sergiye katıldı. Günün birinde aklına mine düştü. Aradı, taradı, gitti, geldi. Tekniği öğretecek kimse yok. Takı tasarımcısı Elif Kibaroğlu için de geçerli bu. Mimar Yasemin Aykoç için de...Yetenekleri farklı, istekleri aynı bu hanımlar geçtiğimiz günlerde Odak Sanat'ta toplandı. St. Petersburg'tan gelen Tamara Emsen, hoca; onlar öğrenci oldu. Ezdiler, boyadılar, pişirdiler. Şimdi her biri kendi hikayesini mineleyecek.

Yüzüğü değerli kılan hikâyeyi de onlar anlattı: "Bir şeye değer katan onun öyküsüdür, geçmişidir. Burada bir çınar yaprağı var dersiniz; anneannenizin bahçesini hatırlarsınız. Dünyanın en değerli yüzüğüdür o artık." Bu arada yüzükteki sıcak mineymiş ama pürüzlüsünden...

Minenin tarihi

Kuyumculuk ve resimde kullanılan mineleme tekniğinin (ince bir cam tabakasının bir metalin yüzeyine eritilerek yapıştırılması) kökeni eski çağlara dayanıyor. Eski Mısırlılar, Keltler ve Romalılar tarafından bilinen minelemenin en güzel örnekleri Bizans sanatındaki İncil kapakları, kutular, haçlar ve ikonalarda görülüyor. İslam sanatında mine tekniğine ilişkin bilgilere El-Biruni'nin yapıtlarında rastlansa da en erken İslam eserleri Fatımiler döneminden kalma, altından yapılma mücevherler. 13. ve 14. yüzyıllarda Memluk sultanlarının Halep, Şam ve Rakka'ya ısmarladıkları mineli ve yaldızlı cami kandilleri biliniyor. Şam ve Kahire'deki saydam mine örnekleriyse 16. yüzyılda İslam ülkelerinden Akdeniz çevresine yayılıyor. Venedik ve Barcelona'dan sonra Bohemia, Avusturya ve Saksonya'ya ulaşıyor. Venedik'in dünya camcılığının merkezi olmasından sonra ürettiği ilk cam örnekleri pembe, mavi ve yeşil zemin üzerine mineli ve yaldızlı. Osmanlı döneminde de uygulanan mine tekniği özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşıyor ve Beykoz işi eşyaların bezemelerinde yaldızla birlikte kullanılıyor.

ZAMAN / CUMAERTESİ

20 Mart 2011 Pazar

ÇAĞAN IRMAK’IN SEFERİHİSARI

ÇAĞAN IRMAK BİR EGE ÇOCUĞU. VEFALISINDAN... ÇOCUKLUĞUNU SEFERİHİSAR’DA GEÇİREN YÖNETMEN, TÜRKİYE’NİN TEK YAVAŞ ŞEHRİNİ ANLATTI.

Geçtiğimiz aylarda bir Seferihisar belgeseli çektiniz. Nasıl oldu?

Yavaş Şehir (Cittaslow) kapsamında; yavaş yaşayan, teknolojiden uzak durup kendi doğal güzelliklerini korumaya çalışan kasabalarda yapılan bir çalışma bu. Her yavaş şehir kendi belgeselini yapmış. Biz de Seferihisar’ınkini çektik. Türkiye’nin ilk ve şimdilik tek yavaş şehri Seferihisar. Belgesel; şehrin doğal güzellikleri ve yöresel lezzetlerini anlatan, yaşlıların anılarıyla geçmişten izler taşıyan 30 dakikalık renkli bir çalışma oldu.


Sizin Seferihisar’ınız ne renk?


Mavi. Yeşil. Mavi-yeşil. Aslında bu iki renk çocukluk renkleri. Çocukken dünyayı mavi-yeşil görürüz. Seferihisar benim için çok şiirsel, çok çocukluk, çok herkes, çok ben.

Şimdi ne renk dünya?

Bilmem. Kişiden kişiye değişir. Tek bildiğim çocukken mavi-yeşil olduğu. Gerçi bu sadece sahil kasabasında yaşayanlar için geçerli olabilir. Belki bozkırda büyümüş bir çocuğun rengi sarıdır, turuncudur.

Ne seversiniz? Ne yer, ne içersiniz Seferihisar’da?

Balık yerim tabii ki. Barbun… Bir de börülce, deniz falan değil, tarla börülcesi… Koruk suyu, sarımsak ve bol zeytinyağıyla… En sevdiğim şey.

JÜLİDE KARAHAN / SKYLIFE MART

Bir İbrahim Tatlıses var, vukuatlarından içeri

Geçtiğimiz pazartesi öğle üzeri, tırnaklarında narçiçekleri açmış bir genç kız telefonda konuşuyordu. Ücretsiz bir tarifesi olmalıydı ki uzadıkça uzadı sohbeti. 20'li yaşların belli başlı konuları tükenince "İbrahim Tatlıses vuruldu. Ne diyorsun buna?" deyiverdi. Sonrası bir muhasebe, bir muhasebe...

Türkücü İbrahim Tatlıses, geçtiğimiz hafta pazarın pazartesiye bağlandığı saatlerde Beyaz TV'deki şov programının ardından evine giderken silahlı saldırıya uğradı ve başından ağır şekilde yaralandı. Allah'ın izniyle hayata -sapasağlam- karıştığında anlatacaktır olan biteni. Bir çığlık sesi, bir ıslaklık, sıcak bir can yanığı duydum diyecektir belki. Yanındakilerin beyanına göre o andaki/eski hayatındaki son cümlesi "Olmadı şimdi, olmadı bu..."

Yeni hayatının ilk cümlesiyse sevindirici: "İyiyim." Yapılan son açıklamalara göre hayati tehlikeyi atlattı. Şimdi sırada uzun bir tedavi süreci ve belki de ciddi bir hayat muhasebesi var. Pek çok defalar söylediği üzere Allah'ın sevgili kullarından olmalı ki, gitmenin bu kadar ucundan döndü. Bu; yarım kalan hikâyeleri tamamlamak, pek çoklarından helallik dilemek, hırslardan arınmak hatta ticareti bırakıp huzurlu bir hayata geçmek için bir fırsat. Acaba?.. Değil galiba. Çünkü oğlu İdo'nun annesi Derya Tuna'nın anlattığına göre; yeni yeni kendine gelse de eliyle sürekli yatağa vuruyormuş. Tuna, sormuş: "Ne bu sinir?" Tatlıses, "Ben çıkayım artık buradan!" demiş. Eğer öyleyse eyvah ki ne eyvah! Hayatını ve hatalarını gözden geçirme fırsatını öfke şekerine kanıp ayağının tersiyle itmez inşallah.

Kanlı/kansız sayısız vukuat

Bir İbrahim Tatlıses var, vukuatlarından içeri. Karıştığı kriminal olaylar, çıkardığı kaset sayısını epey geride bıraktı. Çoğunu kimse bilmiyor olmalı ama bilinen öyle çok vurma, vurulma, vurdurma, tehdit, şantaj, gözaltına alınma ve tutuklanma var ki... En önemlileri 1981'de İzmir Fuarı'nda polise hakaretten tutuklanması, 1990'da Maksim Gazinosu'nda sahnedeyken bacağından vurulması, 1998'de otomobilinin kurşunlanması, 2002'de Derya Tuna'nın ve ardından Asena'nın vurulması... Son olayın sorumlusu Abdullah Uçmak'la karşılıklı öyle çok kurşunlaşma ve tehditleşme var ki, birinin isabeti gayet doğal! En garibi de her defasındaki bu zeytinyağı doğallığı... Cemal Süreya'nın '99 Yüz' isimli kitabında tespit ettiği üzere: "Skandal, olay, yankı; İbrahim Tatlıses'te önceden tasarlanmaz. Her şey olup bittikten sonra doğal şeylermiş gibi algılar onları..."

Ama bir de türkü söyleyen bir İbrahim Tatlıses var... İnsan onu da, hikâyesini de dinlerken böyle gözyaşını elinin ayasıyla silip silip duruyor, tüm görmezden gelinenleri, can-ı gönülden görmezden geliyor.

Hayatı altın suyuna batırma fırsatı

Tatlıses'in kırmızısı bol hayatı 1952'nin karlı bir zamanında Şanlıurfa'da başlıyor. Çığırtkanlık, su satıcılığı ve soğuk demircilikten mahalle düğünleri ve pavyonlarda türkü söylemeye terfi edince kaçınılmaz bir İstanbul göçü beliriyor ufukta. 'Ayağında Kundura' türküsü; ardından kaset, sinema ve şöhret basamakları... Kötü sonun ipine asılan ilk şey belki de 'Hülya' filmindeki Tatlıses repliği: "Çok büyüksün İstanbul... Kim bilir kimleri yuttun? Ama beni yutamayacaksın. Bir gün o kadar büyüyeceğim ki, sen bile bana dar geleceksin."

Halkın biricik İbo'sundan 'İmparator'luğa terfide 1987 bir milat. İşadamı olarak kariyeri Tatlıses Müzik'i kurmasıyla 1987'de başlıyor. Kadınca dergisine verdiği bir söyleşide "Kadının giyinmeye, yiyip içmeye hakkı var ama bunun dışında eşitlik olmaz." demesi de aynı yıla denk geliyor. Bir de yine Cemal Süreya'nın tespitiyle, 'Türkiye'deki kabadayı gerçeğinin, kendinden geçmesi özlemi' var. O konuda da işlem tamam.

Röportajlarından birinde, "Ben rüzgârım, bana kimse tüküremez." demiş ve eklemiş Tatlıses: "Zaman zaman ters işler de yapıyorum. Ama 2011 altın yılım olacak." Son albümünün üzerinde bile öyle yazıyor: '2011 Tatlıses Altın Yılı'. 6 yıldır nezle bile olmayan türkücünün başına gelen bu talihsiz olay, yeni bir milat olabilir ve Tatlıses, hayatını altın suyuna batırabilir. İnşallah!..


JÜLİDE KARAHAN / ZAMAN PAZAR

19 Mart 2011 Cumartesi

KADERLE İKİ KELİMELİK İLİŞKİ: KEŞKE VE İYİ Kİ

Levent Kazak’ın yazdığı, Laçin Ceylan’ın yönettiği tiyatro oyunu Cam; kaderle kurduğumuz iki kelimelik ilişki üzerine: Keşke ve iyi ki… Oyun; Mart boyunca İzmir, İstanbul, Yalova ve Çanakkale’de sahnede.

“Yanlışsız doğruya ulaşamazsın. Referans çizgilerin onlar.” diyor Rüya Hoca ısrarla. Öğrencisi Neslihan dinlemiyor onu, beğenmedikçe siliyor yaptığı resmi; yanlışa devam. Yanlışlıklar üzerine kurulu bir oyun Cam. Bir anti kahraman oyunu. Yerinde olmak isteyeceğiniz hiçbir kahraman yok sahnede. Resim dersleri veren bir ressam, onun kocası, yakın arkadaşı ve iki öğrenci etrafında şekilleniyor hikâye.

Şöyle: Resim dersi veren Rüya, kocası Mehmet’ten boşanma arifesinde. Çiftin yakın arkadaşı İpek, hem reklamcı hem model. Öğrencilerden biri Kapalıçarşı’da dükkânı olan Yener, diğeri bankanın çağrı merkezinde çalışan Neslihan.

Beş karakterin beşi de mi dürüst olmaz? Söz konusu, ilişkilerin sahteliği ve kırılganlığı üzerine kurulan bir oyunsa olmuyor. Balon patlayana, çark kırılana kadar kimse hiçbir şeyin farkında değil. Balon patlayıp çark kırıldığında her şey bir anda altüst, elde tek soru: “Nasıl bu hale geldik?”

BİR ANLIK KARAR VE KÜÇÜK BİR RÜZGÂR

Oyunun merkezinde; olup olmadık zamanlarda açılan, kapıyla aynı anda açıldığında cereyan yapıp her şeyi birbirine katan bir cam. Her şey o başına buyruk mavi çerçeveli cam yüzünden. Cam açılır, kâğıtlar dağılır, kadın aradığını bulamaz ve gecikir. Cam açılır, kâğıtlar uçuşur, adam aradığını bulamaz ve gecikir. Aynı şekilde başlayan hikâye, anlık bir karar ve küçük bir rüzgârla bambaşka bir yöne… Bir cam hayatı ne kadar etkileyebilir? Sadece bir kaç saniyelik bir gecikme kocaman bir hayatı nasıl değiştirebilir?

Aynen Peter Howitt’in yönettiği 1998 yapımı Rastlantının Böylesi filminde olduğu gibi. Şöyle ki, filmin kahramanı Helen (Gwyneth Paltrow) evine dönerken metroyu bir saniye farkla kaçırır. O andan itibaren film, bu bir saniyenin bir ömürlük etkisini tüm hücrelerimize iyice anlatabilmek için iki bölüme ayrılır. Kayan kapıdan geçebilen ve geçemeyen Helen. Kader, zaman dışında kimseyle flört etmiyor. Bizimle iletişimi de sadece iki kelime üzerinden: keşke ve iyi ki…

JÜLİDE KARAHAN / ANADOLUJET MART

.....

MERT FIRAT

Pek televizyon izlemeyen bir fotoğrafçı, oyuncu Mert Fırat’ı çekecek. Fırat, “Dışarı mı çıkıyoruz?” dediğinde gizleyemiyor şaşkınlığını: “Konuşabiliyor muydu?” Başka Dilde Aşk’ın sağır ve dilsiz Onur’unu öyle bellemiş. Keramet belleyende değil, belletende.


Başrollerini Mert Fırat’la (Onur) Saadet Işıl Aksoy’un (Zeynep) paylaştığı Başka Dilde Aşk, 150 bin izleyiciye ulaşmakla kalmadı, ulusal ve uluslararası festivallerde toplam 24 ödül aldı. Ödüllerin altısı En İyi Erkek Oyuncu dalında Mert Fırat’a... An itibariyle Amerika’da bağımsız sinemalarda vizyonda olan film; konuşmadan anlaşabilir miyiz, diyordu. Cevabı, ötekinin derdini sessizce anlatan çığlık çığlığa bir evet.

Sesini hiç duymadığı, sadece yüzünü gördüğü insanlarla kütüphanede çalışan sağır ve dilsiz Onur’la; yüzünü hiç görmediği sadece sesiyle muhatap olduğu insanlarla çağrı merkezinde çalışan Zeynep’in aşkını anlatan filmin senaryosu da Mert Fırat’ın elinden. Filmin yönetmeni İlksen Başarır’la birlikte…

EN ÖNEMLİSİ TARTIŞABİLMEK

Başka Dilde Aşk’ın bir sahnesinde Onur’un annesi çıkışıyor oğluna: “Sana ne çağrı merkezinde çalışanlardan, onların haklarından. Sen telefonla konuşamazsın ki…” Onur için olduğu kadar Mert Fırat için de önemli bu. Ona göre başkalarının dertlerini dert edinmeye başladığımızda değişiyor bir şeyler. Senaryo yazımını da açıklıyor durum. Anahtarlardan biri, yazmak istedikleri konuyu derinlemesine araştırıp incelemeleri, diğeri toplumsal sorunları dertlenip dertlendikleri şeyleri anlatmaları.

“Neyin yazdırdığı önemli. Toplumsal konularda yazıyoruz, motivasyonumuz güçlü. Bize dokunan konuları kaleme alıyoruz. Gözümüzü, kulağımızı kapatamayacağımız öyle çok şey var ki...” diyor ve ekliyor Fırat: “Gösterilen gündemlerin dışındaki gündemleri takip eden, okuyan ve araştıran biri yok sayamaz. Tartışabilmek ve bilinç oluşturmak… En önemlisi bu. Başka Dilde Aşk’la ötekileştirmenin her türüne karşı olduğumuzu söyledik. İşitme engelliler Türk filmlerini sinemada izleyemiyor, televizyonda ise sadece alt yazılı kanalları takip edebiliyor. Neden? Biz buna karşıyız. O yüzden işitme engellilere özel seanslar yapmak yerine filme alt yazı koyduk. Bundan sonraki filmlerimize de koyacağız. Umarım tüm Türk filmleri bunu dikkate alır.”

İŞARET DİLİ DERSİ

Başka Dilde Aşk filmiyle birlikte, pek kimseler bilmese de, engellilerin hayatla bütünleşmesi konusunda çok gelişme oldu. “Engelliler için ayrı bir yer değil; hepimizin birlikte aynı hayatta, aynı şehirde, aynı kaldırımda ve aynı imkânlarla yaşaması değerli. Öbür türlüsü ayrımcılık.” diyor ve nüfusun yüzde 13’ünün bir şekilde engelli olduğuna dikkat çekiyor Fırat. Az bir yüzde değil bu, bir Avrupa ülkesi kadar…

Çekimler sırasında İşitme Engelliler Milli Federasyonu’ndan destek alan ve işaret dilini öğrenen Fırat; sevindirici gelişmelere örnek olarak Denizli Pamukkale, Bursa Uludağ, İstanbul Bilgi ve İstanbul Boğaziçi Üniversiteleri’nde işaret dili derslerinin verilmeye başlanmasını gösteriyor.

DERDİMİZ NİYETİN HASLIĞI

Kişisel değil, toplumsal sorunlarla ilgili filmler yapmak istiyor Fırat. Şimdiye kadar hayattan aldıklarını ona geri vermenin yollarından biri bu. “Aman canım ne olacak, der ve geçer giderseniz bir gün mutlaka döner ve karşınıza çıkar. Her şey tartışılabilir olmalı. Tabulaştırmak çok tehlikeli. Sorunun sorun olduğunu saptayamazsanız çözüm için hiçbir adım atamazsınız. Siz ilk önce onun sorun olduğunu kabul edecek, sonra çözüme yöneleceksiniz.” diyen Fırat’ın senaryosuna elini sürdüğü ikinci film Atlıkarınca 18 Mart’ta vizyonda.

Bir aile trajedisi üzerinden toplumsal sorunlara değinen film için “Derdimiz niyetin haslığı” diyor ve ekliyor Fırat: “Niyetle ilgiliyiz. Dinimizde de böyle. Önemli olan içindeki niyettir. İnsan olmak öyle kolay değil. Daha çok düşünmeli, daha çok araştırmalı, birbirimize daha çok saygı gösterip birbirimizi daha çok umursamalıyız. Farkındalık oluşturmak, varsa yoksa bu.”

Böyle düşününce üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor Fırat. Dizi, reklam ve tiyatrodan kazandıklarını sinemaya aktarmaya çalışıyor. Toplumsal sorunlara dokunan filmler yapmak isteyen Mert Fırat’ın İlksen Başarır’la birlikte ikisi yazılı toplam altı hikâyesi daha var. Onlar da ilerleyen zamanlarda birer birer çıkacak karşımıza.

HAYALDEN GERÇEĞE

Antakyalı bir baba ile Kayserili bir annenin oğlu olarak 10 Ocak 1981’de doğan Mert Fırat, Ankara’da doğup büyüdü. Ortaokuldan itibaren çeşitli oyunlarda rol alan Fırat’ın tek hayali oyuncu olmak. İsveç’te radyo-televizyon bölümünde okumayı deneyen Fırat, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden 2006’da mezun oldu. Oyun Atölyesi’nin Hırçın Kız adlı oyunu için sınava giren ve seçilen Fırat, tiyatro yanı sıra Bizim Evin Halleri, İşte Benim, Yersiz Yurtsuz, Binbir Gece ve Kapalıçarşı gibi dizilerde rol aldı.

18 Mart’ta vizyona girecek Atlıkarınca, 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü aldı. Mert Fırat ve İlksen Başarır’ın senaryosunu yazdığı filmde; Mert Fırat, Nergis Öztürk, Sema Ceyrekbaşı, Zeynep Oral ve Sercan Badur rol alıyor. Yönetmenliğini İlksen Bararır’ın üstlendiği film, bir aile trajedisi üzerinden pek çok toplumsal soruna değiniyor.

JÜLİDE KARAHAN / ANADOLUJET MART

Bu mutfağa kekik giremez!

Kendini aşçı ya da sanatçı değil, lezzet tasarımcısı olarak tanımlayan Maksut Aşkar'ın mutfağına giremeyen tek lezzet: Kekik. Çocukluğunu kekik toplayarak geçiren ve laf aramızda ona bayılan Aşkar'ın gerekçesi şöyle: "Kekik çok güzel, çok baskın. Her şeyi gölgede bırakıyor. Diğer tatlara yer açmak için onu mutfaktan çıkardım."

Çağan Irmak, Seferihisar'ı anlattığı küçük bir röportajında mavi ve yeşile 'çocukluğun renkleri' demiş ve eklemişti: "Çocukken dünyayı mavi-yeşil görürüz. Büyüdükçe renkler çoğalır, dünya karmaşıklaşır." Doğrular çok, gerçek tek. Lezzet tasarımcısı Maksut Aşkar da Akmerkez'deki 'Edible Art/Yenilebilir Sanat' sergisini anlatırken benzer bir şey söylüyor: "Her şey renkle; aslında her şey çocuklukla başlıyor. Renkli televizyonların işaretini hatırlar mısınız? Kırmızı, yeşil, mavi... O üç renk, en çok da yeşille mavi çocukluğun rengi. Renk demek çocukluk demek. Lezzet de öyle..."

1976 İskenderun doğumlu Aşkar'ın iki lafından biri çocukluk. Mersin'de geçmiş çocukluğu; kekik toplayarak, balığın her türlüsünü tanıyarak, becerikli bir babaannenin yanında reçel, salça ve turşu yapımlarına hem şahit hem dâhil olarak... Büyüyünce; bildiği, hatırladığı, yüzüne çocukluk gülümsemesi konduran her türlü çağrışımı paylaşmaya -nasıl denir- ant içmiş. İşi, çocukluk tatlarını büyük aklıyla paylaşmak. Aşkar için yiyecekler sadece tat almaya değil, 6 duyuya hitap ediyor. "Tat, koku, görüntü ve dokunma tamam da; ses ve his nasıl oluyor?" diyoruz; cevabımızı alıyoruz: "Müziksiz olmaz yemek. Bir de hikâyesiz."

Kerevizle gül, çikolatayla et

Babasına sanatçı olacağım deseydi, alacağı tek cevap vardı: Hadi ordan! Şimdi enikonu sanatçı. Bunu kimselere hissettirmeden nasıl başardı? Başa saralım: İlkokulda iki sene babaannede kalmış; reçel, şerbet, salça, turşu; o niye böyle bu niye öyle... Lise Mersin'de Turizm Otelcilik, üniversite Boğaziçi Turizm İşletmeciliği... Geçim derdiyle restoranlarda çalışma ve bir arkadaşla catering şirketi kurma derken 13 yıl kalmış geride. Yıllar boğazına dizilmeye başlayınca lezzet tasarımına doğru kırmış rotayı da ruhu açlıktan ölmekten kurtulmuş. 5 yıldır karnı da ruhu da tok.

Aşkar'ın mutfağı ayrıntılar denizi, zihni kütüphane. Raflarda bir sürü tat. Aynı hesap: Okuduğun kitapları bilirsin, okumadıkların hakkında hiçbir fikrin olmaz! Onda fikir çok çünkü lezzetleri birbiriyle karıştırmaya cesareti var. Birinin çıkıp 'bununla bu çok güzel oluyor' demesini beklemiyor. "Biz sonradan böyle konservatif olduk." diyor ve ekliyor: "Geçmişimizde 'nasıl olur' dedirtecek o kadar çok lezzet var ki. Türk damağı öyle zengin ki..."

'Şununla şu katiyen olmaz' diye bir cümle yok lügatinde. Yalnız; bir şey var ki şok, şok, şok: "Hiçbir yemeğe kekik koymam." diyor ve açıklıyor Aşkar: "Kekik toplayarak büyüdüm; çok severim, laf aramızda bayılırım ama onu mutfağıma sokmam. Her şeyin önüne geçiyor, çok baskın. Başka lezzetlere yer açmak için onu mutfaktan çıkardım."

NuPera'nın içinde mini minnacık, en fazla 20 kişinin sığdığı bir restoranı var Aşkar'ın. Adı, sokak İngilizcesinde 'küçük parçalar' anlamına gelen LilBitz. Yemekler ufak porsiyonlarda geliyor tabağınıza. Her şey tadımlık. Menüler 2 haftada bir değişiyor. Yakaladınız, yakaladınız! Niyeti müşteri üzerinde yaptıklarını test etmek değil, daha çok şeyi kurgulayıp paylaşmak. Kerevizle gül, çikolatayla et... Bir kitap hazırlığında Aşkar: İsmi 'Kaçırdığınız Yemekler'.

Her şey karıncalar yüzünden

Bu kadar laf salatası yeter; serginin nereden çıktığına geliyoruz. Tek bir sorumlu var: Karıncalar. Aşkar'ın kafasının içindeki tek mevsim yaz. Karıncalar vızır vızır. Anneler hemen anlar; Aşkar'ın içine kurt kaçmış. Tasarlamak bir ihtiyaç. Bir lezzeti hiç bilmediğimiz şekilde önümüze koysun; Allah dünyalar onun. O şaşırtmayı, biz şaşırmayı seviyoruz; lego gibi birbirimize uyuyoruz.

Sağlı sollu iki buzdolabıyla açılıyor sergi. Açık usul, kapısız, isterseniz tadabilirsiniz eserleri. Değme çağdaş sanat işlerine taş çıkaracak bir video: 'Sonsuz Lezzet İçin İstila'. Hikâyesi şöyle: Birtakım sebzeler Akmerkez'i istila ediyor. Patlıcan, biber, pırasa, karnabahar; kapı aralarından geçiyor, merdivenleri ikişer üçer aşıyor. Tava ve bıçak devreye girince bakalım neler oluyor? 900 kare fotoğraf ve 15'in üzerinde kısa filmden oluşan videonun son cümlesi: Devam edecek. Bekliyoruz.

Bir küçük yerleştirme: 'Büyüyünce Türlü Olacak'. Minik bir torba içinde her türlü türlü malzemesi... Alın yanınıza bir tanesini; belki bir bahçeniz olur, ekersiniz ilerde. 2 koca kavanoz akide şekeri bir köşede. Akide şekeri âlem şey... Gülümsetiyor insanı. Çocuklukla alakalı olabilir bu! Serginin yıldızı o. Duvarda 111 kare fotoğraftan oluşan bir hikâye: Macundan akide şekerine... Şeker baskılı tişörtler, -satın almak isteyen çok oluyormuş onları- şeker giymiş mankenler, nane ve lavanta aromalı lokumlar, hibiskus ve kivi çeşmesi... Bu arada bir bilgi: Doğada mavi renk çok azmış. Kırmızı lahanayı kaynatırsak sadece bir an görebilirmişiz onu, hemen mora dönermiş. j.karahan@zaman.com.tr

JÜLİDE KARAHAN/ZAMAN CUMAERTESİ

12 Mart 2011 Cumartesi

Saim Bugay'ı kuklalarla anmak

Son cemre geçen hafta düştü. Kocakarı soğuklarını da atlattık. Artık kırlangıçların gelme zamanı; yani baharın eli kulağında. Bunları duysa hemen uzata uzata "Öyle mi?" derdi Saim Bugay. Öyle valla. Zaman geçiyor. Onu yitireli 3 yıl oldu.


Türk heykelinin usta isimlerinden Saim Bugay, geçtiğimiz günlerde ufak ama neşeli bir sergiyle anıldı. İsmi manidar: 'Öyle mi?' Ustayı tanıyanlar onun bu lafı ne çok kullandığını bilir ve serginin kuklalardan ibaret olduğunu tahmin edebilir. Gerçi sergiye bir isim verildiğini duysa "Yav nedir bu laf takıntısı"yla başlayıp "İsme lüzum var mı? Heykelin, dahası yapıtın altına yazı yazmak; becerememek, beceremediğini de kabul etmek demek. İşimiz kelimelerle değil, malzemeyle. Yazı yazacak olsak edebiyatçı olurduk." diye bitirirdi.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire binasındaki sergide Bugay'ın öğrencisi olmuş, sohbetine katılmış, onunla gönül bağı kurmuşlardan 22 sanatçının 30'a yakın eseri vardı. Merkezde bizzat o... Üzerinde hiç çıkarmadığı kahverengi yeleği; elinde bıçakla sivriltilmiş kurşunkalemi, fırçası, defteri; yanında küllüğü, büyüteci, mezurası... Fındıklı'daki atölyesinde, kırmızı muşamba kaplı masasının başındaydı Bugay. Eser; Sahne Dekorları ve Kostümü Bölümü öğretim görevlileri imzalı.
Bu daha da manidar. Çünkü 2008'in buz gibi günlerinde aramızdan ayrılan Saim Bugay, ARTİST 2007'nin onur sanatçısı olması vesilesiyle verdiği son röportajda, öğrencilerine ve akademiye olan tutkusunu şöyle anlatmıştı: "Öğretmek zorundayım; çünkü başka kimse yok. Kukla bölümündeki asistanlar yetişmeden ölemem." Artık ardımıza yaslanarak diyebiliriz ki gözü arkada kalmadı.

Dondurulamaz bir yontu isteği

1934 Mersin doğumlu Saim Bugay, kendini bildi bileli durdurulamaz bir yontu isteğiyle çevrelenmişti. Anlattıklarına bakılırsa çocukluğundan beri eline geçirdiği her şeyi eğip büker, yontup keser, hatta boş bulduğu yerlere de desenler çizerdi: "Bir şey dürtüyordu. Annem ud, dayım keman çalardı. Keman istedim; almadılar, paraları yok tabii. Keman yaptım kendime. Düşün, dört yaşında çocuğum. Tahtaya teller gererek, atkuyruğundan yaylar yaparak... Ses çıkmadı sonuçta ama ben yaptım."

Tahta, sabun, tebeşir... Eline geçirdiğini yontan Bugay'ın Akademi'ye girmek gibi bir niyeti yoktu aslında. Muhasebeci olarak sürdürdüğü mütevazı hayatının balkonunda devam etmişti yontmaya. Akacak kan damarda durur mu? Lise hocasının teşviki ve Zühtü Müridoğlu'nun 'Ülen dene şu sınavı' iteklemesiyle 28'inde yeniden öğrenci oldu.

1962'de girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'nden 67'de birincilikle mezun olunca ver elini Avrupa. Beş yıl Paris'te ahşap heykel üzerine çalıştıktan sonra heykel bölümünde başlayan akademi yolculuğu doğrucu davutluğu sebebiyle onuncu köyde, Sahne Dekorları ve Kostümü Bölümü'nde son buldu. İyi de oldu, çünkü Kukla ve Gölge Oyunları sanat Dalı'nı kurdu.

Son günlerine dek derslere girmeye devam etti Bugay. Hatta kendi deyişiyle 'o şerefsiz tiroid'in her türlü zulmüne rağmen heykel yontmaya da... Matkabı, atölyeyi, çalışmayı yasaklamıştı doktor. Ne fayda! Çocuk gibi, keyif alarak, keşfederek, iyiymiş gibi yaparak üretmek ve öğretmek için çabaladı. Son güne kadar... Kocaman gözlü bir iki eşekcik daha bırakmak için bize. Kıymetini bilmeli...


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN CUMAERTESİ / 12 MART

...