30 Ocak 2011 Pazar

Ev kiraya hayat askıya...

Telaşlı bir neşeyle konuşmaya başladı: "Bir arkadaşla hamama gittik sabah. Beyazıt'takine... Siz hiç gitmiyor musunuz? Çok ilginç; hâlbuki bu, sizin geleneğiniz..." Hep böyle oluyor. Uzak ülkelerden gelen vakti bol bir turist, bir İngilizce öğretmeni, filanca proje için araştırma yapan bir sanatçı, daha iyi yaşıyor misafir olduğu şehri. Dışarıdan gelen çok daha şanslı. Hele İstanbul'da...

Amanda Burrell, BBC'de yetişmiş bir yapımcı yönetmen. Bağımsız çalışıyor. Pek çok belgesel film yapmış, yönetmiş ve sunmuş. Özellikle BBC, Discovery ve A&E gibi kanallar için... Son çalışması bizimle; İstanbul'la, Beyoğlu'yla ilgili. Aşağı yukarı 80 dakika süren belgeselin ismi: 'Tales of Beyoglu/Beyoğlu Hikâyeleri'.

Beyoğlu'nun müziğini, sanatını, tasarımını, modasını, dansını, tiyatrosunu; kısacası gittikçe büyüyen artistik topluluğunu anlatıyor belgesel. Bir sürü müzisyen, ressam, heykeltıraş, oyuncu, tasarımcı, modacı... Hepsinin ortak noktası, Beyoğlu'ndan beslenmeleri. Galası geçtiğimiz hafta Pera Müzesi'nde yapıldı. Nisan ayı içinde İngiltere'de izleyici karşısına çıkacak. Epey uzun olmasına rağmen su gibi akıyor.

Şöyle soru işaretleri mevcut yalnız: 15 yıldır yurtdışında yaşayan ve çalışan Vahap Avşar'ın bu belgeselde işi ne? Her sorunun bir cevabı var: "Vahap Avşar, 15 yıldır burada değil. Ama şu anlamda doğru isim. Onca yıl sonra birkaç aylığına buraya geldi ve geri dönmeyi hiç istemiyor. Burada çok fırsat olduğunu düşünüyor. İstanbul'un sanat dünyası heyecanlı. New York'tan çok daha fazla..."

"Bir ayağım hep burada artık"

Amanda Burrell, İstanbul'a son anda yapılan bir tatil planıyla 15 yıl önce gelmiş. Çok sevmiş, bayılmış, ne konular çıkar buradan demiş. Geçen yıl İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Sinema Belgesel ve Animasyon Yönetmenliği çalışmaları kapsamında bir belgesel yapma imkânı bulunca da tası tarağı toplamış. Londra'daki evini kiraya verip hayatını askıya alıp Çukurcuma'ya yerleşmiş. "Dünyada başka hiçbir yerde Beyoğlu'nun enerjisi yok. İstiklal Caddesi her yerde olabilir ama Beyoğlu öyle değil." diyen Burrell, herkesle sohbet halinde. Zaten belgeseli de öyle geliştirmiş. Önce biriyle konuşmuş, ondan buna, bundan ona derken hikâyeler çoğaldıkça çoğalmış.

Şimdi her şey bitmiş ama gidecek gibi görünmüyor Amanda. "Londra'da bir hayat, burada bir hayat." diyor ve ekliyor: "4 aydır buradayım. Ya hep kalacağım ya da gidip geleceğim. Başka belgeseller yapmak istiyorum çünkü. Aklımda çok hikâye var. Kapalıçarşı ile ilgili, Antakya ile ilgili... Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bir ayağım hep burada artık."

Beyoğlu'nu pek çok İstanbulludan çok daha iyi biliyor Burrell. Çukurcuma'daki Babil House'un bir köşesine oturunca dünyayı izliyormuş gibi hissediyor kendini. "İstiklal ayrı. Orası gibi çok cadde var dünyanın dört bir yanında. Ben tüm Beyoğlu'nu kastediyorum. Galata ve Çukurcuma dâhil..." diyor ve ekliyor Burrell: "Bir Ali var, arabayla meyve satıyor. Çok seviyorum onu. Küçük küçük bir sürü bağımsız butik var sonra. Öyle değişik şeyler üretiyorlar ki... En çok Karaköy'deki balık pazarını, Cihangir merdivenlerini, Tophane'ye inmeyi, Serdar-ı Ekrem Sokağı'nı ve Firüzağa Çay Bahçesi'ni seviyorum."


Dışarıdan bakınca her şey siyah-beyaz

"Avrupa'da her şey çok siyah-beyaz. Bilhassa gazete başlıkları..." diyor ve ekliyor Burrell: "Beyoğlu'nda çektiğim de, Yemen'de çektiğim de bambaşka dünyaları anlatan belgeseller oldu. Grinin öyle çok tonu var ki... Ben her zaman Müslüman kültürlere hayranlık besledim. Yemenli kadınların yaşamını anlattığım 'Women in Black'te kadınları olduğu gibi göstermek istedim. Öyle başka bir dünyanın kapıları aralandı ki... Hiçbir şey dışarıdan bakıldığı gibi değil."


Jülide Karahan

Zaman Cumaertesi/29.01.2011

...

23 Ocak 2011 Pazar

Neşeli-sıcak bir tatlı hayat

Kırmızı kırmızı gülümseyen Cafe Neakhora yazısının verdiği his: Ormanda kaybolduk, hava buz, yaşasın sığınacak bir yer! İçeride çıtır çıtır yanan soba, pıtır pıtır pişen kestane... Mutfakta tarifi kimselere verilmeyen domatesli ekmek ve üzeri dumanlı sütlü Rum kahvesi...


Çok eskiden Kalaycı Niko'nun yeriymiş burası. Kimsiz kimsesiz Niko terk-i diyar edince öylece Hazine'ye kalmış. Terk edilmek pek fena, bir kulübe için bile... Otlar çöpler sarmış etrafı. Civardan birileri -Perihan Türkileri ve ailesi- sahip çıkmaya karar verince iş değişmiş, masal başlamış. Öyledir, birilerinin el vermesi gerekir. Hazine'den kiralayıp iki senede zamana sığdırarak temizlemişler etrafı. Kimsenin olmayan herkesindir hesabı, üç beş kamyon çöp çıkmış mekândan.

Perihan Hanım aslen Konya Beyşehirli. 30 senedir Yeniköy'de. Eşi emekli garson. Bir oğlu, bir kızı var. Oğlan üniversitede, kız lisedeymiş bu işe giriştiklerinde. Oğlan yüksek lisansa, kız üniversiteye başlamış; şimdi ikisi de işinde gücünde. Orada burada muhabbete dalıp yarı zamanlı işler kovalayacaklarına mekânımız var, deyip dört elle sarılmışlar işlerine. İlk başlarda değişime inanamamış kimse... Bu kadarı hayal bile edilemezmiş.

Olan şu ki... Yeniköy'ün orta yerinde, hemen benzincinin sokağında küçük bir bahçe var şimdi. Çevresi yasemin ve hanımeli sarılı. Üzeri erik, kiraz, portakal ve limon ağacı örtülü. Gün ışığı nereden sızsın bilemezken bir ışık sızıyor içeriden. Nasıl da saklı gizli! Kırmızı kırmızı gülümseyen 'Cafe Neakhora' yazısı olmasa küçük bir orman bu, der geçersiniz. O kırmızı yazının verdiği his: Kaybolduk, hava buz, yaşasın sığınacak bir yer! Hem nasıl...

Sütlü Rum kahvesi

Ensesinde denizden yetişen rüzgâr. Orta yerde çıtır çıtır yanan soba, pıtır pıtır pişen kestane. Mutfakta; evde yapılan, tarifi kimselere anlatılmayan domatesli ekmeğin kokusu ve sıcaklığı sobayla yarışan sütlü Rum kahvesinin pürüzlü dokusu... Müdavimi pek çok. Kızıltoprak'tan her hafta sütlü Rum kahvesi içmeye gelen de var, Balıkesir'den ününü duyup bir tadayım diye niyetlenen de... Brovni ve havuçlu kek sonra. Ama illa ki -Perihan Hanım'ın kızı Ayşe'nin elinden çıkan tiramisu...

Yenilip içilenler böyle, görülüp keşfedilenlere gelince; bir kere içerideki her şey birilerinden hediye. O birileri eş, dost, konu komşu. Kafenin ismi şimdilerde 100'lerini süren pek muhterem Madame Viyoleta'dan. Nea Khora, Yunancada Yeniköy demek. Köşedeki çini soba karşı apartmandaki teyzeden. Kandiller falanca, deniz kabukları filancadan. Dergiler, kitaplar ve tombala gibi türlü çeşit oyunlar, el örgüsü şallar -olur ya kış da olsa bahçe çeker canınız-... Hepsinde bir anı, bir hikâye...

Müzik hafif, içerisi sakin. Şehrin içinde, şehirden çok uzakta. Tenha. Ritüeller pek değerli. Erik zamanı erik, kiraz zamanı kiraz masalarda. İkramlık. Her cuma, hemen arka sokakta kurulan pazardan gelen kestanelerin günü. Sobanın başına üşüşüp kendi evlerinde nasıllarsa öyle bir muhabbet içinde müşteriler. Eş dost olmuş hepsi. Mutfağa girip yemek yapan da, bir şey lazım olunca bir koşu çıkıp alan da var. Neşeli-sıcak bir tatlı hayat...

YENİKÖY'ÜN İŞ BİTİRİCİSİ PERİHAN HANIM

Perihan Hanım pek işbitirici. Büyükşehir Belediyesi'ne işi düşmüş geçenlerde. İnternetten bakmış, daire başkanı Konyalı. Kalkmış gitmiş, sekreter 'Randevusuz hayatta alamam' dese de 'Görüşmeden gitmem, Konyalıyım ben' lafını inadına katık edip beklemiş. Tüm işleri bir güzel halletmiş. Bazen saflık, bazen bilmişlik, bazen 'ha öyle mi böyle mi'yle yürütüyor her şeyi. Şimdi niyet Yeniköy Yardımlaşma ve Eğitim Derneği'ni yeniden faaliyete geçirmek. Bağlar bölgesindeki 3760 metrekarelik vakıf yerine yerleşip sırt sırta verdikleri okul için ellerinden geleni yapacaklar. Daha evvel bir okul, bir ana okul yapmışlıkları ve 300 çocuğu burslu okutmuşlukları var. Tüm bunları cebine koyup Ankara'ya o zamanki Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt'ın kapısına varıp niyetlerini bir bir anlatmış Perihan Hanım. Evrak mevrak ne gerekiyorsa tamam, arazideki iki binanın tadilatı için sponsor da hazır. Zaman öldürmek değil, denizde bir damla da olsa faydanın ucundan tutmak mesele. Bu da tamam. Şimdi sıra bitişikteki okuldan nice çocuk kazandırmak topluma.

Jülide Karahan

Zaman Pazar / 23.01.2011

...

15 Ocak 2011 Cumartesi

İstese Mısır Apartmanı'nın tarihini yazar

Mehmet Getlek, 5 galerili Mısır Apartmanı'nın 35 yıllık bekçisi. "En çok hangi sergiyi sevdiniz?" diyoruz, "Hiç" diyor ve ekliyor: "Hiçbir sergiyi görmedim. Tiyatro Dot buradaydı, ona da hiç bakmadım. Merak falan da etmedim valla. Ne bileyim. Böyle memnunum ben halimden."


Kim bilir kaç kez "Günaydın, iyi günler, iyi akşamlar, teşekkürler..." demişizdir. En az üç kez "Asansör bozuk mu? Niye hâlâ gelmedi?" diye sormuşuzdur. Bir de son yıllarda sıklaşan "Mehmet Akif Ersoy burada mı yaşamış? Kaçıncı katta? Hangi daire? Müze ne zaman açılacak?"lar var. Tüm bu selam ve soruların muhatabı Mısır Apartmanı'nın 35 yıllık bekçisi nam-ı diğer 'Albay' Mehmet Getlek.

Yenilerini ilk defa ekliyoruz: "Siz hep burada mısınız? Kaç yıl oldu?" Sevinçli bir telaşla tek tek cevaplıyor Albay: "55 yaşındayım, çoktan emekli oldum aslında ama Mısır Apartmanı'nı terk etmek öyle kolay değil. Sergi mergi gezmiyorum da çok seviyorum burayı. Hem ne yapacağım evde? Sigaram yok, kahvem yok, kötü alışkanlığım yok. Hanımla muhabbet et, yemek ye, çay iç, televizyon izle; bir yere kadar. Sıkılırım. Sağlıklı olduğum sürece çalışmaya devam. Hanımın sigortasını sonradan ödedik biz. Nisan'da bitecek. O zaman daha rahat edeceğiz ama yine de devam."

Girişin küçük camlı bölmesindeki antika masanın başından gelen gideni selamlayan, el ayak çekildiğinde eski püskü kanepeye uzanan, acıktığında çayını kaynatıp peynir ekmeğini yiyen Albay; Kasımpaşa Kulaksız'da oturuyor. Yayan gidip geliyor işe. 2 oğlu, 2 kızı, 8 de torunu var. Hikâyesi 55 yıl önce Bingöl'ün küçük ve uzak bir köyünde başlıyor. Peşi sıra ilkokul, evlilik, askerlik. 1977 Aralık'ında dayısının cesaretlendirmesiyle İstanbul'a. Dayı, Mısır Apartmanı'nda dekanlara çay götürüp getirmekte. Apartman şatafatlı günlerinin yasında. 6. ve 7. katlarda Marmara Üniversitesi'nin kimi bölümleri, kimi sınıfları... Kimi katlarda sendikalar, kimi katlar kapı duvar.

Kömür kazanıyla uğraşacak biri lazım olunca 'Bizim oğlan yapar' diyor dayı. Geliş o geliş. Uzun uzun anlatıyor Albay: "İlk üç sene kömür kazanını yaktım. Çok zordu o iş. Haftada iki sefer kömür gelir, bir sefer kül giderdi. 12 ton kömürle akşama kadar uğraş. Sabah külü çekiyorum, dünyanın tozu, toprağı. Nefret edersin. Üç sene sonra doğalgaza geçildi de rahat ettik. O sırada kapıdaki güvenlik ayrılınca buraya terfi ettim. O zaman yönetici Ali Aybey'di. Senede bir yönetici değişir zaten. Herkes değişiyor burada. Bir biz, bir de Hüsamettin Cindoruk kaldı. Daireler de çok değişti. Bir tek Hüsamettin Bey ile Ekmekçiler Sendikası'nın daireleri aslı gibi. Pek dokunulmadı onlara."

Boş verin asansörü!

Mısır Apartmanı 7/24 açık. Vardiya sistemi var. Albay, kardeşi ve oğlu Sabri hep birlikte götürüyorlar işi. "Binamız işlek. Gelen giden çok. Onları yönlendirmek gerek." diyor Albay. Son yıllarda en çok gençler geliyor, en çok Mehmet Akif Ersoy'un hangi katta yaşadığı soruluyor. Albay bir kez daha sabırla cevaplıyor: "Mehmet Akif 2. katta bir dairede bir süre yaşamış ve orada vefat etmiş. 7–8 numaralı daire diyor herkes. Kırmızı kapılı olan. Ama net bir şey yok. Sahipleri başka şimdi. En son bir antikacı vardı. O gittiğinden beri, epeydir boş. Kiralık ama kimse tutmuyor. 2 daire birleşik, toplam 400 metrekarenin üzerinde. Çok pahalı. Yirmi kâğıt istiyorlar galiba. Herkes müze olsun orası diyor. Mehmet Akif önemli şahsiyet. Kapıda, burada yaşayıp öldüğüne dair ufak bir not var ama yetmiyor tabii."

100 yıllık apartmanın 35 yıllık gözlemcisi Albay'a göre en güzeli şimdiki zaman: "Şimdilerde çok hareketli, çok güzel bina. Neredeyse bütün İstanbul burada, en çok da gençler. 5 galeri var, bir sürü sergi oluyor. Açılışı, kapanışı, sanatçısı, ziyaretçisi... Eskiden sendikalar vardı. 3 kat 20 sene boş kaldı. En üstte kimse yoktu, kuşlar uçardı. Ama hiçbir zaman bakımsız kalmadı bina. Hep temizdi, hep pak. Eskiden biz temizlerdik; arap sabunlu sularla siler, üzerinden kuru talaşla geçerdik. Şimdi paspasla yapılıyor temizlik."

"Şikâyet var mı, şikâyet?" diyoruz, "Asansör" diyor ve ekliyor Albay: "Asansör çok bozulur. Eskiden camlıydı, daha büyüktü, çok güzeldi. Ferforje mi diyorlar? Ondan. İneni, bineni görürdük. Tek asansör yetmiyor galiba. Bir de katlara uğrayınca çok yavaş iniyor asansör, insanlar bekliyor kapısında. Ama merdivenler çok rahattır. Asansörle çıkıp merdivenle inmeyi tercih eder çoğu kişi. Geniş geniş, ferah ferah... Çok güzeldir merdivenler. Boş verin asansörü!"



MISIR APARTMANI 100 YAŞINDA

İstiklal Caddesi'nde St. Antuan Kilisesi'nin yanı başındaki Mısır Apartmanı'nın 1905'te başlayan inşaatı 5-10 yıl içinde bitmiş. Apartman şimdi tam 100 yaşında. İstanbul'un ilk betonarme yapılarından olan binanın mimarı Hovsep Aznavuryan. Binayı kışlık konak olarak kullanmak üzere Aznavuryan'a sipariş eden, Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa. Uzun yıllar konak olarak kullanılan bina, Abbas Halim Paşa'nın ölümünün ardından vârisleri tarafından katlara bölünüp dönemin ünlü işadamlarından Hayri İpar'a satılmış. Binayla uzun yıllar Hayri Bey'in oğlu Ali İpar ilgilenmiş. İpar ailesinin mülkiyetinde pek çok değişiklik yaşayan apartmanda; mefruşat mağazası Lazzaro Franco'dan züccaciyeci Karaoka'ya, İstanbul yüksek sosyetesinin dişçisi Sami Grünzberg'den dişçi Onnik Kumruyan ve Arşak Sürenyan'a, şair Mehmet Âkif Ersoy'dan yazar Mithat Cemal Kuntay'a, sosyete terzisi Nedret Hanım'dan İstanbul'un ünlü gelinlikçisi Lütfiye Arıbal'a, terzi Cemal'den Canan Yaka ve annesi Mualla Hanım'a kimler kimler yaşamış. Eskilerden kalan tek isim var. Apartmana 1964'te yerleşen ve dairesini halen avukatlık bürosu olarak kullanan siyasetçi Hüsamettin Cindoruk. Bir süre boş kalan apartmanın büyük bölümü 2000'den beri Koray İnşaat himayesinde.


KATLARDA GEZİNELİM

Kat 1 - Fototrek Fotoğraf Merkezi 15 Ocak'tan itibaren 'Fotoğraf Geçidi: İstanbul 2010' isimli karma sergiyi ağırlayacak. Sergi için son gün 2 Şubat.

Kat 2 - Cda Projects 7-29 Ocak tarihleri arasında 'Vargücü' isimli sergiyi misafir ediyor. Sergide; Civan Özkanoğlu, Dağhan Celayir, Gabriel Jones, Nazlı Eda Noyan, Selçuk Artut ve Zeynep Kayan'ın işleri bulunuyor.

Kat 3 - Casa Dell'arte'nin 7-29 Ocak tarihleri arasındaki konuğu Selahattin Yıldırım'ın '(H)iç Yer' isimli sergisi.

Kat 4 - Galerist, 13 Şubat itibarıyla Hüseyin Çağlayan'ın işlerini ağırlamaya başladı. Sergi 19 Şubat'a dek sürecek.

Kat 5 - Galeri Nev'in Murat Morava'dan sonraki konuğu fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe. 'Desired' isimli sergiyi görmek için son gün 12 Şubat.


Jülide Karahan

Zaman Cumaertesi/ 15.01.2011

10 Ocak 2011 Pazartesi

İNSANLIK TARİHİ YENİ BAŞTAN!

İnsanlık tarihi her keşifte yeni baştan yazılıyor; bir sonraki keşfe kadar…

‘Göbeklitepe - Dünya’nın İlk Tapınağı’ isimli belgeselin başlangıç cümlesi: ‘Herkesin, her şeyin anlatılmaya değer bir hikâyesi vardır; kimi anlatılır, kimi sonsuza dek saklı kalır…’ Bir de - kaynağı bilinmemekle birlikte - şu var: ‘Hayat tesadüfleri sever.’

Hikâyesini bundan tam 12 bin yıl önce yaşamış Göbeklitepe için tesadüfler birbirini kovalar. Şöyle ki; Mahmut Kılıç isimli bir köylü karasabanla tarlasını sürerken T şeklinde oymalı bir taş bulur ve durumu Şanlıurfa Müzesi’ne anlatır. Kılıç’ın taşa rastladığı yerde, halk arasındaki adıyla Göbeklitepe’de, Şanlıurfa Müzesi ve Alman Arkeoloji Enstitüsü işbirliğiyle kazılar başlar. Yıl 1995.

Karasaban o taşa çarpmasaydı, Mahmut Bey bulduğu taşı müzeye götürmeseydi ya da kalıntıları inceleyen Alman arkeolog Doç. Dr. Klaus Schmidt hayatının geri kalanını Göbeklitepe’de geçirmeye karar vermeseydi; tarihin ezberinin bozan bir hikâye daha kim bilir nice zaman saklı kalacaktı…

BİR TESADÜF PARMAĞI DAHA

Hikâyenin kahramanı ‘bilen insan’. Yazmayan, yerleşmeyen, ekip biçmeyen ama bilen ve inanan… Kanıtı: Tapınaklar. Günışığına 4’ü çıktı, tahminlere göre en az 16’sı daha toprağın altında. Ortada T şeklinde iki stel (yüksekliği genişliğinden büyük, yekpare dikili taştan oluşan yapıt), çevrelerinde yine T şeklinde daha ufakları. Üzerlerinde tilki, örümcek, boğa, yılan ve yaban domuzu motifleri… Bir de turna var ki; tek eşliliğin, dolayısıyla gelişmişliğin simgesi. Bundan 12 bin yıl önce böylesine gelişmiş ve kendi derinliklerine inmiş olabilir mi insan? 12 bin yıl önce yaşamak vardı!

Yaşayamadık ama ‘Göbeklitepe - Dünya’nın İlk Tapınağı’ isimli belgeseli izlemek elimizde. Belgeselin hikâyesine gelince; yine bir tesadüf parmağı var işin içinde. Yıl 2006. Yönetmen ve yapımcı Ahmet Turgut Yazman bir gazete haberi okur ve düğmeye basar. Yazman’ın okuduğu haberde Alman bir arkeolog - Doç. Dr. Klaus Schmidt - Göbeklite’yi anlatmaktadır. Hem nasıl!

Yazıyı keşfeden Sümer medeniyetinden ve Mısır’daki piramitlerden 6 bin, İngiltere’deki ünlü megalitik anıt Stonehenge’den 7 bin, şimdiki zamandan tam 12 bin yıl önce bir ‘uygarlık’ yaşamış Göbeklitepe’de. İlkel ama bilinçli, yerleşik değil ama inançlı... Dünya tarihini tekrar gözden geçirmemizi gerektirecek bu arkeolojik bilgi, Yazman’ın hayatındaki diğer her şeyi askıya alıp yola çıkmasına sebep.

AĞAÇ, YATIR VE TAPINAKLAR

Göbeklitepe’yi dünyaya duyuracak belgesel filmin çekimine 2007 yılında Kültür Bakanlığı’ndan aldığı izinle başlar Yazman. Böyle zamanlarda içeriyi ve işaretleri dinlemeli insan, tıpkı yönetmenin yaptığı gibi; şöyle ki: “Bulunduğum en mistik yerlerden biri o tepe. Çekim yapmak için gündoğumunu beklerken kalbimin ritminin değiştiğini hissederdim. Yöre halkı da bunun farkındaymış. Kazılar başlamadan çok önce biri bir ağaç dikmiş tepeye. Ağacın altında bir yatır. Yıllar yılı gelen giden bir çaput bağlamış ağaca, bir dilek dilemiş, bir adak adamış. Özellikle gündoğumu ya da günbatımı sırasında tepede olursanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Kendini tanımaya çalışan bir insan olarak varoluşla ilgili derdimin köklerinin 12 bin yıl, hatta belki de daha öncesine dayandığını bilmek beni epey rahatlattı.”

Belgesel çekimleri için Kahire Müzesi yöneticisi ejiptolog Wafaa El-Saddik, astronom ve fizikçi B.G.Sidharth, sufi Metin Bobaroğlu ve arkeolog Prof. Mehmet Özdoğan ile görüşmeler yapan Yazman’ın yoluna pek çok cevapla birlikte pek çok yeni soru da çıkmış. Şöyle ki: İnsanlığın yerleşik düzene geçmesinin sebebi önceden düşünüldüğü gibi beslenme/tarım değil de din miydi?’, Göbeklitepe’de yüksek bilinç ve farkındalığa sahip birileri var mıydı? Onlar evrenin döngülerini biliyorlar mıydı?

İnsanlık tarihi yeniden yazılıyor, hem de yanı başımızda! Buna şahit olmak elinizde…

………

NASIL GİDİLİR?

Şanlıurfa’nın 17 km doğusundaki Örencik (Karaharebe) Köyü’nün 3 km kuzeydoğusunda kalan Göbeklitepe’ye Urfa merkezden 25 dakikalık bir yolculukla ulaşabilirsiniz.

RAKAMLARLA BELGESEL

4 yıl boyunca 4 ülkeye toplam 17.500 kilometrelik yolculuk yapılarak elde edilen 20 saatlik çekimler, 77 dakikalık bir belgesele dönüştü. Belgeselin adı: ‘Göbeklitepe - Dünya’nın İlk Tapınağı’.

O FESTİVAL SENİN, BU FESTİVAL BENİM

2009 Mayıs’ı itibariyle tamamlanan ‘Göbeklitepe - Dünya’nın İlk Tapınağı’; Atlanta International Documentary Film Festivali’nin ardından İran 4. Cinema Verite Uluslararası Belgesel Film Festivali ve Guangzhou Uluslararası Belgesel Film Festivali’ne katıldı.


JÜLİDE KARAHAN

Anadolujet / Ocak 2011

................

ATA DEMİRER’LE KALDIĞI YERDEN

İlk filmin son cümlesi ‘Eyvah eyvah’tı; bakalım hikâyenin devamında nasıl bir cümle bekliyor izleyiciyi…


Çanakkale Bienali zamanıydı, ‘Eyvah Eyvah 2’nin çekimlerinin son günleri, bir de yazın son demleri… Küçük ve sevimli bir otelin bahçeye açılan verandasındaki yuvarlak masa etrafına toplanmış koca bir ekip karşıladı bizi. İçlerinden birini çekip aldık; Ata Demirer’i.

Tuhaf bir ilk izlenim: Kirpikleri ne kadar kıvrık! Hiç öyle değil; ne göründüğü gibi çok çok kilolu, ne anlatıldığı gibi her an komik… Üç sıfat hakkımız olsa: Naif, terbiyeli, efendi...

‘Esas kız esas oğlanı öylece bekliyor mu? Oğlan kızı bıraktığı yerde ve gibi bulacak mı? Evlenecekler mi?’ gibi abesle iştigal sorulara elbette yanıt alamadık. Net cevaplar var yalnız: Bu son film bir kere; 3’ü, 4’ü yok. ‘Eyvah Eyvah 2’, birincinin devamı olmakla birlikte duygusuyla düşüncesiyle başka bir film.

Ata Demirer’in ağzından durum şöyle: “Eyvah Eyvah çok sevildi, hadi ikincisini yapalım gibi bir durum yok. Zaten başta tek film olarak düşünmüştüm. Çekimler devam ederken finaldeki replikleri değiştiriverdim. Canlı canlı… ‘Daha kız isteyeceğiz abi’, ‘Ne? Kız mı isteyeceğiz?’, ‘Evet beraber çıktık yola’, ‘Eyvah eyvah’… Bunu en çok kendim için yaptım; hikâyeye devam etmek, Hüseyin’in Geyikli’deki günlerini görmek istedim.”

7 Ocak itibariyle karşımızda şimdiki zamanda devam eden bir hikâye olacak. En büyük fark coğrafya; kahramanımız Hüseyin Badem bu defa deplasmanda değil, kendi sahasında…


‘BUNLAR HEP YAZILI OĞLUM’


Ata Demirer, Eyvah Eyvah’ı, içindeki çocuğun tuttuğu kalemle nasıl yazdığını şöyle anlatıyor: “Zor bir dönemdi. B planım, yani kaçışım Kuzey Ege. Bir geç kalmışlık, bir tembellik hissi. Sevdiklerimin de dürtüklemesiyle kafama dank etti. 2008 Kasım’ında karar verdim yazmaya. Hüseyin Badem; yıllardır arkadaşlarımı ve aile çevremi güldürmek için kullandığım bir parçamdı. Bildiğim kişi, bildiğim coğrafya, bildiğim hikâye… Nisan 2009 sonunda birinci taslak bitti, üstüne beş tane daha… Sonunda yine ilki sindi tabii içime. Yaz sonunda çekimler bitti. Beni bitiren montaj oldu, kıyamıyor insan. İçime sindi yalnız, insan sinemada hayallerinin peşinde koşmalı. Galada kalbim ağzımdaydı. Sanırsın ilk defa sahneye çıkıyorum.”

Bir de şöyle bir tesadüf/tevafuk: Ata Demirer profesyonel olarak sahneye ilk kez 23 Şubat 1998’de çıkmış. Gala tarihine bakıyoruz: 23 Şubat 2010… Tam 12 yıl önce sahneyle ilk sınav; tam 12 yıl sonra senaryoyla… Ne diyelim, söz Hüseyin Badem’in babası Ali Rıza Şeker’de: “Bunlar hep yazılı oğlum. Kaderimizde varmış…”


BAŞROLDE KLARNETET VAR

Tüm oyuncuların söylediği üzere filmin başrolünde klarnet var. Klarnetin torpilini şöyle anlatıyor Ata Demirer: “Üniversite yıllarımda klarnet çalmayı çok istedim ama pahalıydı, param yoktu, onun yerine ud çaldım. Sonra içimde ukde kaldı; ‘Eyvah Eyvah’ı yazınca karaktere klarnet çaldırdım ki bu vesileyle ben de öğrenip çalayım. Öğrendim. Çok mutluyum. Şu anda yalnız başıma çalarken zevk alacak durumdayım, daha ne olsun? Filmde klarneti Serkan Çağrı çalıyor tabii, o kadar değil…”

‘Peki şimdi? ‘Eyvah Eyvah 2’ de bitti…’ diyoruz. Cevabı filmdeki esas kız Müjgan’ın repliğinden: “Ben uzun vadeli planlar yapmıyorum.”



ATA DEMİRER’İN GÖZÜNDE HÜSEYİN

Hüseyin Badem çok iyi bir insan, kıskanılacak kadar... Çok düz ve naif. Çabuk sinirleniyor, her konuda fikri var ve biraz işgüzar. Paraya düşkün, mecburen. Hayvanlara çok meraklı, iyi bir klarnet virtüözü. Müjgan’a aşık. Yanlış zamanda yanlış yerde olmanın dışında bir derdi yok. Kolay kolay maraz çıkaracak biri değil. Çok seviyorum onu.


BİLİNEN KISMIN ÖZETİ

6 Temmuz 1972’de Bursa’da 6 buçuk kilo çekerek dünyaya gelen Ata Demirer; doğaya, denize ve hayvanlara pek meraklı. ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ sorusunun cevabını ‘veteriner’ olarak verecek kadar... Kış boyunca bütün hayali Mudanya yakınlarındaki yazlığa gitmek. Kışın kendisi yok hiç hatırında. Okul tam nefretlik, edebiyat öğretmeni olmasa… Abilerin ‘şu bakkalın taklidini yapıver hele’ ısrarlarıyla geçen ilk gençliğin ardından 1991’de İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı kapısı. Barlarda komedyenlik, Dormen Tiyatrosu’nda oyunculuk ve Uğur Yücel’le tanışma... Yücel’in şovu arasında sahnede geçirilen iki dakika ve okula veda. 1998 kışında beklenen ‘orta’: ‘Tek Kişilik Dev Kadro’ ile önce Leman Sahnesi, sonra ‘Korsan TV’ ile ekran. 10 yıl boyunca 1000 gösteri, 100 sitcom, 40 TV programı, 400'e yakın turne… Ve büyük hamle: ‘Avrupa Yakası’. Sıra beyazperdede. ‘Vizontele Tuuba’ ve ‘Nerdesin Firuze’nin ardından ‘Kısık Ateşte On Beş Dakika’ ile ilk başrol. Kendi deyişiyle ‘Hacıyatmaz felaketi’, komik şarkılardan menkul iki albüm ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ derken yeni bir dert: Sinema. Yedek kulübesindeki uzun bekleyişin ardından da gol: ‘Eyvah Eyvah’.


JÜLİDE KARAHAN

Anadolujet / Ocak 2011

...........

YİNE DE YEMEKLER ÇOK GÜZEL…

“Tuhaf. Çok önemli eserlerim bitti. Almak isteseniz de yok. 50 ya da 100 yıl sonra biri sanat tarihine baktığında en önemli işlerimin Türkiye’de olmadığını fark edecek.” diyor ve ekliyor Kutluğ Ataman: “Ama yine de yemekler çok güzel…"


Çoğu koleksiyoner; ‘Zamanında eserlerini almadığınız için şimdi pişman olduğunuz isimler var mı?’ sorusunun cevabını ‘Kutluğ Ataman’ olarak veriyor. Ne yazık ki şimdi çok pahalı, dahası bulunmuyor… Ataman da tuhaf bulmakla birlikte doğruluyor durumu. Dünyanın dört bir yanında pek çok önemli koleksiyonda eserleri bulunan sanatçının Türkiye’de - bilinen - iki işi var. Üzücü.

Sevindirici olan Kutluğ Ataman’ın geçtiğimiz ay İstanbul Modern’de açılan ‘İçimdeki Düşman’ isimli retrospektifi. Sergide sanatçının Türkiye’de daha önce hiç görülmemiş 8 işi yer alıyor. Görücüye çıkan eser sayısının 11 olduğu düşünüldüğünde Ataman’ın dünyaya ne denli yakın, ülkesine ise ne denli uzak olduğu enikonu anlaşılıyor.

GECİKMELİ BİR EVE DÖNÜŞ

Kutluğ Ataman’ı heyecanlandıran 49 yaşında retrospektif sergi açmak değil, bu sergiyi İstanbul’da açmak... Tophane’de doğup büyümüş, genellikle İstanbul’da yaşamış olsa da dünyayı - eserleriyle - dolaşmış birinin 13 yıllık arayışı ve birikimiyle birlikte başladığı yere; Tophane’ye dönmesi… Daire/çember/döngü tamamlanmış olmalı…

Onca yıllık kimlik arayışının toplu resmigeçidi niteliğindeki serginin küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu yapıyor. Ataman’ın uluslararası sanat ortamında kilometre taşı olmuş çalışmalarının yanı sıra daha önce Avrupa’da gösterilmemiş bir eserini de içeriyor sergi: ‘Dilenciler’. Thomas Dane Gallery ve 29. Sao Paulo Bienali 2010 tarafından desteklenen çalışma, yedi ekrandan oluşuyor ve Ataman’ın diğer birçok videosundan farklı olarak sesi görüntüye dâhil etmiyor.
Sergide; sanatçının 1999 Venedik Bienali için ürettiği ‘Peruk Takan Kadınlar’ isimli işi yanı sıra; saplantılı biçimde evinde 900 çiçek soğanıyla yaşayan ve onların yılda bir kez çiçek açmasını sabırla bekleyen ‘Veronica Read’in 4 Mevsimi’ ile kendini tırtıllarının kelebeklere dönüşümünü güvence altına almaya adamış bir kelebek koleksiyoncusunu anlatan ‘Stefan'ın Odası’ da var.

Sergideki 11 videonun 11’i de ‘kimlik inşası’ üzerine… Anlattığı tüm karakterleri ‘benliğinin uzantıları, hayatının izleri ve kendi oto portreleri’ olarak tanımlayan sanatçı, “Konu edindiğim tüm kişiler bana benliğimin doğal uzantıları gibi geliyor. İnsanlarla film yapmamın sebebi sadece ilginç olmaları değil, benimle aynı sorunlara ve saplantılara sahip olmaları” diyor. Şaşırtıcı hikâyelere sahip olan ve onları anlatan insanları adeta bıçkın bir gazeteci gibi bulup anlatan Ataman; izleyiciye, karşısındakiyle/ekrandakiyle kahve içiyormuş gibi bir his veriyor.

EKRANIN TARİHİ

Küçüklüğünden itibaren radyo ve televizyonların dibinden ayrılmayan Ataman için ilk dönüm noktası, dünyaya geldiği varlıklı ailenin boğaza bakan yazlık evinin bir film ekibine kiralaması olmuş. 6 – 12 yaşın tüm yazlarını film ekibiyle geçiren Ataman, o günlerden kalanları “Hayatla ilişkim hep birtakım oyunlar, kurgular ve senaryolar üzerinden oldu. Başka insanlara bu açıdan baktığım için hayatı biraz oyun gibi görüyorum. Sonuçta sen istediğin kadar gerçeklik içerisinde yaşadığını düşün, o gerçeklikle olan zihinsel ilişkinde birtakım şeyleri mutlaka kurguluyorsun. Gerçekliği algılayışın üzerinden kendine bir senaryo yazıyorsun ve o senaryonun başrol oyuncusu oluyorsun…” cümleleriyle anlatıyor.

Gerçekler ve kurgular bir yana Kutluğ Ataman’a göre en önemlisi, kimsen o olmak ya da kim olduğunu zannediyorsan o olmak… Seyirciyi, filmleri ve kahramanları göründükleri gibi kabul etmeye değil de alt metne bakmaya ve buzdağının altındakileri düşünmeye davet eden sanatçı, hazır pişmiş cevaplarla yetinmiyor ve hem kendini hem izleyiciyi zorluyor; bunu seviyor. Şöyle diyor: “İzleyiciyi yormayı seviyorum. Sorular sorup onların kendi kendileriyle çeliştikleri noktaları öne çıkarmaya çalışıyorum. Soru sormak çok yararlı. Bir şeyin cevabını bulduğun an daha fazla kapı açılıyor, o kapılardan geçip daha fazla soru soruyorsun… Ve bu böyle devam ediyor.” Sorular sorup kapılardan geçmeye cesareti olanlar 6 Mart’a dek İstanbul Modern’deki ‘İçimdeki Düşman’ sergisini ziyaret edebilir.



JÜLİDE KARAHAN

Skylife Business / Ocak 2011


...............

MISIR'DAN BEKLEDİĞİM HABER SAHNEDEN GELDİ


1975 Ankara doğumlu Mete Horozoğlu, animatörlük ve 657'li asistanlık günlerinin ardından kendini sahnede buldu. "Hisseder, içimde duyardım. Nasıl desem? Büyük bir şey olacağını bilirdim. Mısır'da bir akraba çıkacak ve bana büyük bir miras bırakacak sanırdım." diyen Horozoğlu'nun beklediği o büyük 'şey' oyunculukmuş meğer...



Siz nerelisiniz?

Yakın çevremin en çok sorduğu sorudur bu: 'Ya Mete nerelisin sen?' Ailem şu anda Antakya'da yaşıyor, ben de fırsat buldukça giderim oraya. Ankara doğumluyum ama anne baba Bursalı. Boşnak'ız biz. Babam Ankara'ya iş kurmak için gidiyor. Bir ara işleri bozuluyor ve önce Yalova, sonra Karamürsel'e taşınıyoruz. Karamürsel Ticaret Lisesi'nde okudum ben. Mezun olunca Ankara'da yaşayan ablamın yanına gittim. Orada iki yıllık yüksek muhasebeyi kazandım ama okula gitmek yerine Antalya'ya kaçtım. 3-4 yıl animatörlük yaptım. Sonra eşin dostun ısrarıyla üniversiteyi bitirmek için Ankara'ya döndüm. Okula gidip durumu öğreneceğim sabah, tam ayakkabılarımı bağlarken kapı çaldı. Postacı, 'Mete Horozoğlu' dedi. Üç senedir yokum, şehirdeki ilk sabahımda postacı bana mektup getiriyor. İmza mimza, bir baktım 'Okulla ilişiğiniz kesilmiştir' yazıyor kâğıtta. Böyle kaldım tabii. Napalım napalım derken ablamın bir arkadaşı vasıtasıyla seslendirme yapmaya başladım. Oradan Devlet Tiyatrosu'nda figürasyon, sonra da üniversite. Planlasan olmaz. Seslendirme, figürasyon, sınava hazırlık, kazanma; hepsi 6 ay sürdü. 22 yaşında yeniden üniversiteli oldum.

Hepsi tesadüf mü bunların? Hiç kararlılık yok mu?

Yok. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda figürasyon yapmaya başladığımda '4. Murat' sahneleniyordu. Çok etkileyiciydi. 'Bu ne, nasıl yapılır bu iş?' diye sormaya başladım. Dediler, 'okulu var.' 'Nasıl hazırlanılır, ne yapılır?' diyor soruyorum 'Sireno da Berjerak' diyorlar; o ne, hiçbir fikrim yok. Hayatımda sadece bir oyun izlemişim. Okuduğum kitap yok doğru düzgün. Bir Jack London 'Beyaz Diş', bir de nereden geçtiyse elime Montaigne 'Denemeler'. Neyse girdim sınava, kazandım: Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Oyunculuk Bölümü.

İki kitapla üniversite, iyiymiş. Sonra?

Eskişehir'de saracak bir şey yok, oturup çalıştık. Bir de ne oldu biliyor musunuz? Siz buna da tesadüf dersiniz şimdi... Ankara'da ablamın evindeyim, Eskişehir'e gideceğim diye hazırlık yapıyorum. Kapı çaldı. Açtım. Bir abla, komşumuzmuş, tanımam etmem. 'Tiyatro bölümünü kazanmışsın' dedi. 'Evet' dedim. 'Ben Dil Tarih'teydim, yarım bıraktım. Sana kütüphanemi hediye etmek istiyorum.' dedi. Shakespeare ve Çehov külliyatları, hocalarda bile olmayan oyunlar, denemeler... Koca bir kütüphane. Bir başladım okumaya. Onu okuyunca bunu da okumak istiyorum. Delice bir şey. Hâlâ o karanlığa düşerim, okunacak o kadar çok şey var ki...

En çok kimi sevdiniz?

Sabahattin Ali. Ben tutkulu insanları severim. Onun 'Değirmen' öyküsünde bir Çingene var; böyle bir aşk, böyle bir memleket hikâyesi yok. Bir senaryolaşsa... Senaryolaşabilecek o kadar çok hikâyemiz var ki... Kendimize kendimizi anlatmamız lazım. Memleketin insanını, hayallerini, meselelerini anlatmalıyız sahnede. Batı kaynaklı oyunlar 'kötü' demiyorum ama Batı bir sürü şey yaşıyor, bizden farklı. 11 Eylül'den sonra Amerika'daki insanın korkusuyla benim memleketimdeki insanın korkusu aynı olabilir mi? Sen o korkudan beslenen bir oyunu burada oynadığında buradaki insan alıcı olur mu? Olmaz, olmuyor zaten.

İstanbul'a ne zaman geldiniz?

Üniversiteyi 2001'de bitirdim. 2 yıl asistanlık yaptıktan sonra 2003'te istifa edip İstanbul'a geldim.

Kadrolu muydunuz?

Tabii tabii. 657'li. İstifa edince annemle babam küstü bana. Delilik. 657 önemli bir şey. Ben diyorum 'Tiyatro amaçlarına ulaşamadı'; babam diyor 'Ne diyorsun sen?' Zaten konservatuarda okurken de babam hep sorardı: 'Ne iş yapacaksın sen şimdi?' 'E baba işte tiyatro, oyunculuk...' 'Tamam da ne iş yapacaksın, nasıl para kazanacaksın?' 'Ya baba, oyunculuk işte...'

İstifa için önemli bir şey lazım... O neydi?

İstanbul'da bir şey yoktu. Eskişehir'de ise çok güçlü bir şey vardı: Başarısızlık.

Nasıl?

Mezun olduktan sonra üniversite tiyatrosu yapmaya başladık: Tiyatro Anadolu. 2 sene canımızı dişimize taktık, oyunlar hazırladık, bir şekilde götürdük ama istediğimiz gibi olmadı, en azından benim istediğim gibi... Hayat öyle de giderdi ama bende şey var, bir iş yapıyorsam illa düzgün olacak. Yaparken kendimi iyi hissetmem gerekiyor. İşi düzgün yapmak en büyük ahlak. Şimdi böyle anlatıyorum da komik bir yandan. Her şey zaten planlanmış olmalı. Tesadüf değil tevafuk, her şey planlı ve birbirine bağlı. Neyse önce sınıf arkadaşım Tansu (Biçer) istifa etti, sonra ben. Tansu İstanbul'a gelip o zamanlar yeni kurulan Semaver Kumpanya'ya katıldı.


Siz ne yaptınız?

Ben de istifa edip Tansu'nun yanına geldim. Aynı eve. Ev demeyeyim ona, oda. Beşiktaş'ta iki oda, bir salon ev vardı ama bizim ancak bir odayı dolduracak kadar eşyamız... Bir odada duruyorduk böyle 4, 5 kişi. Tansu, Semaver'e gidip geliyordu, ben de gidip gelmeye başladım ama Semaver'de oynamam çok sonradır.

Niye öyle oldu?

Hayatla alakalı meseleler bunlar. Orada tiyatro yapmak için ciddi bir kararlılık gerekiyor. İki seçenek vardı önümde: Ya girip piyasada bir şeyler kazanacağım ya da Semaver'e vakfedeceğim kendimi. Aileden üç beş lira geliyorsa tamam diyorsun, ben bu standartlarda yaşarım. Ama o üç beş lira da yoksa... Bende öyle oldu. Hiç yoktu. Çalışıp kazanmak zorundaydım. 'Ben bir süre tiyatro yapamayacağım, para kazanmam lazım' dedim ve reklam görüşmelerine başladım. Her günüm Semaver ekibiyle geçiyordu, o ayrı.

Sihirli değnek neydi?

Bahçeşehir Üniversitesi İleri Oyunculuk yüksek lisans programı... Işıl Hoca (Kasapoğlu) söyledi bize, 'böyle bir program var, Haluk Bey (Bilginer) ders verecek' diye. Tansu'yla sınava girdik, kazandık. Programın ilk yılı diye ve Haluk Bey'in desteğiyle hepimiz bursluyduk. O sınıfta kim varsa harika işler yaptı. Hepimiz için çok faydalı oldu.

Mezun oldunuz mu?

Evet.

Teziniz neydi?

Anton Çehov'un 'Bir Evlenme Teklifi'.

Siz teklif ettiniz mi?

Ettim. Bu yaz evleneceğiz inşallah. Hayırlısı...

Yüksek lisansın sihirli değnek etkisi yapan olayı tam olarak neydi? Size ne yaptılar orada?

Çetin Sarıkartal bir şey denemek istedi ve çok kıymetli hocalar yardımıyla bunu üzerimizde denedi. Anahtar kelime 'olmak'tı galiba. Canlandırmak deriz biz, can veririz. Bizde, Anadolu'da olmak vardır. O adam olursun. Sen sinirlenmezsin artık, o adam sinirlenir. Sen o olursun. Biraz daha içsel ve uhrevi bir çalışma. Ama bir de Mete diye dolaşan biri var. Bu ikisini dengelemeyi başaran iyi oyuncu olur. Dengelenmesi gereken bir şey daha var: Ego. Günlük hayatta egoyu sıfıra indirirken, sahnede göklere çıkarmak gerekir. Bu dengeyi kurmak ömrümüzün sınavı zaten.

Hiç egonuzun altında kalıp ezildiniz mi?

İlk gençliğimde feveran ettiğim ve zararını gördüğüm oldu ama artık daha dengeliyim. Bu biraz da inançlı olmakla ilgili. Yalnız şunu itiraf etmeliyim: Yaptığım işin övülmesi benim için hâlâ çok önemli.

En çok övüldüğünüz iş?

Nefes. Mete Yüzbaşı'nın üzerine çıkabilecek miyim, bilmiyorum. Elde olmayan 21 aylık bir hazırlık sürecinin etkisiyle tabii. Çekip gitme isteği çok oldu. Bu da ego. Ama sabrettik, istişare ettik; emek vardı, hak vardı. Öfkemizi işi iyi yapmaya kanalize ettik, kendimize söz geçirdik.

Kendinize söz geçirebiliyor musunuz artık?

Dünyanın meselesi o değil mi? Hepimiz bir şey için geliyoruz. Yaptığımız işler, yaşadığımız hayatlar teferruat. Asıl olan ruhumuzu eğitmek. 'Nasıl daha iyi insan oluruz'un cevabını bulmak.



JÜLİDE KARAHAN

8 Ocak 2011 / Zaman Cumartesi

..........

LOKUM MU, AKİDE ŞEKERİ Mİ?

Topkapı Sarayı Müzesi'nin çiçeği burnunda müdürü Yusuf Benli, sarayla ilgili her konunun tek hukukî yetkilisi. Misafirlere alınacak ikramlıklar için İlber Ortaylı lokum istedi diyelim, Yusuf Benli akide şekeri... Alınacak şey belli: Akide şekeri.


Topkapı Sarayı'nı ilk ziyaretiniz?

14 yaşımdaydım galiba. Özel bir ziyaret sebebiyle Konya'dan İstanbul'a trenle gelmiştim. İlk uygun vakitte ağabeylerimle beraber doğru Topkapı Sarayı...

En çok etkilendiğiniz bölüm?

O zamanlar en çok Divanhane, Arz Odası ve Mukaddes Emanetler bölümleri ilgimi çekiyordu. Çok etkilenmiştim. Hazine'yi filan gözüm görmemişti.

Şimdi de öyle mi?

Yine en çok Divanhane büyüler beni. Ama şimdi bahçedeki ağaçtan kubbedeki aleme kadar her şeye dikkatle bakıyorum.

Ne gün göreve başladınız?

9 Ağustos'ta.

Sizden önce kim vardı?

Asaleten Filiz Çağman vardı. O 2005'te gitti. O zamandan beri vekâleten Ayşe Erdoğdu...

Davet ve toplantılarda 'Merhaba ben Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Yusuf Benli...' dediğinizde insanların ilk tepkisi ne oluyor?

Önce bir duruyor, şaşırıyor; sonra 'İlber Bey ne oldu?' diyorlar. Açıklıyoruz. Onun başkan vekili, bizimse müze müdürü olduğumuzu anlatıyoruz.

Tek yetkili siz misiniz?

Hukukî olarak evet. 2863 sayılı yasa ve Kültür Varlıkları Müzeler Genel Müdürlüğü İç Hizmetler Yönetmeliği çerçevesinde tüm yetki ve kararlar müze müdüründe.

İlber Bey ne yapıyor?

Misafirleri ağırlıyor.

Sizden önce biz sadece onu biliyorduk. Tek yetkili oydu...

Doğrudur. Artık öyle bir şey yok. Onlar geçmişte kaldı. Aslına bakarsanız başkanlık sistemi bünyemize uygun bir yapı değil. Belki dünyanın başka yerlerinde çok güzel işliyordur ama bize uymadı. Zaten tek uygulama Topkapı Sarayı Müzesi'nde. Kafanızın karışması normal.

Kalkacak mı bu sistem?

Bilemem, onu üst merciler bilir. Ama zaten tek uygulama Topkapı Sarayı Müzesi'nde.

İlber Bey gidebilir mi?

Zaman zaman yorulduğunu söylüyor ama onu kendisi bilir. Sormak da bize yakışmaz.

İlber Bey düzenli olarak gelip gidiyor mu?

Zaman zaman geliyor.

Fikir teatisinde bulunuyor musunuz?

Zaman zaman görüşüyoruz.

Aranız nasıl?

Benim aram kimseyle kötü değil.

Örneğin misafirler için ikramlık alınacak. İlber Bey lokum diyor, siz akide şekeri... Hangisi alınır?

Akide şekeri.

5 aydır buradasınız. Neler yaptınız?

Sarayın tamamını gezdim. Hem bir ziyaretçi gibi ellerimi cebime sokup avare avare... Hem bir idareci gibi dikkat kesilerek... Çarşamba sabahları Mecidiye Köşkü'nde tüm arkadaşlarımızla toplanıp problemleri ortaya döküyor ve ne yapabiliriz diye konuşuyoruz. 40-45 kişilik bir ekip bu. İçinde arşivciden kütüphaneciye, tarihçiden arkeoloğa herkes var. Ne konuşuyor, ne kararlar alıyor, ne yapıyorsak deftere yazıyoruz.

Eksikler neler?

5 aydır gördüğüm şu: Sarayın bir kalbi, bir de hafızası var. Kalp, atölyeler dediğimiz bölüm. Yani restorasyon ve konservasyon atölyeleri... Geçmişte sarayın tüm ihtiyaç ve işlerini ehl-i hiref yani ustalar zümresi yapıyormuş. Bugün modern anlamda bir üretim yok ama eldeki malzemeleri korumak için atölyeleri yenileyip modern hale getirmemiz gerekiyor. Projeleri bitti, önümüzdeki günlerde gerekli fizikî çalışmalara başlayacağız.

Sarayın hafızası?

Depolar. Arşiv, padişah elbiseleri, Avrupa porselenleri, Çin porselenleri, Hazine, Mukaddes Emanetler, yani her şey... Hafıza çok önemli. Bu eserler sarayın her şeyi. Depolar bizim çocuğumuz. Onlar çok mükemmel olsun ki sarayda rahat hareket edelim. Saray çevresinde depo olabilecek pek çok yer var. Onlar boşalacak, depolar oraya taşınacak. İleri bir gelecekte de sarayın tamamı teşhire açılacak. Kimi yerde mutfakçılar, kimi yerde kilerciler, kimi yerde bostancılar, kimi yerde hazineciler... Aklınıza gelecek her bir metrekare sosyal bir alanmış sarayda. Oralarda sergiler yapalım ki sarayın kendisi ve hayatı algılansın. Depolar dışarı taşınınca saray da, biz de rahat edeceğiz. Her şey tek tek elden geçecek. Sarayın hafızası tazelenecek. Dileğimiz, hem kalbi hem hafızası mükemmel bir saray.

Geldiğinizde kalp durmak, hafıza da körelmek üzere miydi?

Öyle demeyelim de...

Damarlar mı tıkanmıştı?

Öyle diyelim.

Meyveleri ne zaman yiyeceğiz?

Önce koruma sonra sergileme. Depo işi 2011 sonu itibarıyla tamamen bitecek. 2011'in bir diğer işi de sarayın altyapı tesisatının tamamen yenilenmesi. Tüm kablo ve prizler yeraltına alınacak. Birkaç yıl sonra da Fatih Sultan Mehmet'le ilgili bir bölüm açmayı düşünüyoruz. Sarayı yaptıran o, ama onunla ilgili özel bir bölüm hâlâ yok. Elimizde kılıçları, zırhı, şiirleri, kıyafeti ve portreleri de var üstelik. 2025'e dek yapılacak işleri projelendirip sıraya koyduk. Bakalım...

2025'te tek kelimeyle nasıl bir saray?

Dinamik bir saray.

Nasıl dinamik?

Osmanlı sarayını, hayatını, kültürünü adamakıllı anlatan; Osmanlı'yla ilgili her türlü bilgi ve belgeye sahip... Bekçisinin kıyafetinden içerideki en küçük objeye kadar her türlü ayrıntısı tek tek elden geçmiş... Her şeyi çağdaş teknikler ve sergileme biçimleriyle teşhire hazır hâle getirilmiş...

Çok geç. Biz kısa sürede sonuç almak, görmek isteriz...

Sosyal bir proje bu. Yeniden yapılanma, yeniden teşhir. Uzun vadeli bir şey yapmazsanız saray donup kalır. Hayalimiz 2025 itibarıyla bambaşka bir saray. Bir de ben devlet memuruyum, gösteri adamı değilim. Gösterişli sergilerden önce sarayın temel gereksinimlerinin karşılanması ve eserlerin gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarılmasıyla ilgilenirim. 'Kremlin Hazineleri' sergisine harcanan para bana verilseydi deponun tamamı yenilenmişti şimdi. Sergi geçti gitti işte.

Bu yaz değişiklik olacak mı sarayda?

Silahlar bölümünü açacağız inşallah. Bir de mutfaklar üzerinde çalışıyoruz. Niyetimiz, mutfağı mutfak gibi teşhir etmek. Ziyaretçiler sarayda yemeklerin nasıl piştiğini, orada hayatın nasıl geçtiğini görsünler istiyoruz.

Gerçeğindeki gibi mi?

Evet.

Mutfağın karşısında silahlar olmayacak yani?

Yok, olmayacak.

Darphane'de durum ne?

Darphane'nin bir kısmını Arkeoloji Müzesi kullanacak, bir kısmını biz kullanacağız. Arkeoloji Müzesi, depolarındaki sikkeleri sergileyebilir orada. Biz de hat koleksiyonumuzu...

Sarayda çocuklara yönelik bir şeyler olacak mı?

Çocuklarla ilgili bir projemiz, daha doğrusu bir eğitim programımız var. Saray, saray kültürü, Osmanlı kültürü, sarayda yaşam, şehzadenin yaşamı, çocuk gözüyle saray... Bu tür konuları içeren atölye çalışmaları yapmayı planlıyoruz. Bunun için Avrupa Birliği fonlarına başvurduk, sonucu bekliyoruz.


JÜLİDE KARAHAN

1 Ocak 2011 / Zaman Cumartesi

................

Sabahattin Ali / Değirmen

Sabahattin Ali'nin Değirmen'ini okuduktan sonra

Modern zamanın beğenmediği kabarık yeşil eteğimi 70'li yıllar valizinden çıkarıp giydim, çok uzayan saçlarımı her zamanki gibi kestirmeye karar verdim ve aynaya baktım: Aman Tanrı'm dünyamın en güzel kızıyım. Ve dünyama sadece 'Çingene'ler girebiliyor. Artık..


.......

9 Ocak 2011 Pazar

ÖYKÜNÜN BİR KISMI

Frida Kahlo ve Diego Rivera 40 yapıttan oluşan bir sergiyle - öykünün bir kısmıyla – 20 Mart’a dek Pera Müzesi’nde.



Yıl 1953, aylardan Nisan. Evin içinde kıyamet kopuyor. Frida avazı çıktığınca bağırmakta: “Gideceğim! Bu benim kendi ülkemdeki ilk kişisel sergim. Elbette gideceğim.” Diego karşı çıkıyor: “Mümkün değil, yataktan çıkamazsın. Doktorun kesin talimatı var.” Frida bronşit, Frida’nın bir bacağı kesilmiş, Frida’nın omurgası onlarca ameliyata rağmen bir türlü düzelmemiş. Frida kımıldayamaz halde…

Galeria de Arte Contemporaneo’da müthiş bir kalabalık. Diego uzun uzun anlatıyor: “Asit gibi yakıcı, çelik gibi sert, kelebek kanadı kadar yumuşak. Acı verici bir şeyler var onun resminde…” Bir ses: “Kapa çeneni tombul!”

Frida kapıda. Gelmiş. Doktoru dinleyip yataktan çıkmadan üstelik… Süslü yatağı ve kelebek, kuş, çiçek, aşk işlemeli yastığıyla birlikte. Örülü saçlarında gül ve kurdeleler, narin boynunda yeşim taşı kolyeler, kulaklarında zarif küpeler, yüzüklerle bezeli ellerinin uçlarında parlayan ojeler… Frida her zamanki gibi. Frida; içindeki tüm Frida’larla birlikte sıcaklık, hayat ve muhabbet eşliğinde ilk kişisel sergisinde…

Kardeşinin torunu Cristina Kahlo Alcalá şöyle anlatıyor onu: “…Her sabah kendini yeniden yapardı. Saçını süsleyecek kurdelelerin ve tırnaklarında parlayacak ojenin rengini, ellerini bezeyecek yüzükleri ve sayısız elbisesinden birini seçerken her gün yeni bir kişiyi canlandırırdı. Paletindeki renkler değişir ve giysi seçimiyle bile ifade ettiği ruh halini yansıtırdı…” Her koşulda özenli, bakımlı, coşkulu ve kendine âşıktı Frida. Öyle koşullar ki onlar…

‘DEVAM ETMELİ MİYİM?’

Giriş: 1907’nin 6 Temmuz’unda Magdalena Carmen Frieda Kahlo Calderon ismiyle bugün Meksiko’ya bağlı Coyoácan’da doğar Frida. 1922’de Meksiko’nun prestijli okullarından Escuela Nacional Preparatoria’da (Ulusal Hazırlık Okulu) eğitime başlar. Aykırıdır, bir sevgilisi vardır: Alejandro Gomez Arias. 1925’in 17 Eylül’ünde sevgilisiyle birlikte ağır bir otobüs kazası geçirir. Demir bir çubuk bedenini boydan boya deler geçer. Upuzun iyileşme döneminde resim yapmaya başlar. Önce bütün bedenini saran alçısına, sonra babasının aldığı küçük tuvallere…

Yeniden toprağa ayak bastığında resimlerini koltuğunun altına alır ve yıllar önce okulun toplantı salonunda duvar resmi yaparken gördüğü Diego Rivera’yı ziyarete gider. Tek bir soru vardır aklında: “Resim yapmaya devam etmeli miyim?” Cevap Diego’nun cüssesi kadar büyük bir ‘Evet’tir.

1928’in 21 Ağustos’unda evlendiklerinde Frida’nın anne ve babası, yeni evli çifti güvercinle file benzetir. Diego 20 yaş daha büyük olduğu ve herkes onu çirkin ve şişko bulduğu için değil, bitmez tükenmez bir güçle dev boyutlu duvarlara resimler yapabildiği için.

Başlarına buyruk bir hayat sürer, o anı yaşarlar. Bol şamatalı ve dizginsiz eğlenceler arasında düş gücüyle efsunlarlar dünyayı. Henüz pek az resim yapmıştır Frida ama inatla devam etmektedir yola. Tek bir hedefi vardır: Ressam olmak.

‘SAKAT DEĞİL KIRGINIM’

Yabancı ve sıkıcı bir Amerika tecrübesi, annesinin ölümü, doğmamış bebek yitimleri bir yana en çok kız kardeşi ile Diego’nun ilişkisi kırıyor Frida’yı. Bunu öğrendiğinde ‘Sakat değil, kırgınım’ diyor ve saçlarını dibinden kesip sanat çalışmalarını geçici bir süre için bırakıyor Frida. Bir sürü kısa ilişki, boşanma ve yeniden evlenme derken geçiyor zaman.

Geçerken de Frida’yı ünlü bir ressam yapıyor. 1 Kasım 1938’de ilk kişisel sergisi New York’taki Julien Levy Gallery’de açılan Frida’nın ‘Çerçeve’ isimli resmini Louvre Müzesi satın alıyor, katalogun önsözünü André Breton yazıyor. Genellikle kendini resmediyor Frida. Yaşamının büyük bölümünü yatakta başının üzerinde asılı duran ve ‘geceleriyle gündüzlerinin celladı’ olarak adlandırdığı aynaya bakarak geçirdiğinden olabilir bu. Ya da her koşulda ve her zaman asıl tutkusu kendisi olduğundan. Ya da ikisi birden…

‘UMARIM ÇIKIŞ NEŞELİDİR’

1944’te, kötüleşen sağlık durumu nedeniyle çelik korse giymeye ve günlük tutmaya başlıyor Frida. Bir gün ‘Ayaklarım… Uçmak için kanatlarım varken size ne ihtiyacım var!’ yazıyor günlüğüne, bir başka gün ‘İçimdeki Frida’nın hepsi kayboldu’… Sayısız belkemiği ameliyatına, sağ bacağının diz altından kesilmesine ve kıpırdayamamasına rağmen 1953 Nisan’ında ülkesindeki ilk kişisel sergisinin açılışına gidiyor Frida, öyle bağlı hayata. Bir yandan da günlüğüne şu cümleyi yazacak kadar yorgun: ‘Umarım çıkış neşelidir. Bir daha asla dönmemeyi umut ediyorum.’

Frida, 1954’ün 13 Temmuz’unda çıkıp gidiyor hayattan. Bir daha asla dönmeyecek şekilde. Ölümü uzun süre kabullenemeyen Diego, onun bir resmini yapıyor ve Frida’ya olan sevgisini insanın kalbine işleyecek şekilde gelecek kuşaklara aktarıyor. Yaşayan bir kalp şeklindeki resmin altında şöyle yazıyor: ‘Gözlerimin çocuğu, benim küçük Frida’m için, 13 Temmuz 1955, bir yıl önce bugün…’

JÜLİDE KARAHAN

İnfomag / Ocak 2011

.......