18 Aralık 2007 Salı

-Türkiye'de sanat çok politik -Başka türlü nasıl olabilir ki?

Santralistanbul'daki 'Transfer' ekibinin Türk güncel sanatına dair izlenimleri farklı. Alman sanatçılar, işlerin çok politik olduğu görüşünde birleşirken Türk sanatçıların cevabı 'Başka nasıl olacak ki? Kişisel hikâyelerimize gelene kadar bir sürü sorun var' diyor.

İki yaşında Alman bir kız çocuğu kırmızı puanlı şapkasıyla İstanbul'da bir otobüste oturuyor. Annesi diğer çocuklarıyla uğraşırken şapkayı göz ucuyla izlemekte. Bir süre sonra kızına kardeşleriyle birlikte inmesini söylerken fark ediyor ki şapkanın altındaki çocuk başka. Kendi kızını ancak aylar sonra bulabiliyor. Almanya'da kulaktan kulağa dolaşan bu hikâyeyi bize aktaran Alman sanatçı Tatjana Doll, "Var mı bunun ötesi?" diyor ve ekliyor: "Almanya'da hangi harften sonra hangisinin geleceği bellidir. Ama burası çok olasılıklı."

Doll, Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Kültür Sekreterliği'nin 1990'dan beri iki yılda bir başka bir ülkeyle düzenlediği 'Transfer: Uluslararası Sanat ve Sanatçı Değişim Programı' katılımcılarından biri. 2005 Aralık ayında uluslararası bir jürinin 14 kişiyi davet etmesiyle başlayan proje, Türk sanatçıların Almanya'nın Aachen, Bochum ve Münster kentlerini; Alman sanatçıların da İstanbul, Diyarbakır, İzmir Eskişehir ve Ankara'yı ziyaretleriyle devam etmiş. Bunca zaman ve mekân değişikliğinden bir sürü hikâye kalmış geriye. Türkiye'deki proje ortağı Santralistanbul'daki 'Transfer' isimli sergi, bu hikâyelerden izler taşıyor. Bu izlerin yetmediği yerlere de sanatçıların izlenimleri yetişti.

Heike Weber: Bir değişim programı çerçevesinde iki aylığına Türkiye'ye gelmekten korkuyordum ilk başta. Türkiye, geleneksel ile modern değerler arasında kalmış, AB üyeliği adaylığında ısrar eden, bir o kadar da İslam kültüründe ısrar eden yabancı bir ülke. Demokrasisi kırılgan. Ama geldikten sonra dönmek istemedim geriye. Sanat ortamına gelince, üretimler çok politik. Bize karşı şöyle suçlamalar oldu mesela: "Sanatçı mısınız? Sanat yapamayacak kadar tuzunuz kuru sizin." Sanat yapmak için acı çekilmeli diye genel bir kanı var sanırım.

Anja Jensen: Türk sanatçılar çok politik işler yapıyor. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından bizde de politik işler öne çıkmıştı. Ama sonraki kuşaklar daha global işlerle uğraştı. Türk güncel sanatında da böyle bir değişim olacaktır mutlaka.

Şener Özmen: Alman sanatçılar haklı. Türkiye'de işler daha politik. Ama başka türlü nasıl olacak ki. İki kültürü, iki kültürün sanatsal pratiklerini karşı karşıya koyduğunuzda uçurumu görüyorsunuz zaten. Türkiye'deki sanatçı özellikle 90 sonrası belirginleşen bir tavırla ironi, eleştiri ve provokasyon çıkışlı işler üretmeyi kendine görev bildi. Politik işler üretmek bir tavır, bir konumlanma burada. Sanat, fazladan bir nefes borusu açılması demek bizim için. Hakikaten nefes darlığı çekiyoruz ve yeni soluk borularına ihtiyacımız var.

Eva-Maria Kollischan: Türkiye, Almanya'dan göründüğünden çok daha farklı. Zengin ve yaşayan bir güncel sanat ortamı var. Politik ve medyaya yönelik işler öne çıkıyor ama tüm üretimi bu şekilde sınırlayamayız. Çok farklı işler de yapılıyor.

Ferhat Özgür: Almanya'da güncel sanatın her türlü eylemini kucaklayan, sahiplenen, gösteren ve tetikleyen verimli bir ortam var. Bu, sanatçılara cesaret veriyor. Her türlü eğilimin yeri var orada. Bizdeki güncel sanat ortamı çok zengin ve dinamik ama ne yazık ki bunları gösterebilecek olanaklardan yoksunuz. Türk güncel sanatının politik diye yerel bir etikete tabi tutulmasına karşıyım. Sanatçı, yaşadığı yerden beslenir. Coğrafya sorunluysa bu, işe de siner. Yeni kuşak daha politik olmaya başladı, bu yadsınamaz bir gerçek ama bu yönelim de bir ihtiyaçtan doğuyor aslında. Politik olmaktan yıllarca çekinildikten sonra normal bence.

Stephan Mörsch: Türk güncel sanatı sadece politik sorunlarla ilgilenmiyor aslında. Medyaya yansıyan, dolayısıyla bilinen işler öyle. Türkiye'de bir strateji bu. Politik işler yaparak ünlü olmak çok kolay burada. Yeterince küratör ve yer yok Türkiye'de. Eğer daha çok imkân olsa ve küratörler birbirleriyle didişmeyi bıraksa Türk güncel sanatı daha da gelişecek. Bence asıl problem bu.

Cengiz Tekin: Avrupa'da her şey o kadar rutin ki, hayatın kendisi değil de belgeseli sanki yaşanan. Sanatçılar da daha kişisel hikâyelerle uğraşıyorlar. Biz Türkiye'de kaostan besleniyoruz, biraz filozof gibi davranıyoruz. Toplumsal olaylara değiniyoruz, çünkü sorun var. Bir de sanatın bir şeyler değiştirebileceğine inanıyoruz; umutluyuz yani hâlâ.

Emre Baykal ve Başak Doğa Temur'un küratörlüğündeki Transfer isimli sergide Matthias Schamp, Burak Delier, Elif Çelebi, Aksel Zeydan Göz, Yasemin Özcan Kaya ve Max Sudhues ile birlikte 14 sanatçının çalışmaları yer alıyor. Sergi, Santralistanbul Galeri 1 ve 2'de 20 Ocak'a kadar görülebilir.

Jülide Karahan

18 Aralık 2007/Radikal

1 Aralık 2007 Cumartesi

'Biz hem mağdur hem gaddarız'

'Doğu'yu Tüketmek' sergisinin küratörü Prof. Edhem Eldem: 'Türkiye kendi içinde Doğulu saydığına hem oryantalizmin her türlüsünü yapıyor hem de oryantalizme karşı tavır alıp 'vay bize nasıl hakaret edersiniz' diyor.'

Bir roman kahramanı olan Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı hisseder içinde: 'Doğu da, Batı da benimdir', 'Peki, hepsinin, bütün bunların... Bu âlemin anlamı nedir?' İçindeki ses 'sır' gibi, 'sev' gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli bahanelerle Doğu ve Batı'yı tartışmaya devam eder. (Benim Adım Kırmızı)

Biz de Osmanlı Bankası Müzesi'ndeki 'Doğuyu Tüketmek' sergisinin küratörü Prof. Edhem Eldem'le bir kere daha tartıştık meseleyi.

Yıllardır soru aynı: Doğuluyuz. Ama Batılı olmak, yani modern olmak istiyoruz. Batı, Doğuya 'kötü'diyor. Biz kendimize ne diyeceğiz?

Bu durum aslında oryantalizmin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Batılılaşıyorsanız ya da Batılılaşmak iddiasındaysanız eninde sonunda onun bir sürü prensibini içselleştiriyor ve yeri geliyor kendi kendinize 'kötü' diyorsunuz. Ya Batı'ya göre ya Batı'ya karşı...

'Doğu'yu Tüketmek'te asıl amacınızın bu olmadığını ısrarla söyleseniz de, oryantalizmi tartışmak kaçınılmaz.

Tartışmayalım demiyorum. Derdim Edward Said'e saygı göstermek. Adam 1978'de yazmış zaten. Şimdi bunu temcit pilavı gibi yeniden keşfetmek ayıp oluyor. Edward Said'in çıkışı politikti.

Sizin yaklaşımınız, en azından bu sergide, nasıl?

Said'in derdi meselenin kökenini araştırmaktı. Ben meselenin aşağı doğru akışına, popüler kültür ürünlerine bakıyorum. Türkiye'deki objelerin çoğunu gittigidiyor.com'dan aldım mesela. Palmiyeli bir poster çizen adam, Cezayir'i tahakküm altına alacağını mı düşünüyor? Hayır. Zaten tahakküm altında ayrıca. Bunları suçlu ilan eder, 'vay pis oryantalist' derseniz eserin tadına varamazsınız. Kimse kusura bakmasın posterler çok güzel üstelik. Edward Said Batı'ya bir eleştiri getirdi.

Bu eleştiriler karşısında Doğu'nun tavrı nasıldı? Bu kez sömüren Doğu olmadı mı?

Said, tahakküm fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü damardan anlattı. 19. yüzyıl entelektüellerinin foyasını meydana çıkardı. Avrupa'ya, Batı'ya büyük bir şamar indirdi. Helali hoş olsun.

Ama şimdi Doğu bu şamarı öyle bir kullanıyor ki, Batı gık dese vay bana küfrettin diye yaygara koparıyor. Yani Doğu, Said'in gayet derin ve sofistike söylemini bir üçüncü dünyacı yaklaşıma indirgedi. Ben de tam buna sinir oluyorum.

Yani bize kızıyorsunuz...

Doğulu bizsek evet. Said, Batı'nın içinde Batı'nın eleştirisini yapmış ve son derece muvaffak olmuş. Doğulu ise armut piş ağzıma düş gibi bir tavırla vay işte Said gösterdi, Batı şeytanın ta kendisi demeye kalkıyor. Bunu çocukça buluyorum. Biz hem mağdur hem gaddarız. Türkiye kendi içinde Doğulu saydığına, ötekileştirdiğine oryantalizmin her türlüsünü yapıyor üstelik. Hem oryantalizme karşı tavır alıp, vay bize nasıl hakaret edersiniz, biz aslında Batılıyız deyip hem de işimize gelince Doğu'nun ta kendisiyiz.

Türkiye'de ipler tam olarak ne zaman koptu?

Modernleşme ile Batılılaşma bir tutulduğunda... Böyle bir durumda Batı sana Doğulusun, gerisin diyor. Ne yapacaksın? Onların yaptıklarını yapacak, eskiden sana ait olanı da defedeceksin. Cumhuriyet bunu sonuna kadar denedi. Arap geleneği diyerek Arabesk ve göbek dansını yasakladı. Kendi içindeki türbanlıyı ve Kürdü ötekileştirdi. Ama iş Ankara'da birkaç baloda tango ve vals yapmakla bitmedi. Bunun bir de tarihi boyutu var. 1923'te doğmak, öncenizin olmaması ya da Orta Asya'daki üç tane dikili taştan ibaret olması kolay değil. Kimlik krizi yaşanması kaçınılmazdı.

Oryantalizm, 1826'da 'Batılı insanların kökenlerini, dillerini, bilimlerini Doğu'ya borçlu olduklarını iddia edenlerin sistemi,' 1840'ta 'Doğu incelemeleri', 1846'da 'Doğulu olan her şeye düşkünlük.' Övgü dolu bir anlamla ortaya çıkan kelimenin manası nasıl bu kadar değişti?

Kırılma 60-70'lerde özellikle Edward Said ile. Said, bunlar oryantalizm adı altında bilim yaptıklarını iddia ediyor ama aslında, bir tahakküm sistemini geliştirdiler deyince kelimenin manası da altüst oluyor. Öyle bir durum ki Doğu'yla ilgilendiğiniz anda suçlu sayılıyorsunuz.

Türkiye'deki oryantalizm süreci nasıl gelişti?

Turizm zoruyla. Batılı turist cami, hamam ve fes gibi klişeleri görmek istedi. Biz 80'lere kadar buna izin vermedik. Mesela Kapalıçarşı'da satılması yasaktı. Turizm patlayınca hamamlar kuruldu, nargile geri geldi, üstelik Türk genci de keşfetti bunları. 1930'da 'dâhi' çocuklarımızla anılmak isterken şimdi 'satıyorsa' Doğulu olabiliyoruz.

Bu olanların geleneksel değerlerin keşfedilmesi anlamında iyi bir tarafı yok mu?

Osmanlı kültürü öyle korkunç eserlerle keşfedilmeye çalışılıyor ki. Donmuş kalmış bir formatı alıp ah ne güzel bunları tekrar yaşatalım, ne cevherler var demek ne kadar mantıklı? Onlara birer egzotik obje gibi yaklaşıyoruz ayrıca. Geliştirmek, yeni bir şey eklemek gibi bir derdimiz yok. Yine oryantalist bakış açısı yani.

Batılı teknikleri denedik ama olmadı, yaranamadık, özümüze dönelim gibi bir yaklaşım olabilir mi?

Onun da etkisi olabilir. Batı'nın koyduğu setler de var. Ağzınızla kuş tutsanız da Türk piyanistsiniz. Bir bezginlik oldu tabii. Tepkisel bir boyut var, bunu yadsıyamayız. Ama bütün hayatı tepkisel yaşayamazsınız ki. Ayrıca tepkisel olunca da güdülüyorsunuz. Komplekslerden arınmak, ne diyecekler baskısından kurtulmak lazım.

Olmadığımız bir şeyi göstermek, göstermediğimiz bir şeyi olmaktan vazgeçmek lazım. Değişen, iyiye giden hiç mi bir şey yok?

Mesela AKP değişti. İslami hassasiyetleri olan bir partiydi, Avrupa'yla ilişkilerini geliştirdi, yeni tipte bir modernite denedi. Bunlar belli bir cendereden çıktığımızın işareti olabilir. Diğeri çok sert bir kalıptı yalnız. Kemalist, laik, seküler... İşlemedi de. Olmak istediğinizi olamıyorsunuz, gerçekten olmak istemiyorsunuz falan. AKP Batı'nın reddinden geldi; en Batıcı, en modernci oldu. Bunun karşısında Kemalizm ya da Kemalizm'in son ürünleri belki kendilerini tekrar tanımlama ihtiyacı duyacak.

Bir yere gidiliyor olabilir ama bilmiyorum. Bir sıkıntı var Türkiye'de. Daha önce de vardı ama bu kadar hissedilmiyordu. Medya yoktu, devlet hemen hemen her şeye hâkimdi, Türkiye kapalı kutuydu. 80'lerden sonra Türkiye açıldı ve ortalık kaynamaya başladı. Ortalık kaynayınca kaos olur ama ilginç şeyler de çıkabilir. Bakalım, bekliyoruz.

'Doğu'yu Tüketmek' sergisi 2 Mart 2008'ye dek Osmanlı Bankası Müzesi'nde.

Jülide Karahan

1 Aralık 2007/Radikal