28 Haziran 2007 Perşembe

Eski şehre yeni tabela

İşe geç kalmıştı Elif. Aceleyle çıktı evden. Sokağa adımını atar atmaz fark etti adresinin değiştiğini. Bildi bileli 40 olan kapı numarası bir gecede 26 olmuştu.

Tabelaların değiştiğine dair söylentiler nicedir çalınıyordu kulağına, hatta bir iki köşe başında rastlamıştı da yeni uygulamaya. Ama kendi sokağında, kendi kapısında bambaşka bir nesneyle karşılaşmak şaşırtmıştı yine de onu. Değişikliği eşe, dosta ve evrak gönderecek resmi kurumlara anlatmak bir yana sıkça muhatap olduğu sucuya 40 mı, 26 mı diyecekti şimdi.

Eve dönüşte de bırakmadı bu sürprizler Elif'in peşini. Tasarım ve renk bir yana, başkalaşan kimi sokak adları sinmedi hiç içine. Bir insanın halet-i ruhiyesi nasıl etkileniyorsa kendi isminden, kent de, sokak da alıyordu bundan nasibini. Pürtelaş ve Sormagir Sokağı'nın isimlerini kim, hangi akla hizmetle değiştirmişti? Elif, isminin tanıdık, bildik, alışıldık manalarından hareketle alışmıştı semtinin neşeli sokak adlarına.

Beyoğlu'nda değişimin tartışmaları yaşanadursun oldukça uzak bir İstanbul ilçesi olan Pendik, coşkuyla karşıladı olanı biteni. Neredeyse 10 yıldır İstanbul'da yaşayan Ali, ne zaman adresini söylese şehrin dışında yaşadığı muamelesiyle karşılaşıyordu. O da bir sabah kalktı ki ne görsün, Beyoğlu'ndaki tabelaların aynısı kendi sokağında ve kendi kapısının üzerinde. Sevindi, daha bir ait hissetti kendini kente. Has İstanbullu olmuştu bir gecede. "Ben bu şehrin bir parçasıyım." dedi kendi kendine.

Bütün bu olumlu-olumsuz hislerin, mutlu-mutsuz tepkilerin sorumlusu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Bülent Erkmen ve Aykut Köksal'a iki yıl önce yaptığı bir teklifti: "İstanbul için tabela tasarlar mısınız?" İki yıllık emek, toplantı ve tartışmanın sonucunda hazırlanan tabelalar; ilçelerden mahallelere, sokaklardan kapı girişlerine yayılıyor şimdilerde. Dost meclislerindeki 'neler oluyor bu kentte?' sorusundan yola çıkan övgülü-yergili sohbetler sayesinde ev içlerine de girdiler hatta.

Tasarım suçsuz

Beyoğlu'ndaki Garanti Galeri, 'neler oluyor bu kentte?' sorusunun cevaplarını ayrıntılarıyla anlatan bir sergi açtı: 'İstanbul'u Tabeladan Okumak'. Sergiyi gezenler dost meclislerinde yapılan tartışmalarda bir adım öne geçeceğe benziyor. Sadece tasarım farkıyla yalnız; zira "Biz sadece tabelaları tasarladık. Uygulamayla ilgimiz yok. Antetli kâğıdı tasarlayan grafikçi gibiyiz yani. Matbaanın yaptığı hatalardan sorumlu değiliz." diyor serginin tasarımcılarından Aykut Köksal.

21 Temmuz'a kadar görülebilecek sergide tabelaların yazı karakterinden rengine, ebatlarından uygulamalı fotoğraflarına pek çok ayrıntılı bilgi yer alıyor. Sokaklarda hayat bulan tasarım, kente bütüncül bir algı getireceğe benziyor. Aykut Köksal'a göre çiçeği burnunda tabelalar, zamanla İstanbul'un kimlik figürü haline gelerek benimsenecek. Hatta Londra ve Paris'te olduğu gibi birer tasarım nesnesi gibi ticari dolaşıma girecek. Eski tabelaların İstanbulluluk hissi vermediğinden dem vuran Köksal, yenilerin kentle kurulan aidiyet ilişkisini güçlendireceği görüşünde.

Sergiyi gezerken bir sürü 'neden'li soru geliyor akla. Neden ana renk kırmızı mesela? Eski İstanbul otobüsleri ve tramvayla geçmişe dönük bir ilinti yakalanabilsin diye... Neden ilçe isimlerinin yazdığı şeritlerde sarı renk yok? Galatasaray düşmanları tabelaları sökmesin diye... Sizin de aklınızda bu ve buna benzer sorular varsa ve bir müddettir başınız yukarıda geziyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorsanız, 21 Temmuz'a kadar sergiye uğrayabilirsiniz. Adres bulma konusunda zorlanabilirsiniz ama. Çünkü Garanti Galeri, Beyoğlu'na bakan geniş camına alışılageldiği üzere sergiyi çağrıştıran herhangi bir tabela asmamış bu defa.

Şehrin geçmişi sokak adlarında gizli

Mahalle ve sokak adları ile onların yazılı olduğu tabelalar şehirlerin kimlik kayıtlarıdır adeta. Pürtelaş, Sormagir, Yeşiltulumba, Horhorçeşme, Çıksalın, Ördekkasap, Sankiyedim, Asmalımescit, Katibim, Fetva Yokuşu gibi isimler İstanbul'un asırların içinden süzülüp gelen folkorunu, yaşanmışlıklarını günümüze taşır. Örneğin Katibim Sokağı, ünlü Üsküdar türküsüne konu olan Katibim Aziz Efendi'nin eskiden orada olan evinden alır adını. Fetva Yokuşu, eskinin Şeyhülislamlık dairesine, şimdinin İstanbul Müftülüğü'ne çıkar. Sormagir ise rivayetlere göre zamanında burada bulunan bir tekke dolayısıyla bu ismi almış. İstanbul'un tabelaları değişirken bu görmüş geçirmiş isimlerden bazıları da değişti. Sormagir, Başkurt oldu sözgelimi. Bir de yazanlar anlamını bilmediği için 'doğrusu budur herhalde' diye tashih edilenler var; konsolos anlamındaki 'Şehbender' sokağının, ne idüğü belirsiz 'Şeyh Bender'e dönmesi gibi. Keşke atasözlerimiz arasında 'Bu kadar kusur kadı kızında da olur' sözü bulunmasa.

Jülide Karahan

28 Haziran 2007/Zaman

18 Haziran 2007 Pazartesi

Gezmediği sergi, dinlemediği konser kalmadı

Gözü hep saatte. Vakit ikindiye dönünce duramıyor yerinde. Kendini, durgun bir suya benzettiği evden dışarı atmak istiyor bir an önce. Takım elbisesini giyip, kravat ve fötr şapkasını takarak başlıyor mesaiye.

73 yaşındaki Erol Ertemsir'in işi, sanat etkinliklerinin takibi. Kar kış, yağmur çamur demeden düşüyor yola. Yılda 300 konser, 100 film, 50 tiyatro, 20 opera izleyip 1.000'e yakın sergi geziyor. Gece yarısına dek süren gezmelerinden eşi şikâyetçi olsa da, "Ne yapayım; iki gün üst üste konsere gitmesem kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum." diyor.

Ertemsir, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu bir banka emeklisi. Emekli olduğu 1994 yılından beri de sıkı bir sanat takipçisi. Onunla buluşmak, bir bankanın genel müdürüyle görüşmekten daha zor. Her telefonda küçük, bordo kaplı bir defter giriyor araya. "Yarın olmaz, Tiyatro Boyalı Kuş'un 'Çernobil'den Sesler' oyununa gideceğim. Sonraki gün İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın kapanış konseri var. Pazar mümkün değil, Aya İrini'de Suat Arıkan'ın 25. yıl gala konseri..." Konuşmalar böyle uzayıp giderken evin su tesisatında çıkan bir sorun yetişiyor imdada. Birilerinin ustanın başında durması gerekiyor ne de olsa. O kişi de evin tüm işlerine koşan 34 yıllık eşi Gönül Hanım olmayacak bu defa.

Bir haftanın sonunda Cihangir Susam Sokak'taki evinde buluşuyoruz Erol Bey'le. Merak ettiğimiz, 73 yaşındaki bir 'dede'nin nasıl olup da bunca sanat etkinliğini dur durak bilmeden izlediği... Bu, ilk ve son 'dede' hitabı, zira Erol Bey henüz torun sahibi olmadığı gibi, hiç de yaşlı hissetmiyor kendini. Sanat sevgisinin onun ağzından açıklamasına gelince: "Yaşam tarzım bu benim. Öğrenciliğimden beri böyleyim. Gerçi emeklilikten sonra daha çok vakit ayırır oldum ya... Ne bileyim, bir gün konsere gitmesem nefessiz kalıyorum işte."

Erol Bey'in klasik müzikle başlayarak dallanıp budaklanan sanat sevdasının diplerinde Freud'vari gizler yok. Klasik müzik tutkusu çocuklukta, taa ilkokul çağında başlamış; ama sanatın çok önemsendiği bir aristokrat evi değilmiş büyüdüğü. Babasının kemanı, annesinin udu arada sırada tıngırdasa da onun müzikle hemdemliği radyo sayesinde. Üniversite yıllarındaki sanat takibi, işe başlayıp eli para tutunca ilerleyerek bugünlere gelmiş. "Banka beni bir haftalığına İzmir'e ya da Ankara'ya gönderirdi. Gider gitmez o akşamki programımı yapardım önce. İş arkadaşlarım çok şaşırırdı." diyen Ertemsir, hangi ülkeye, hangi şehre giderse gitsin sanat etkinliklerini araştırıyor ilkin. Çoğu seyahatini de konser ve opera izlemek için yapıyor artık. Antalya Aspendos bir tarafa, Milano La Scala, Viyana Devlet, Prag Devlet Operası ve Amsterdam Kraliyet Orkestrası'nı görmek de nasip olmuş ona.

Günde 5 konsere gittiği oluyor

"Peki ya masraflar?" dediğimizde "Gülü seven dikenine katlanır." diye paylıyor bizi: "Sergiler ücretsiz, tiyatro ve sinema pahalı değil. AKM ve CRR'deki konserler de ucuz. Ayda 200 YTL yetiyor da artıyor bile." Bu yılki müzik festivalinde kendine 20, eşine de 6 bilet alarak yaklaşık bin YTL harcamış Erol Bey; ama İKSV Lale üyesi olduğundan epey ucuza getirmiş sayıyor o kendini.

Bir eve ilk misafir olunduğunda eski fotoğraflara bakmak âdettendir. Geleneği bozmadık. Düğün, nişan ve hatta sünnet fotoğrafları beklerken, gelmiş geçmiş pek çok opera sanatçısı, piyanist ve orkestra şefinin imzalı fotoğraflarıyla karşılaşıp şaşırdık. Arturo Toscanini'den Giovanni Martinelli'ye, Herbert Von Karajan'dan Leyla Gencer'e iki koca albüm dolusu imzalı fotoğraf, her biri 'Erol Ertemsir' adına üstelik.

Tatillerini sanat bakımından ölü sayılan ağustos ayına denk getirmeye çalışan Ertemsir'in her yıl 15-20 gün süren molalarını saymazsak konsersiz günü yok. Kimi zaman günde 5 konsere gittiği bile oluyor. Sabah 11.00, öğleden sonra 14.00, akşamüzeri 17.00 ve 19.00, akşam 21.00... Böyle zamanlarda bir konserden çıkıp diğerine koşuyor; aç, susuz. Gerçi bedeni alışkın bu duruma. Kahvaltıdan sonraki tek öğünü, gece yarısı eve döndüğünde plak ve CD'leri eşliğinde yediği akşam yemeği. Eşiyle de konserde, Devlet Senfoni Orkestrası konserinde tanışmış. "Hanım da meraklıdır; ama bana ayak uyduramıyor. Evin sorumlulukları var tabii." diyen Ertemsir, şikâyetleri şikâyet etmekten de durmuyor geri: "Eşim bir yandan, kızım bir yandan her gün söyleniyor. Yok evi otel olarak kullanıyormuşum da, yok evin her tarafı katalog olmuş da..." 'Hanım kaprisleri'ni ve yüksek tansiyonu saymazsak Erol Bey'in tek derdi AKM'nin geleceği. Çok daha güzeli elbette tercihi; ama yeni bir bina yapılmasının 8-10 sene sürmesinden korkuyor ve yetkililere sesleniyor: "İstanbul bu kadar sene operasız mı kalacak? Ne yapacağız biz?"

Jülide Karahan

18 Haziran 2007/Zaman

17 Haziran 2007 Pazar

Şükrümüzün gondol sefası

Sanatçı Hüseyin Alptekin’in ‘Don’t Complain/Şikâyet Etme’ isimli yerleştirmesi Venedik’e demirleyeli bir hafta oldu. ‘Şikâyet etme’ adlı çalışma ‘şükret’ gizli yüklemini içeriyor felsefî olarak. Gerisini Alptekin’in ağzından dinlemeli.

Ayrılıklar ve birleşmeler şehri Venedik. 170 kanalla birbirinden ayrılıp, 400 köprüyle yeniden birleşiyor. Tüm yollar en sonunda San Marco’ya çıksa da yer arayıp iz sürmek hiç kolay değil. Harita ve içgüdülerin fayda etmemesi bir tarafa, adres sorma tamamen umutsuz bir vaka. Zira turistlerden bunalmış Venedik halkı hiç sıcak davranmıyor bu konuda insana. Küçücük bir kararsızlıkla geçilen yanlış bir köprü ve kaçınılmaz son: Kayboldunuz.

Geçen hafta başlayan 52. Uluslararası Venedik Bienali’ndeki Türkiye Pavyonu kararsızlıkların, tesadüflerin ve feragatlerin çok uzağında bu defa. Bienalin ana mekânlarından Arsenale’de çünkü. Tüm yolların San Marco’ya çıkması gibi gürültüsüz, patırtısız ve üstelik haritasız, karşınızda.

“Kaderin bir oyunu bu…” diyor Türkiye’yi temsil eden sanatçı Hüseyin Alptekin. İki yıl önce San Marco atlarının kopyalarını Türkiye’de sergilemek isteyen sanatçı, aylarca uğraşıp muradına ermişti. Geçmişte İstanbul’dan kaçırılarak Venedik’e götürülen bu atlar, 9. İstanbul Bienali süresince Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nde kaldı. Buraya kadar tevafuki bir durum yok. Şimdi geliyor… Birincisi, pek çok badire atlatan bu dört at heykeli iki dünya savaşı sırasında ve arasında 50 yıl kadar Türkiye Pavyonu’nun yerleştiği Arsenale’de saklanmış. İkincisi, Türkiye Pavyonu’nun küratörü Vasıf Kortun, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nin yöneticisi. Bu iki tesadüf bir tevafuk etse gerek… “Atların kopyalarını geçici bir süre de olsa evlerine, İstanbul’a getirdim ya, bunun mükâfatıdır belki tüm bu olanlar.” diyen Alptekin, zamanında ettiği tüm şikâyetleri de geri alıyor. Şikâyetlerini geri almakla kalmayarak çalışmasının ismi bahanesiyle herkese sesleniyor üstelik: “Don’t Complain /Şikâyet Etme”.

Fiziksel biçimine ışıklı bir pano vasıtasıyla kavuşan başlığın duygusal biçimine gelirsek… Şimdi hazırlıklı olmak lazım, zira felsefe öğrenimi görmüş sanatçı, türlü felsefi söylemlere başlayabilir. Ama çekingenliği sezmiş olacak ki, “Elde ne varsa onunla iş görmek, durum ne olursa olsun, şikâyet etmeden üretmek.” demekle yetiniyor. Yalnız herkeslerden önce, özellikle iki kişiye adıyor bu lafı. Küratörü Vasıf Kortun ve eşi Camila’ya.

‘Komşu sergiden adaptör çaldık’

Gönüllü bir sürgün hayatı süren Alptekin, farklılıklardan ve meşhur ‘öteki’ söyleminden uzun zaman önce bıkmış ve aynılıkların peşine düşmüş. Oysa bizim yeni, farklı ve önemli bilgilere ihtiyacımız var. Ahşap kulübelerin mekâna nasıl yerleştiğinden, yaşanan aksaklıklardan bahsedilebilir mesela, eğer atların iltiması devam etmiyorsa…

Evet, asıl hikâye burda. Beyaz beyaz odaları aşıp Türkiye Pavyonu’na geldiklerinde içinde Don’t Complain harflerinin bulunduğu sandık karşılamış onları. Ekip, ışıklı panonun çalışıp çalışmadığını kontrol edebilmek için sabırsızlanadursun elektrikçilerin priz adaptörü getirmesi geciktikçe gecikmiş. Bir saat, iki saat, üç saat… Nafile bir bekleyiş. İlk itiraf: “En sonunda komşu sergiden adaptör çaldık.” Harflerden birindeki problemle yüzleşmişlerse de yılmamışlar. Hırsızlık yapmanın cezası olarak değerlendirmişler bunu. Her şey bittikten sonra sallana sallana gelmiş elektrikçiler. Ekip onlarla ilgilenmemiş bile, çünkü daha büyük bir sorun çıkmış o sırada: Venedik’te fırtına. Biri geç kalır öteki erken gelir ya hep, kulübelerin yapımında kullanılacak 30 ton ahşap kapıya dayanmış. Yukarıya astıkları yazıya (Şikâyet etme) bakarak yutkunmuşlar. Naylonlar, kum torbaları falan. Tam bir Thomas Mann/Venedik’te Ölüm hadisesi.

Jülide Karahan

17 Haziran 2007/Zaman Pazar

14 Haziran 2007 Perşembe

Venedik'in altı su, üstü sanat

Sıcaktan, rutubetten ve turistlerden bunalan Venedik'te güvercinlerle sanatseverler mutlu sadece. Güvercinlerin mutluluğu her mevsim, sanatseverlerinki ise 21 Kasım'a, yani 52. Uluslararası Venedik Bienali bitene kadar...

Atların havada asılı kaldığı, güvercinlerinse uçmak yerine yürümeyi tercih ettiği bir yer Venedik. Rengârenk sokaklarıyla dev bir sergi salonunu andıran şehrin üzerine 21 Kasım'a kadar bienalin gölgesi düştü. Bu gölge altında soluklanıp, 52. Uluslararası Venedik Bienali'nin öyküsünü dinledik. "Duygularınla düşün, aklınla hisset/Şimdiki zamanda sanat" koymuş küratör Robert Storr bu öykünün başlığını. "Şimdiki zamanda sanat; çünkü sadece şu anda yaşıyoruz ve şu anda ürettiklerimizle varız." diyen Storr, sanatın çatışmalara sihirli bir çözüm getireceği vaadinde bulunmuyor hiç. Farklı birikimlerle oluşturulan her eserin kendi sesi, görüntüsü, kokusu, dokusu ve tadı var. İnsan elinden çıktıklarını unutmuyor; insanı ezmeye, korkutmaya, yabancılaştırmaya çalışmıyorlar. "Bu saçma sapan şeyler de sanat mı!" hayıflanmasına çok uzaklar.

Bienalin ana mekânları Arsenale ve Giardini'de 77 ülkeden 100'ün üzerinde sanatçı var; ama aslında şehrin dört bir yanı sanat eserleriyle kaplı. Hepsini keşfetmek 'imkansız'. Hele sıcak ve nemli sokaklar ile adres tarif etmekten bunalmış Venedikliler düşünüldüğünde... Gerçi kimileri için 'imkansız', 'sadece biraz zor' anlamına gelebiliyor.

Hayatın karmaşasına kapılarak duyarsızlaşmış kimseler, unuttukları pek çok hisse küratörün de salık verdiği üzere anlık da olsa kavuşabiliyor Arsenale'deki sergide. Tomer Ganihar'ın yaralı oyuncak bebekleri karşısında, gerçek insanlara karşı kalkan olarak kullandığımız duyarsızlık işlemiyor mesela. Yaralıların oyuncak bebek olması, insanı çocukluğuna götürüyor olsa gerek... Kimi çalışmalara anlaşılmadık şekilde bağlanmak işten bile değil. Yang Fudong'un siyah-beyaz görüntülerden ibaret videosunun başında dönüp durmanın açıklaması bu olmalı.

Perdeleri aralayıp başka bir odaya her geçişinizde bambaşka bir his, ses, doku ve koku bekliyor sizi. Böyle perdelerden birinin ardındaki karanlık bir odadaki ilk his keskin ahşap kokusuna dair. Garanti Bankası sponsorluğundaki Türkiye Pavyonu burası. Hüseyin Alptekin'in 'Şikâyet Etme' isimli çalışmasındaki kulübelerin içlerinde olup bitenler koku ve görüntü kadar ilgilendirmiyor izleyicileri. Vasıf Kortun küratörlüğündeki Türkiye Pavyonu'ndan hemen sonra göz kamaştıran bir aydınlık içindeki Afrika Pavyonu geliyor.

Bienalde hırsız var!

Arsenale'nin doğusundaki eski tersane ve depolarda Türkiye, Afrika, Çin ve Hindistan için yeni sergi alanları oluşturulmaya çalışılıyor. Hindistan diplomatik nedenlerle katılamamış olsa da, Çin ikinci kez aynı mekânda. Çin Pavyonu'nun küratörü, 10. İstanbul Bienali'nde karşılaşacağımız Hou Hanru. Çalışmaları, beyaz duvarlara çeyiz gibi sermeyi sevmeyen Hanru, yağ tanklarını bile kaldırmamış mekândan. Tüm tavanı renkli kumaşlara sarılı mızraklarla kaplayan küratör, tankların aralarına LCD ekranlar serpiştirip kiraz ağaçlı bahçeyi de sergiye dahil etmiş.

Giardini'ye giden yollar pek çok yapıtın ev sahibi. Dar sokaktaki çamaşır asılı iplerin birer eser olduğunu ertesi gün de onları yerlerinde görünce anlayabiliyorsunuz ancak. İzmir fuarını hatırlatan bahçede irili ufaklı pek çok ülke pavyonu var. Kırmızı ön cephesiyle Fransa en romantik olanı. Çalışmanın hikâyesi şöyle: Sanatçı Sophie Calle, bir adamın bir kadına duyduğu hisleri anlattığı tek sayfalık bir e-mail alır. Kadını seven; ama terk eden adamın mektubu 'kendine dikkat et' cümlesiyle biter. 107 kadından bu maili anlamalarını, yorumlamalarını ve cevaplamalarını isteyen Calle, mektubu okuyan kadınları fotoğraflar ve videoya alır. Tüm yorumları da sergiye dâhil eder. Bunca kadının parkta, merdivende, müzede, ütü yaparken, mutfakta patates soyarken aynı mektubu okuyup bir adamı anlamaya çalışması oldukça içli.

Önünde metrelerce kuyruk olan tek pavyon Almanya'nınki. Kuyruğun sebebi Isa Genzken'in yerleştirmeleri değil yalnız. Sergi, tek bir seferde sadece 25 kişi tarafından gezilebiliyor. Kapıdaki görevlinin dediğine göre bienalin açıldığı gün işlerin birinin bir parçası çalınmış ve böyle bir önlem alınması zorunlu olmuş.

Jülide Karahan

14 Haziran 2007/Zaman