30 Mayıs 2012 Çarşamba

'İstanbul benim için bir üsse dönüşüyor'

 
Marcus Miller'ın 19. İstanbul Caz Festivali siparişi doğrultusunda oluşturmaya çalıştığı "The Istanbul Project", 5 Tem-muz'da İstanbul'da dünya prömiyerini yapacak. "İlk kez bir şehirle ilgili proje yapıyorum. İstanbul benim için bir üsse dönüşüyor. Burada doğru duyguyu yakalayacağıma eminim. " diyen Miller'a göre her şey çok güzel olacak.

Caz dünyasının önemli ismi Marcus Miller önceki gün müzisyen Okay Temiz, İmer Demirer ve Bilal Karaman ile bir araya geldi. 5 Temmuz Perşembe akşamı Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde gerçekleşecek 'The Istanbul Project' başlıklı konserin detaylarını konuşmak için... Okay Temiz, üç beş saat süren toplantıyı şöyle özetledi: "Dünya çapında bir müzisyen gelip Türkiye'yi tanımaya çalışıyor. Marcus bizi kendi seçmiş; internetten bulup dinleyerek... İmer, trompette harikadır, vereceği sesler hadiseyi çok değiştirir. Bilal, gitarla aklınıza gelen her şeyi çalabilir. Şimdi biz hepimiz birleşeceğiz. Daha doğrusu Marcus bizim parçalarımızı birleştirecek, üç gün prova yapacağız ve sizlere konser vereceğiz. Bu çok değerli bir hadise..."

"Keyif, projenin anahtar sözcüğü..." diyen Marcus Miller ise her şeyin nasıl geliştiğini en başından itibaren anlattı: "Son 5 yıldır farklı projelere imza atmaya çalışıyorum. Müziğimle nasıl farklı bir şey yapabilirim diye kolluyorum. Aslında dünyada yeni bir sayfa açılıyor. Önümüzde yeni bir şeyler var. Ekonomik krizler neyin önemli olduğunu hepimize bir kez daha sorgulattı. İnsanlar hayatlarını yeniden gözden geçirmek durumunda kaldı. Ben de yaptım bunu ve benim için neyin önemli olduğuna karar verdim. En önemlisi müziğin ruhani gücünü gösterebilmek."

İlk kez bir şehirle ilgili proje gerçekleştiren Miller, müziğin ruhani gücünü gösterebilmek için neden İstanbul'u seçtiğini ise bir iki örnekle açıkladı: "İstanbul doğru duyguyu yakalayacağım tek şehir. Bunu nereden biliyorum... Bir kere İstanbul'a ilk geldiğimde konserimi verdim, bir mekâna eğlenmeye gittim, hiç kimseyi tanımıyordum ve oradan sabah çıktım, doğru havaalanına... Sonra İstanbul havaalanında en sevdiğim restoran diye bir şey oluştu zamanla. Hatta garsonları bile tanıyorum. İstanbul benim için bir üsse dönüşüyor. Yani burayı seviyorum."

Müzisyenlerin nasıl seçildiğine gelince; Miller'a çok uzun bir Türk müzisyenleri listesi sunulmuş önce. Ona göre hepsi muazzam. Ama bazılarında ayrı bir derinlik ve kendi hikâyesini onlarla kaynaştırma isteği... Örneğin Okay Temiz'i uzun süre bilgisayarında dinledikten sonra önceki gün onunla karşılaştığında çok heyecanlanmış ve bağlantıyı hemen hissetmiş Miller: "En önemlisi birbirimizi hissedebilmek. Okay benim en sevdiğim sanatçı adamlardan biri şimdi. Halbuki tanışalı daha kaç saat oluyor. Dilini, 'Merhaba' diyecek kadar bile bilmiyorum. Ama işte, müzisyenler en iyi enstrümanlarıyla iletişim kuruyor."

Sürecin nasıl işleyeceğine gelince; Miller herkese "Arkadaşlar, her biriniz sizi temsil ettiğini düşündüğünüz birkaç şarkıyı bana gönderin. Ben de size göndereyim. Aramızda bir e-mail trafiği başlatalım." demiş. Şimdi besteler karışacak, harmanlanacak ve... Hiç kimse ne olacağını bilmiyor aslında. Sürpriz. Sadece "Çok güzel bir şey çıkacağına eminim." diyor Miller. Temiz de onu destekliyor: "Müzikte konuşacak çok şey yok. Konuşmayacağız, show yapmayacağız. Hislerimizi sahneye çıkaracağız."

Marcus Miller'ın müzik direktörlüğünü üstlendiği 'The Istanbul Project'te ona; klarnet virtüözü Hüsnü Şenlendirici, vurmalı çalgılar ustası Burhan Öcal, vurmalı çalgılar ustası Okay Temiz, trompet sanatçısı İmer Demirer ve gitar virtüözü Bilal Karaman eşlik ediyor. Ekibin diğer üyeleri ise genç müzisyenler Louis Cato (davul), Alex Han (saksafon) ve Federico Gonzalez Peña (tuşlu çalgılar). İKSV'nin kuruluşunun 40. yılı için Marcus Miller'a sipariş edilen 'The Istanbul Project'in detayları önceki gün The Marmara Taksim'de gerçekleşen basın toplantısında açıklandı. Toplantıya müzisyenlerin yanı sıra İstanbul Caz Festivali Direktörü Pelin Opcin de katıldı.
JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 30 MAYIS 2012 

..

28 Mayıs 2012 Pazartesi

İlyas Bey Külliyesi hayata karışıyor

 
Batı Anadolu'nun nadide eserlerinden İlyas Bey Külliyesi'nin restorasyonu tamamlandı. Yıllar sonra tekrar ziyarete açılan külliyenin hayata karışması, civar köyler tarafından geçmişte olduğu gibi bayram namazları için kullanılması ve müze statüsü kazanması bekleniyor.
 
Aydın'ın Didim ilçesine bağlı birinci dereceden arkeolojik sit alanı Milet'te bulunan İlyas Bey Külliyesi, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın katıldığı törenle cuma günü ziyarete açıldı. Törende, yapının restorasyonunu üstlenen Söktaş adına Leyla Kayhan Elbirlik konuştu: "İlyas Bey Külliyesi aynı zamanda yaşayan bir tarihi eser. Yöre halkı uzun yıllar bayram namazlarını burada kılmış. Bu geleneğin devam etmesi birinci önceliğimiz."

Bir kültürel varlığın ancak çevresiyle ilişki içindeyken canlı kalacağına inandıklarını söyleyen Elbirlik, külliyenin müze statüsü kazanmasının bu geleneği engellemeyeceğini özellikle vurguladı: "Külliye müze statüsü kazandığında haziresinden çıkan, Milet'teki Türk döneminin çeşitli dönemlerine ışık tutan 15. yüzyıla ait mezar taşları orijinal yerlerinde sergilenebilecek. Hazirede oluşturulacak açık hava sergisi; külliyenin kültürel ve turistik değerinin artmasına katkıda bulunacak. İçerisi ise halkın rahatça kullanabileceği şekilde açık kalacak."

1955 DEPREMİNDE TERK EDİLMİŞ

Menteşeoğulları'nın son hükümdarı İlyas Bey tarafından 1404'te yaptırılan İlyas Bey Külliyesi; cami, medrese, imaret, çifte hamam ve çarşı gibi birimlerden oluşuyor. 1890'larda Büyük Menderes havzasında meydana gelen deprem sonucunda tahrip olan külliyenin ilk onarımı 1900'lerin başında Kayhan ailesinin büyük dedesi, Söke eşrafından Hacı Halil Paşa tarafından yapılmış. Hacı Halil Paşa, bu hizmetinden dolayı II. Abdülhamid tarafından nişanla ödüllendirilmiş. Ayrıca Almanların yürüttüğü Miletos kazı çalışmalarına yaptığı katkıdan dolayı Kaiser II. Wilhelm, Halil Paşa'yı 1902'de Aigle Rouge madalyasına layık görmüş. Bu onarımın ardından uzun yıllar civar köylülerin bayram ve cuma namazları için kullandığı külliye, 1955 depreminden sonra tümüyle terk edilmiş.

6 yıl önce Söktaş'ın sosyal sorumluluk ve aile geleneği olarak başlattığı onarım çalışmaları yine ödülle karşılandı. Mimar Cengiz Kabaoğlu'nun başkanlığında tamamlanan İlyas Bey Külliyesi restorasyon projesi, Avrupa'nın kültürel mirasını korumayı misyon edinen Europa Nostra'dan ödül aldı. Avrupa'nın alanındaki Oscar'ı sayılan Europa Nostra'ya bu yıl 31 ülkeden 226 proje katıldı; 28 proje ödül almaya hak kazandı. 2012'de "koruma ve kültürel mirasın değerlendirilmesi" kategorisinde Türkiye'den ödül alan tek proje ise İlyas Bey Külliyesi oldu. Ödüle layık görülen projelerden "büyük ödül" alacak 6 tanesi, 1 Haziran'da Lizbon'da düzenlenecek törende açıklanacak.

Söktaş, restorasyon projesiyle paralel olarak bir kitap da hazırladı. Kitap, Prof. Dr. M. Baha Tanman ve Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü doktora öğrencisi Leyla Kayhan Elbirlik'in editörlüğünde, Türkçe ve İngilizce olarak iki dilli yapıldı. Anadolu Beylikleri dönemine ilişkin akademik araştırmalar için kapsamlı bir kaynak olan Balat İlyas Bey Külliyesi isimli kitap, yurtdışı ve yurtiçindeki belli başlı kütüphane ve üniversitelerle kitabevlerine gönderildi.

***

Külliyede minare krizi
 
Restorasyonu biten külliyede özellikle yarım bırakılan bir bölüm var: Minare. Minareyi yarım bırakmalarının sebebini Mimar Cengiz Kabaoğlu açıkladı: "Restorasyona başladığımızda minare yoktu. 1955 depreminde yıkılmıştı. Eski fotoğraflarda görünüyor ama onlar da siyah beyaz ve net değil. Biz gördüğünüz, yani emin olduğumuz kadarını yapmaya karar verdik. Tam bilgiye ulaşmadan yapmamak, bir restorasyon ilkesidir. Eski eser, tarih hakkında bilgi verir. Eksik kalan yerleri tamamlamaya kalkarsanız bilgiyi değiştirmiş olursunuz. Eseri görsel bir güzellik olarak düşünür, yeniden yaparsanız tiyatro dekoru olur. Değeri kalmaz."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 28 MAYIS 2012

..

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Mesele, yazmayanı oynamak

 
Bugün Türk tiyatrosu için tarihi bir gün. Kemal Aydoğan'ın sahneye koyduğu, Haluk Bilginer'in Antonius ve Zerrin Tekindor'un Kleopatra rolünü üstlendiği 'Antonius ile Kleopatra' bugün 14.30'da, yarın ise 13.30 ve 18.30'da 2012 Dünya Shakespeare Festivali kapsamında Shakespeare's Globe Theater'da seyirci karşısına çıkıyor.
 
Türkiye'de en son 1947'de sahnelenen 'Antonius ile Kleopatra'nın Shakespeare's Globe Theatre'daki yorumu İstanbul'dakinden biraz farklı. Dekor ve ışık kullanılmadan sahnelenecek oyun için "Tiyatro açık havada. Işık yok, dekor yok. Zaten gündüz oynuyoruz. Göreceğiz bakalım, kim oyuncu kim değil." diyor ve ekliyor Haluk Bilginer: "Büyük bir meydan okuma bu; oyuncu adına. Çünkü oyunculuk sadece Shakespeare'in veya herhangi birinin yazdığı sözleri ezberleyip oynamak değil. Mesele orada yazmayanı oynamak. Yazanı oynamak kolay. Zaten yazıyor: Seni seviyorum. Ama bunu nasıl diyeceksin? Hakikaten seviyor musun, mahsus mu söylüyorsun, seviyormuş gibi mi yapıyorsun? Bin tane sebebi var. O sebebi bulup söylemek, yazılmayanı oynamak... İşte oyunculuk... Bu da ancak hayatı ve kendini anlamaya çalışmakla mümkün. Ben masumiyetimi ne zaman kaybettim, niye kaybettim, niye 9 yaşındaki ben değilim artık... Tüm bunları merak etmekle mümkün."

"İnsanı anlamanın tek yolu insanın kendine samimi olması. Kendinize dürüstseniz hata yapma ihtimaliniz yok. Her türlü sorunun cevabını yastığa başınızı koyduğunuzda yalnızken vermelisiniz. Eğer samimiyseniz soruların yanıtlarını bulmak çok kolay." diyen Bilginer'e göre hayat hepimiz maske taktığımız için zor: "Koca maskesi, karı maskesi, evlât maskesi, baba maskesi, öğretmen maskesi..."

Oyun Atölyesi yapımı 'Antonius ile Kleopatra'nın temelinde maskelenmeyen bir aşk var: büyük ve sonsuz... Kleopatra'nın "Pekala... Madem gerçekten âşıksın, o zaman, ne kadar? Ya ölçmeye kalkarsam..." minvalindeki meydan okuması karşısında Antonius'un "O zaman kendine başka bir dünya bulacaksın." cevabıyla özetlenen... Dünyada senin sorduğun sorunun cevabı yok demek istiyor Antonius ve sonunda kendilerine başka bir dünya buluyorlar. Ama o dünyayı bulana kadar Kleopatra her fırsatta Antonius'un aşkını ölçüyor: "Hadi bakalım şimdi ne yapacaksın? Kaçıyorum. Peşimden mi geleceksin, orada mı kalacaksın?"

Antonius peşinden gidiyor, her defasında. "Antonius gider. Siz gitmez misiniz? Âşık olmadınız mı hiç? Gitmediniz mi? Aşk için gidilir. Başka ne için gideceksiniz ki! Gidilecek başka bir sebep mi var? Her şeyi bir kenara bırakıp sizi peşinden koşturabilecek tek şeydir aşk." diyor ve ekliyor Bilginer: "Aşk nasıl bir şeydir? Günümüzde hâlâ var mıdır? Yaşanıyorsa nasıl yaşanıyordur? 21. yüzyıl aşkı neye benzer? İşte bütün bunları düşünmemize ve kendi kendimize tartışmamıza yol açıyor bu oyun."

***

Aborjin dilindeki tek Shakespeare oyunu Kral Lear olunca... 

2012 Dünya Shakespeare Festivali kapsamında Shakespeare's Globe Theater'da 37 ülkeden 37 farklı dilde Shakespeare oyunu sahneleniyor. Festival ekibinin Oyun Atölyesi'ne ilk önerisi 'Atinalı Timon' oluyor aslında. Ama Oyun Atölyesi 'Atinalı Timon'u 4 yıl önce sahnelediği ve yeniden yapmak istemediği için başka seçeneklere yöneliniyor. Bilginer'in gönlünde Kral Lear ve III. Richard olsa da onlar çoktan başka ülkelere verildiği için 'Antonius ile Kleopatra'da karar kılınıyor. İyi de oluyor. Bilginer'in aklının kaldığı Kral Lear ise Avustralya'ya, Aborjin'lere veriliyor, mecburen. Çünkü Aborjin diline çevirilen tek Shakespeare oyunu Kral Lear.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 26 MAYIS 2012

..

24 Mayıs 2012 Perşembe

Onaylamadığım tek bir resmim yoktur benim

 
Türk resminin usta isimlerinden Burhan Doğançay'ın Türkiye'deki en kapsamlı sergisi 'Kent Duvarlarının Yarım Yüzyılı: Burhan Doğançay Retrospektifi' dün itibarıyla ziyarete açıldı. Doğançay'ın 120 yapıtının yer aldığı sergi 23 Eylül'e kadar açık kalacak.
 
Önceki gün gerçekleşen basın toplantısında "Bir ressamın 50 senesini içine alan bir sergi bu; kolay değil. Her bir resim, başında bir kuryeyle geldi İstanbul'a; üstelik de business class uçuşuyla. Bu da bir ilk." diyen Burhan Doğançay'a göre sergi bir üçgen: "Benim eserlerim olmasa bu sergi olmazdı, İstanbul Modern olmasa olmazdı, Yıldız Holding olmasa yine olmazdı. Hepsi bir araya geldi. Cuk oturdu." Serginin küratörlüğünü yapan Levent Çalıkoğlu'na göre ise sergi bir dönüm noktası: "Bu çapta bir Türk sanatçının eserlerini yurtdışındaki müzelerden talep etmek bizim için gurur vericiydi. Bir seviye daha atlamak demekti, yüzlerce sayfa sözleşme okuduk." Dahasını basın toplantısından sonra Doğançay'la konuştuk. 
 
Sergide yıllardır görmediğiniz eserler de var. Onlarla karşılaşınca 'aaa evet, şöyleydi, böyleydi' gibi hatırlamalar oluyor mu?
 
1964 senesinde yaptığım, 1967'de müzeye giren ve o zamandan beri görmediğim bir eser var sergide. Ama öyle bir hatırlama olmadı. Gördüğüm zaman düşündüğüm şu: Güzel bir resim, mükemmel. Müze bunu alırken çok akıllılık etmiş. Zaten iyi olmasa imha etmiş olurdum. Onaylamadığım tek bir resmim yoktur benim.

1963'te... Belki de daha önce başlıyor duvarlar serüveni. Bu kadar ilerleyip sizinle özdeşleşeceği o ilk günlerde aklınıza gelmiş miydi?
 
Sonu olmadığını biliyordum. 50 yıldır duvarlarla çalışıyorum. Bir 50 yıl daha olsa yine çalışırım. Duvar çünkü o kadar geniş ve değişken ki... Gerçi şehir duvarları çok değişti. Gençlere bakıyorum. Hepsinin sevgilisi, bilgisayarı, telefonu, hatta arabası var. Duvarlarla ilgilenmiyorlar. Biz yürürdük her yere; kızınca, öfkelenince, üzülünce duvarlara yazardık içimizdekini. 70'lerde Beyazıt'ın duvarlarında bir cm boş yer yoktu. Bütün duvarlar silme yazıydı: Yaşasın bilmem ne, kahrolsun bilmem ne... Artık kimse duvara yazmıyor. Onun yerine bilgisayara yazıyor, mesaj yolluyor.

Yani... Duvarlar artık toplumsal bilinçaltını temsil etmiyor mu?
 
Olay görmekle ilgili. Bazısı duvara bakar geçer, bir şey görmez. Ben görüyorum. Çok inceliyor ve bir sürü şey çıkarıyorum. İnsan hayalinin sınırsızlığını görüyorum bir kere...

Ülkenin siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçleri hakkında hikâyeler anlatıyor mu duvarlar? 

Hikâyeler anlatmıyor, bilgi veriyor, ne olduğunu söylüyor. Her şey duvara yansıyor. Orada yaşayanların ekonomik, sosyal, politik görüşlerini ortaya koyuyor.

Duvarların penceresinden ülkemize bakınca... Politik süreçlerle bağlantı kurabiliyor musunuz? Hatta gelecek öngörüsünde bulunabiliyor musunuz?
 
Kim nelerden memnun, nelerden rahatsız; neler istiyor, neler istemiyor.. Hepsi var. Ama öngörü değil tabii ki. Onun için politikayı ayrıca takip lazım. Ben fazla takip etmiyorum ama bazı şeyleri anlıyorum. Mesela 21. yüzyılda terörizm artacak, mülteciler sorunu büyüyecek. Afrika ve Afganistan'dan ölümü göze alarak göç ediyor insanlar.

Tüm bunlar dost sohbetlerinize nasıl yansıyor? 
 
İnşallah anayasa iyi olur. Türkiye'nin çok problemi var. Ama yeni değil ki... Hep vardı. İnşallah azalacak. Bunun için memleketteki insanların birbirini sevmesi lazım. Kardeşini, karısını, çocuğunu öldürüyor. İnsanların tek tek birbirine karşı yumuşaması lazım. Kutuplaşmaya varana kadar çok şey var. Birbirini sevmek diyorum, tam manasıyla... Ama'sız konuşmak mesela. Ama kelimesi olmadan konuşamaz olduk. Nasıl insandı? Çok iyidir ama... Ama'sız konuşmayı başardığımızda çok şey başaracağız.

Bireysel düzeyde nasıl olacak bu?
 
Biraz çalışma, kültür ve eğitim. Bir de aile terbiyesi çok mühim. Onu da kaybediyoruz. Yalnız eğitim kâfi değil. Eğitimli olursun, kültürlü olamazsın. Bütün müzelerin kuruluşunda vardır: Sanat üçüncüdür. Eğitim, kültür, sonra sanat. Eğitimsiz kültür olmaz. Ama her eğitimli kültürlü değil. İşte bütün hikâye bu. Sanat müzeleri, tiyatrolar, şunlar bunlar... Hep çocukları düşünmeli. Çocuklar oralarda gördükleriyle yetişiyor çünkü.

Sansür mekanizması mı işlemeli yani?
 
Yok. Sansürle hiçbir yere varılmaz ama gösteriliş tarzı önemli. Tesir altında kalmamak, bırakmamak lazım. Bir sürü kaynağa bakmalı insan. Ben mesela tarihi çok severim ama Osmanlı tarihini de Türk tarihini de yabancı kitaplardan öğrendim. Türkiye'de tarih yazılmıyor ki. Çocuklar ne yapacak? Onların önüne koyduklarımız önemli.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 24 MAYIS 2012

...

22 Mayıs 2012 Salı

Festivalden Özgürlüğe Mektup Var


18. İstanbul Tiyatro Festivali “Özgürlükler-Sorgulamalar” teması altında insan haklarından göçe, savaştan şiddete insan hayatını sarmalayan durumları, konuları ve gerçekleri irdeliyor.

Festivalin “Özgürlükler-Sorgulamalar” teması altında izleyiciye sunduğu en özel etkinlik, Kutluğ Ataman’ın ürettiği “Sılsel: Türkiye’ye yazılmış mektuplar”. Sılsel, Aramice kanat çırpması demek. Aynı zamanda Mardin’deki eski Süryani evlerinin tavanlarına yapılmış gökyüzü tasvirlerinin de adı.

12 Mayıs-5 Haziran tarihleri arasında Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda gerçekleşecek bu özel etkinlik, 7’den 70’e herkesi, hayalindeki gökyüzünü oluşturmaya davet ediyor. Performansa katılmak isteyenler, eni 45 santimetre olmak şartıyla herhangi bir uzunluk ve renkteki örgü ya da dokunmuş kumaş parçasına ne dilerse yazacak ya da çizecek. 5 Haziran’a kadar birbirine eklenecek parçalar, festival bitiminde bir sivil tarih dokümanı olarak saklanacak. Projenin kendisiyse başka ülkelerde başka gökyüzleri inşa etmek üzere yola koyulacak.

Hâlihazırda başka ülkelerde yola koyulmuş bir diğer özel proje ise dünyanın dört bir tarafında kadın hakları için mücadele veren yedi kadınla yapılan röportajlara dayanan okuma tiyatrosu “Yedi”. 16 Mayıs’ta Kenter Tiyatrosu’nda sahnelenecek oyun, yazıldığı 2007 yılından bugüne sekiz ülkede sahnelenmiş ve 300’ü aşkın politikacı, aktivist ve oyuncu tarafından okunmuş. Amerika’daki gösterimi öncesinde sunumunu Hillary Clinton’un yaptığı Yedi’yi okuyan isimler arasında Oscar ödüllü oyuncu Meryl Streep de var. İstanbul’daki temsilde oyunu; tanınmış oyuncu, gazeteci ve insan hakları savunucuları seslendirecek.

Festivalin en popüler yapımı ise Avrupa’nın önemli tiyatrolarından Schaubühne Berlin’in sanat yönetmeni Thomas Ostermeier’in sahneye koyduğu “Hamlet”. 12 ve 13 Mayıs tarihlerinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyirciyle buluşacak oyunda, Shakespeare’in yirmiden fazla karakterini yalnızca altı oyuncu canlandırıyor. Hamlet’i yorumlayan isimse Lars Eidinger. Buenos Aires’ten Londra’ya, Venedik’ten Şili’ye pek çok ülke ve şehirde kapalı gişe oynayan Hamlet’te, izleyici, dönen bir kamera sayesinde karekterlerin ifadelerini tüm ayrıntılarıyla takip edebilecek.  

***

FESTİVALİN 22 FARKLI MEKÂNI
 
Ali Paşa Han, Sahne Beşiktaş, Caddebostan Kültür Merkezi, Galata Rum İlköğretim Okulu, Garajistanbul, Haldun Taner Sahnesi, Hamursuz Fırını, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Hasköy İplik Fabrikası, İkinci Kat, Kenter Tiyatrosu, Kumbaracı50, Küçük Sahne, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Mekan Artı, Oyun Atölyesi, Salt Galata, Üsküdar Stüdyo Sahnesi, Üsküdar Tekel Sahnesi, Salon, Tiyatro Hal ve Tiyatro Pera.
 
PRÖMİYERLER

Festival kapsamında pek çok yerli oyun prömiyer yapıyor. Bunlardan biri Tiyatro Hal’in “Yaka Beyaz”ı. Özer Arslan’ın yazıp yönettiği oyunda taşralı ve şehirli olma hâli, bir plaza yöneticisinin mahreminden anlatılıyor. 16 ve 17 Mayıs tarihlerinde Şişli’deki Tiyatro Hal sahnesinde izleyeceğimiz “Yaka Beyaz”ın spora giden beyaz yakalısını Merve Engin canlandırıyor. 1984 Bursa doğumlu Merve Engin, geçtiğimiz sezonun ilgiyle karşılanan üç oyununda tek başına sahnedeydi.

 
RAKAMLARLA FESTİVAL
 
10 Mayıs - 5 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek festival; yurtdışından 5, Türkiye’den 40 topluluğun 100’ü aşkın gösterisini ağırlıyor.

 
FESTİVALİN YABANCI KONUKLARI
 
HAMLET – Schaubühne Berlin (Almanya)
ORFEO – Koreograflar Montalvo & Hervieu ile Cirque du Soleil dansçıları (Fransa)
KAFKA’NIN MAYMUNU – Young Vic Theatre Company (İngiltere)
HANS YA DA HEIRI - Zimmerman & de Perrot (İsviçre)
GERGEDAN - Théâtre de la Ville (Fransa)
 

17 Mayıs 2012 Perşembe

Sanat ortamına içeriden darbe

Sanatçı Fatih Balcı'nın bu akşam Alanistanbul'da açılacak 'Sanat Haritası: sanatınnesnesisanatnesnesi' isimli sergisi, Türkiye çağdaş sanat ortamının tüm ilişki, öbekleşme, dağılma ve temaslarını ortaya çıkarıyor. Türkiye sanat ortamının eteğindeki taşları döküp 'sen ben bizim oğlan' ilişkilerini görünür kılmayı hedefleyen sergi, 9 Haziran'a kadar açık kalacak.
 
Aşağı yukarı 2 bin kişinin etrafında dönen Türkiye çağdaş sanatının aktörlerini 'Kim kiminle nerede ne yapıyor?' şeklinde izleyici karşısına çıkaran 'Sanat Haritası'; sergilemek, söyleşi vermek ve eser satmak gibi basamakların nasıl geçildiğini anlatan bir sergi. Sanat yapmak ile ürettiğini sergileyip satmak arasındaki farka ve kapıyı tutan bekçilere dikkat çeken Yrd. Doç. Dr. Fatih Balcı, "Marifet yapmak değil, yaptığını gösterebilmek." diyor ve ekliyor: "Sanat bir alan mücadelesi. Dolayısıyla bir alanı ele geçiren sanatçı görünür olur. Sanatçının kendini gösterebilmesi için birilerinin 'gel sergi aç' demesi lazım. 'Gel sergi aç' cümlesi etrafında İstanbul merkezli 50 kadar öbek mevcut. Eşikte kapıyı tutan birileri var ve onlar sanatsal içeriği gözetiyor, gözetmeyebiliyor da... Sonuçta çok fazla kötü çalışmayla da karşı karşıya kalabiliyoruz. Neyin sanat neyin sanat olmadığına bu öbekler yani sistem karar veriyor. Kendini gösteremeyen kimbilir ne sanatçılar var. İstanbul'da görünmeyenler zaten hepten yok. Bugün en gerçek sanat eseri sanatsal yapının ta kendisi. Sergi bu sistemin nasıl işlediğini, başka bir deyişle bu dev sanat eserini tartışmayı hedefliyor."
"Tüm bu öbekleri belirlerken, isimleri ilişkilendirirken neler gördünüz?" sorusuna, "Belli birkaç öbek var ve çok güçlüler. Türk çağdaş sanatını yönlendirip maniple edecek kadar... Geçmişte Beral Madra; şimdi Vasıf Kortun, Levent Çalıkoğlu ve Ali Akay gibi isimler bu öbeklerin merkezindeki birkaç isim. Öte yanda çok sistematik çalışmayan galeriler de var. Seyirleri ekonomik duruma göre inişli çıkışlı. Kimileri çok içe kapalı. Bunların kendi içinde bir sistem ve çevreleri var ve öyle kavrulup gidiyorlar. Güncel sanat değil de daha klasik formlar çerçevesinde elbette..."

"Amacım Türkiye'deki sanatçı yığılmalarını, öbekleşmelerini, dağılımlarını, temaslarını ve ilişkilerini açıkça göstermek." diyen Balcı'nın bu uğurda kullandığı görsel malzeme ise şeffaf pleksiglas. Mekânın duvarlarına yaslanan pleksiglaslar üzerinde 2 bin kadar aktörün isim ve iletişim biçimleri yazılıp çizilmiş. İsim ve çizgiler takip edildiğinde kurulan bağlantılar açıkça ortaya çıkıyor. Çalışmaya grafiksel içerikli bir de video eşlik ediyor. İlişkiler ağını saptarken sanatçı arkadaşlarının gözlemlerinden de yararlanan ama asıl ciddi bir internet ve arşiv taraması yapan Balcı, sonucun bilimsel olmadığına özellikle dikkat çekiyor: "Bu sanatsal bir çalışma. 'Ben burada değilim, sistemin bir parçası değilim' diyenler ya da 'hiç ilgim yok' diyenler çıkabilir. Hazırlıklıyım."

İlla yabancı okullarda mı okumalı?
 
Fikrî temelleri 2001'de atılan 'Sanat Haritası'nın ilk baştaki niyeti Türkiye ölçeğinde bir harita çıkarmaktır aslında. Balcı o dönem görev yaptığı Diyarbakır'da projesini küratör Ali Akay'a sunar. Akay ilgilenmez. 2006'da da ulusal bir gazeteye önerir. Yine kabul görmez. Bu sırada benzer çalışmalar görünür olur; örneğin Irwin Grubu'nun Aksanat'taki Doğu Avrupa ile eski sosyalist ülkelerdeki çağdaş sanat haritası ve tarihi üzerine yaptığı iş ve Burak Arıkan'ın Maçka Sanat'ta sergilediği koleksiyoncu-sanatçı ilişkilerini irdelediği çalışma... Balcı'nın yıllar sonra projesine dört elle sarılmasının nedeni biraz da bunlardır. Şu soruları açıkça sormak da ister Balcı: "Bir sanatçı olarak kendimizi kabul ettirmemiz için yurtdışından gelmemiz ya da yabancı okullarda okumamız mı gerekiyor? Sistem ne yaptığımızla değil de imajımızla mı ilgileniyor?"

Sanat nesnesi ve sanatın nesnesi ayrımı
 
Fatih Balcı, 2006 yılında, sanat dünyasındaki yüzeyselliğe ve çürümeye tepki göstermek için gerçekte olmayan Hacet isimli bir sergiyi varmış gibi göstererek yerli ve yabancı basına e-posta yoluyla duyurular yapmıştı. Medyanın sanat kabullerini sorgulayan o çalışma; önemsenen tek şeyin serginin kendisi değil, iletişim araçlarında dolaşıma girmesi olduğunu göstermişti. Hacet isimli sergi, sanat nesnesinin imajlar dünyası içinde nasıl yittiğinin bir araştırmasıydı. Bu defa ise araştırılan, kabul edilmiş anlamlarıyla sanat nesnesi ve sanatın nesnesi ayrımının nasıl olup da ortadan kalktığı. Hacet, sanat eserinin yokluğunda sanat üzerine konuşmanın nasıl mümkün olduğunu araştırdıysa 'Sanat Haritası' da bunu sağlayan yapının kendisinin sanat nesnesine dönüşmüşlüğünü sorguluyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 17 MAYIS 2012

..

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Peşinden Gidilecek Tek Şey: Aşk



26 MAYIS 2012 TÜRK TİYATROSU İÇİN TARİHE GEÇECEK BİR GÜN. HALUK BİLGİNER’İN BAŞROLÜNÜ OYNADIĞI ANTONIUS İLE KLEOPATRA, O GÜN SHAKESPEARE GLOBE THEATRE’DA BİR TÜRK EKİBİ TARAFINDAN, TÜRKÇE SAHNELENEN İLK OYUN OLACAK. TÜRKİYE’DE EN SON 1947’DE SAHNELENEN OYUN ÜZERİNE HALUK BİLGİNER’LE SOHBET ETTİK. ÖNE ÇIKAN TEMA İSE TABİİ Kİ AŞK OLDU.

Oyunda öne çıkan motto “Ölçülebilir aşk zavallıdır.” sözleriydi galiba...

Oyunun arkasında iktidar, savaş gibi birçok şey varken aslında çok büyük bir aşk anlatılıyor. Hatta bazıları der ki dünya edebiyatının en büyük aşkı bu. Belki tarihin en büyük aşkı. Muhteşem bir aşk. Ölümüne bir aşk. Antonius’un söylediği “kendine başka bir dünya bulacaksın” sözü de ölümde birleşmelerine dayanıyor. Antonius öldükten sonra Kleopatra yaşamaya devam etseydi bugün bu aşk böyle efsane olmazdı. Bu aşkın efsane olmasının sebebi ikisinin de sonsuzlukta buluşması. Aşkları için her şeyi feda ediyorlar. Tam da bu yüzden biz bu aşkı anlatmaya, oynamaya, yazmaya değer buluyoruz.

Antonius “kendine başka bir dünya bulacaksın” derken meydan mı okuyor?
 
“Bu dünyada senin sorduğun sorunun yanıtı yok” demek istiyor. “Ya ben ölçmeye kalkarsam” diyor Kleopatra. Nitekim Kleopatra her sahnede Antonius’un aşkını ölçüyor. “Hadi bakalım şimdi ne yapacaksın. Savaştan kaçıyorum. Peşimden mi geleceksin, orada mı kalacaksın?” Antonius peşinden gidiyor. Şimdi Kleopatra’nın duygusu şu: “Kaybetti savaşı. Ay ay ay, beni seviyor bu adam!” İmparatorluk gidiyor. Mülk, para, iktidar hiçbiri önemli değil. Aşk.

Antonius gerçekten aşkını kanıtlama düşüncesiyle mi peşinden gidiyor Kleopatra’nın yoksa hiç düşünmeden mi?

Yok. Antonius gider. Siz gitmez misiniz? Âşık oldunuz mu? Aşk için gidilir. Başka ne için gideceksiniz zaten? Gidilecek başka bir sebep var mı? Aşk zaten kendini bulmak değil midir? Kendinin peşinden gidiyor. Öbürü aşk değil. Ay bu kızı pek beğendim. Ay bu adamı pek sevdim. Ötekisi aşk. Kendini bulmak var orada. O ve ben olamaz. Biz var. O gidiyorsa ben de giderim. Ölümse ölüm.

Bir insan nasıl farkına varır bunun?

Kendinizi anlamaya çalışarak. Kendinize dürüst olarak. Kendinize dürüstseniz hata yapma ihtimaliniz yok. Her türlü sorunun cevabını bence yastığa başınızı koyduğunuzda yalnızken vermelisiniz. Birine cevap verdiğiniz zaman başka kaygılar devreye girebilir. Ben sizi mutlu etmek için başka türlü konuşabilirim ama kendi kendime yalan söyleyemem. Samimiyet, sahicilik de buradadır. Eğer samimiyseniz, sahiciyseniz soruların yanıtlarını bulmak çok kolay. Hayat niye zor biliyor musunuz? Hepimiz maske taktığımız için zor.

Yine de Kleopatra’nın öldüğünü öğrenene kadar Antonius’un kendi egosuyla bir çatışması oldu... Niye?

Çünkü bu oyunun orijinal adı Antonius ve Kleopatra’nın Trajedisi. Neden trajedi? Trajedi şurada: Antonius’un iki arada bir derede kalmasında. Hem Kleopatra’ya çok âşık hem de Roma’da sorumluluklar bekliyor. Halbuki en başından dese: “Alın Roma’yı başınıza çalın. Ben burada kalıyorum.” Bitti. Trajedi falan yok.

Peki ya savaştan kaçtığı için şerefini bir kenara bırakması...

Bugüne kadar Antonius’u Antonius yapan şey Roma. Fakat Mısır’da kendi gibi insanlar görüyor. Mısır kendi gibi. Zaten oyunda da Antonius Nil’de gördüğü timsahı anlatırken Mısır’ı anlatıyor. O timsah kendi gibi. Kendine benziyor. Kendi renginde. Ben senin Romalı kafana timsahın kendi gibi olduğunu nasıl anlatayım? Sen çünkü kategorilerle anlamaya çalışıyorsun her şeyi. Timsah neye benziyor? Gel de Mısır’da gör. Gri desem ne anlayacaksın? Romalısın, mermersin, taşsın, köşelisin, iktidarsın. İktidardan hoşlanıyorsun, hiyerarşiden hoşlanıyorsun. “Ben komutanım, sen ersin” diyorsun. Mısır’da öyle bir şey yok.

O zaman aşk ve iktidarın çatışması trajediye neden oluyor diyebilir miyiz?

Kendiyle de çatışması ve sürekli karşılaştığı ikilemler adamın sonunu hazırlıyor. Hâlbuki gönlünün istediği yerde kalsa, her şeyi boş verse... “Ben sorumluluk sahibiyim. Orada savaş var, ordumun başına geçmeliyim.” dediği an geçmiş olsun. Fakat bütün bunları bir kenara bırakıp sizi peşinden koşturabilecek tek şey nedir? Aşktır. Aşk nasıl bir şeydir? Günümüzde hâlâ var mıdır? Yaşanıyorsa nasıl yaşanıyordur? 21. yüzyıl aşkı neye benzer? İşte bütün bunları düşünmemize kendi kendimize tartışmamıza yol açan şeyler var oyunda.

***
TİYATRO OYUNCUNUN SANATI

Antonius ve Kleopatra’nın Shakespeare Globe Theatre’da sahnelenecek yorumu İstanbul’dakinden biraz farklı. Dekor ve ışık kullanılmadan sahnelenecek oyun hakkında Haluk Bilginer: “Tiyatro açık havada. Işık yok, dekor yok. O zaman göreceğiz kim oyuncu kim değil diye. Tiyatro sanatının tek olmazsa olmazı oyuncu. Oyuncu olmazsa sinema var. Yönetmenin sanatı o çünkü. Sadece tiyatro oyuncunun sanatı. 

JÜLİDE KARAHAN/ALİ HALİT DİKER

SKYLIFE MAYIS 2012 

15 Mayıs 2012 Salı

Dünyanın Tescilli Mirasları

Aslında her zaman ama bilhassa yaz arifelerinde tatil için en iyisi: UNESCO Dünya Mirası Listesi.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde Türkiye’ye ait 10 kültürel çekim noktası var. Sayacak olursak; tüm tarihi alanlarıyla İstanbul, Safranbolu, Hattuşaş (Boğazköy), Edirne Selimiye Camii, Nemrut Dağı, Xanthos-Letoon, Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi, Truva Arkeolojik Kenti, Hierapolis-Pamukkale, Göreme Milli Parkı-Kapadokya… 26’sı da yolda… Yolda olanların listeye alınması, listede olanların da güzel güzel korunup tanıtılması için canla başla çalışan bir de dernek: Dünya Mirasları Gezginleri Derneği. En birinci niyetleri farkındalığı artırmak, en sonuncusu ise Türkiye’nin her bir noktasını UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne eklemek.

Dernek Başkanı Atilla Ege, konuştuğumuz an itibariyle tam 626 UNESCO Dünya Mirasını görmüş durumda. Dediğine bakılırsa bu konuda dünyada ikinci, seneye de birinci inşallah! 1971’den bu yana eşi Nihal Hanım’la gezmede. İlk yıllarda rüzgâr nereye götürürse… Ama 2000’den itibaren listenin peşinde. Onun ağzından şöyle: “Güney Şili’de bir pansiyonda İsviçreli bir çiftle tanıştık, sohbet ediyoruz. Dediler ki, buradan bilmem nereye geçeceğiz. Gayri ihtiyari neden diye sordum. ‘Çünkü orası dünya mirası listesinde’ cevabını verdiler. Anlamadım tabii ilk başta, anlattılar uzun uzun. ‘Vay vay vay’ dedim. Dönüşte hemen araştırdım, UNESCO’ya bilgi istiyorum diye yazı yazdım. Yüzlerce sayfa bilgi geldi. Tercüme ettik. Sonra elimize haritayı aldık ve gezmeye başladık. Listenin bir kısmını daha evvelden görmüştük ama gerçek kıymetlerini bilmiyorduk diye sil baştan yaptık.”

Bir noktadan sonra da Türkiye’de durum nedir acaba? Öyle olunca İstanbul’dan başlamışlar dolaşmaya. Ayasofya’yı gezerlerken bir Türk rehbere, “Burasının UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olduğunu anlatıyor musunuz turistlere?” diye yoklama çekmişler. “Yok” demiş rehber… Sonra Truva, Divriği Ulu Camii ve Nemrut’ta da aynısı... Anlamışlar ki ne valiler, ne belediye başkanları ne de rehberler işin farkında değil. Ne yapsak, ne yapsak derken… Dışarıda görüp öğrendiklerini Türkiye’de anlatmaya ve uygulamaya karar vermişler. Ellerinden geldiğince… Sonra da öğrendiklerini önce yetkililere, ardından da karşılaştıkları herkese anlatmaya, nasıl denir, bir nevi and içmişler.

BİZİM FİLANCAMIZ

Durum, derneğin başkan yardımcısı Serdar Ahıskalı için de pek farklı değil. O da birkaç sene evvel dünyanın taa bir ucunda aydınlanmış. Aynen şöyle: “Kamboçya’nın kuzey batısında Angkor Wat’tayız. Kapıda dünya mirası amblemi… Altında da ikili dünya mirasına sahip olan yerlerin listesi. Yani hem kültürel hem doğal mirasa… Bir baktım Türkiye’den Pamukkale de içlerinde. Çok utandım. Ben kendi ülkemle ilgili çok önemli bir kültürel bilgiyi Kamboçya’da bir levhadan öğreniyordum.” Sonrası malum. Atilla Ege ile karşılaşma ve derneği kurma… Şimdi dünya miraslarını gezerken sürekli bir mukayese halinde. İki lafından biri: “Burası listedeyse bizim filancamız hayli hayli girer…”

O hayli hayli nedir, deyince de… Anlatıyor Ahıskalı: “UNESCO bir danışman, milletlerarası bir eksper, birtakım kriterler belirlemiş, denetliyor; üstelik ücretsiz… Siz yeter ki sunumunuzu güzel yapın, UNESCO’nun evrensel değer kavramına uyun. O da şu: Bir yerin kültürel ve doğal özelliklerinin ayrıcalığı, milli sınırları aşıp bugünkü ve gelecek nesillerdeki insanlık için müşterek bir değer temsil ediyor mu? Ediyorsa… İşte o zaman bu mirasın korunması milletlerarası bir gereklilik. İnsanlar seyahatlerinde neden dünya miraslarını görmek istiyorlar? Çünkü oralarda bir değer bulacaklarına yüzde yüz eminler.” O değerlerden tam 10 tanesi Türkiye’de, Anadolu’da, yanıbaşımızda… O halde, Anadolu’dan bir deyişle: “Davranın!”

BU FİKİR NERDEN ÇIKTI?
Dünya Mirası fikri, 1959’da Mısır Hükümeti’nin Nil Nehri üzerindeki Asvan Barajı dolunca su altında kalacak Nubian bölgesindeki Abu Simbel ve Phila mabetlerinin kurtarılması için UNESCO’dan yardım istemesiyle ortaya atıldı. Böylece yeryüzündeki bazı yerlerin ortak bir dünya mirası olduğu ve onlara sahip çıkmanın önemi anlaşıldı.

RAKAMLARLA MİRAS
UNESCO 1978 yılından beri her sene düzenli olarak yaptığı toplantılarda 725 yeri dünya kültür mirası, 183 yeri doğal dünya mirası ve 28 yeri de hem kültürel hem de doğal dünya mirası ilan etti. Böylece üye 187 ülkenin 151’indeki 936 yer tüm dünya halklarına ait miras olarak tescillendi.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET MAYIS 2012

..

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Şiddet, nefret ve darbesiz mektuplar bekleniyor

 
Öğrenciler, işçiler, ev hanımları, muhasebeciler, doktorlar, hatta başbakan ve cumhurbaşkanı 30 Mayıs'a dek Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'na bekleniyor. 18. İstanbul Tiyatro Festivali'nin en heyecanlı projesi 'SILSEL, Türkiye'ye yazılmış mektuplar' için... Her şey serbest; şiddet, nefret ve darbe hariç!
 
 
18. İstanbul Tiyatro Festivali epey hüzünlü başladı. Çünkü 9 Mayıs Çarşamba akşamı Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen Açılış Töreni'nde verilen Onur Ödülleri'nden biri Cüneyt Türel'indi ve o artık aramızda değildi. 1 Mayıs'ta hayata ve sahneye veda eden Türel'in ödülünü Tilbe Saran ve kızı Elif Türel aldı, Metin Deniz'in elinden. O akşam, festivalin diğer Onur Ödülleri de sahiplerine verildi: Başar Sabuncu, Prof. Özdemir Nutku ve Prof. Sevda Şener'e... Kalan son Onur Ödülü'nü yönetmen Thomas Ostermeier alacak; bugün saat 20.30'da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde gerçekleşecek Hamlet temsili öncesinde.

Festivalin büyük heyecanla beklenen performansı 'SILSEL, Türkiye'ye yazılmış mektuplar' için de bugün ilk gün. Önce detay: Çağdaş sanatçı Kutluğ Ataman'ın festival için ürettiği proje, Mardin'in Süryani mahallesinde yaşayan Nasıra Hanım'ın anlattıklarından ilhamlı. Aramice kanat çırpması anlamına gelen Sılsel, Mardin'in eski evlerinin tavanlarına yapılmış gökyüzü tasvirlerinin de adı. Hikâyeye göre bir zamanlar sokağa çıkmaya korkan Süryaniler, gökyüzü özlemlerini bir nebze giderebilmek için evlerinin tavanlarına motifler çizip içlerini turkuvaza boyarlarmış. Bugün saat 12.00 itibarıyla Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'nda açılışı yapılacak performansın ilk parçası, verdiği ilham sebebiyle Nasıra Hanım'ın elinden. Kutluğ Ataman'ın gökyüzüne bu ilk parçayı eklemesiyle oluşmaya başlayacak proje, 30 Mayıs'a dek her gün 12.00-19.00 saatleri arasında, gelişime ve dileyen herkese açık.

Katılmak isteyenlerin yapması gereken tek şey, eni 45 santimetre olan bir kumaş parçasını -örgü ya da dokuma olabilir- resim, yazı ya da işlemeyle doldurmak; içlerinden geldiği gibi ve iki şartla tabii: Şiddet ve nefret söylemi olmaksızın. Bu arada projeye posta yoluyla dahil olmak da mümkün. Hatta ilk kumaş parçalarından biri Diyarbakır'dan postayla geldi. Rengi mavi.

Günbegün toplanıp teker teker birbirine eklenecek parçalar en sonunda bir sivil tarih dokümanı olarak tarihe kalacak. Hedeflenen bu! 100 yıl ya da 200 yıl sonra birileri açıp baktığında Türkiye'de siviller ne istiyormuş, öğrenebilsin diye. Resmi ideolojinin değil, kişilerin ne dedikleri bilinebilsin diye. Bu sebeple mümkün olduğunca geniş katılım pek mühim. Öğrenciler, işçiler, ev hanımları, muhasebeciler, doktorlar, hatta başbakan ve cumhurbaşkanı 30 Mayıs'a dek Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'na bekleniyor. Bir parça kumaşın yanı sıra dilek ve hayalleriyle birlikte... Bilgi için: www.tiyatro.iksv.org

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 12 MAYIS 2012

..

8 Mayıs 2012 Salı

Sanat için hayırlı bir su baskını

 
MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi'nde 1 Haziran'da açılacak 'The Great Masters: Michelangelo, Leonardo, Raphael' sergisi, üç büyük usta üzerinden 16. yüzyıl İtalya'sını ve Rönesans'ını anlatacak. Sergide, su baskını sebebiyle kimi bölümleri kapalı olan Floransa'daki Leonadro Müzesi'nden de eserler bulunacak. Tabii, sigorta ve nakliye bedelleriyle ilgili kaynak sağlanabilirse...
 
James Gleick'in Kaos isimli kitapta detaylıca anlattığı üzere "Bugün Pekin'de kanatlarını çırpan bir kelebeğin havada oluşturduğu dalgalar gelecek ay New York'ta fırtınaya dönüşebilir." Aynı şekilde Floransa'daki bir su baskını da İstanbul'daki sanatseverin Leonardo Da Vinci'nin orijinal eserlerini görmesine imkan tanıyabilir. Geçtiğimiz aylarda Floransa'daki Leonardo Müzesi'nin (Museo Ideale Leonardo Da Vinci) başına kötü bir şey geldi. Müzeyi su bastı ve bazı bölümler ziyarete kapandı. Müzenin kurucusu Prof. Alessandro Vezzosi de kimi eserlerin İstanbul'da sergilenebileceği sinyalini verdi. Da Vinci'nin birtakım baskı ve desenleri, 1 Haziran itibarıyla İstanbul Tophane-i Amire'de karşımıza çıkabilir. Tabii, sigorta ve nakliye bedelleriyle ilgili kaynak sağlanabilirse...

Ama sağlanamazsa da kesin olan bir şey var. O da 16. yüzyıl Rönesans'ının sırlarını ortaya serecek 'The Great Masters: Michelangelo, Leonardo, Raphael' başlıklı sergi. MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi'ne bağlı Beş Kubbe Salonu'nda 1 Haziran'da açılacak sergi, 16. yüzyıl İtalya'sının en ünlü üç ustasının bilim ve sanatta bıraktığı izleri anlatacak. Ziyaretçilerin Michelangelo'nun Sistin Şapeli'ndeki eserlerini, Davud heykelini; Leonardo'nun Son Yemek freskini, anatomi çalışmalarını ve Vitrivius İnsanı'nı; Raphael'in ise Atina Okulu freskini detaylıca inceleyebileceği sergi, dönemin en önemli keşifleri perspektif, anatomi ve ayna konusunda farklı deneyimler sunacak.

İsveçli sergi tasarım şirketi Excellent Exhibitions AB tarafından tasarlanan, İtalyan küratörler Alessandro Vezzosi ile Francesco Buranelli tarafından hayata geçirilen ve Museo Ideale Leonardo Da Vinci, Arter Tasarım ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliğiyle oluşturulan sergi, 3 büyük usta üzerinden yola çıkarak 16. yüzyıl İtalya'sını ve Rönesans'ını anlatıyor. Ama nasıl? Arter Tasarım'dan Hakan Elbir'in verdiği bilgiye göre dokunmatik ekranlar, interaktif sistemler ve kulaklıklı rehberlerle...

The Great Masters: Michelangelo, Leonardo, Raphael'in Türkiye'de gerçek anlamda hayata geçirilecek ilk interaktif sanat sergisi olduğunu söyleyen Elbir, "Sanatçıların dönemin koşullarının çok ötesinde olduklarını detaylıca anlatacağız. Ama klasik sergilerde rastladığımız şekilde grafik paneller olmadan. Çift dilli dokunmatik ekranlar ve ücretsiz kulaklıklı rehberler sayesinde. Oluşturacağımız Osmanlı bölümü ile izleyiciye o dönem Doğu'da neler olup bittiği hakkında da fikir vermeyi planlıyoruz. Örneğin Leonardo'nun 1502 yılında Sultan II.Bayezid'e yazmış olduğu bir mektup var. Bu mektup ve mektupta söz edilen Haliç Köprüsü modeli bizim sergiye kattığımız yerel unsurlardan sadece birkaçı olacak." diyor.

 JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 8 MAYIS 2012

..

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Masumiyet Müzesi'ni neden yaptığımı bilmiyorum

 
 
Geçtiğimiz hafta sonu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'de gerçekleşen 'Masumiyet Müzesi Sempozyumu', cumartesi sabahı Rektör Prof. Yalçın Karayağız'ın, Pamuk'un Masumiyet Müzesi ile İstanbul'a kazandırdığı görsel belleği övdüğü kısa konuşmasıyla başladı ve Orhan Pamuk'un 'Şeylerin Masumiyeti' isimli müze kataloğunu nasıl yazdığını anlattığı nispeten uzun konuşmasıyla son buldu. Her anı kalabalık olan sempozyumun ilk bildirisini Prof. Dr. Jale Parla sundu: 'Masumiyet, Müze, Merhamet'. Parla, o konuşmasında müzenin olası ziyaretçilerine verilebilecek en güzel ipucunu verdi: "Bir müzenin masumiyetle ilişkilendirilebilmesi için, o müzenin içindekilerin yalnızca merakla, hayretle ve hayranlıkla değil, merhametle de seyredilebilmesi gerekir." 

Parla'yı; Nişantaşı, Fatih ve Boğaz'ın anlatıldığı 'İstanbul/Orhan Pamuk'un Edebi Müzesi' ve 'Masumiyet Müzesi ve Orhan Pamuk 1' oturumları izledi. Burada, Prof. Dr. Turan Karataş, 'Masumiyet Müzesi'ni Gerçeklik, Sahicilik ve İnandırıcılık Bağlamında Okumak' başlıklı bildirisinde Pamuk'un 'Saf ve Düşünceli Romancı' kitabındaki "Roman sanatının temel derdi, hayatı doğru temsil etmek" cümlesinden hareketle romanın gerçekliğini sorguladı. 1970'lerde babanın karşısında sigara içmenin imkânsızlığı ve roman kahramanı Kemal'in yaz kış ceket giymesi gibi eleştirilerle Pamuk hayranlarını epey sinirlendiren bildiriyi Esin Pervane'nin "Mutluluk: Kayıp Bütünlüğe Yolculuk" başlıklı konuşması izledi. Pervane, mutluluk kelimesinin romanda 264 defa geçtiğini belirterek başladığı konuşmasını Kemal'den bir cümleyle bitirdi: "Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır sadece." Aynı oturumda Asuman Kafaoğlu Büke, "Masumiyet Müzesi'nde Duran Zaman, Akan Zaman" başlıklı bir bildiri sundu ve romanı zamanlara, Kemal'in bir daha asla yalan söylemeyeceğine dair babasının başı üzerine ettiği yeminle ayırdı. Kemal yalan söyledi, babası öldü ve hayatın üzerine bir uğursuzluk çöktü. Ne oldu? Kemal, nişanlısından ayrıldı. Füsun başkasıyla evlendi. Romandaki zaman da akan, dondurulmuş ve geçmiş olarak üçe ayrıldı.

İlk gün, Zeki Demirkubuz'un 'Yeşilçam'ın Masumiyeti' üzerine Zahit Atam'la yaptığı söyleşiyle sona erdi. Demirkubuz'un 'Masumiyet' filminin uzun uzun tartışıldığı söyleşinin sonunda Atam, kitabın 'ne fena bir şey' olduğunu söyledi ve Demirkubuz da ona kısmen katıldı: "Pamuk'a Kar'dan sonra bir şeyler oldu. Olmadı yani." dedi. Gün, Masumiyet Müzesi'nin hikâyesini anlatan ve 12 yılda tamamlanan 'Adım Adım Masumiyet Müzesi' isimli belgeselin izlenmesiyle sona erdi.

Pazar günü, yani dün, sempozyumun 'Aşk/Kadınlar ve Erkekler' isimli oturumunda Deniz Şimşek, Pamuk'la bir okur olarak tanışma ve bir ada değil, kıta keşfetme serüvenini paylaştı. Aynı oturumda Doç. Dr. Talat Parman, "Nedir Kemal'in hastalığı?" sorusuna anımsama, yineleme ve özümseme hallerinin farklarını anlatarak cevap verdi. Günün sonunda Orhan Pamuk da dahil olmak üzere 'Masumiyet Müzesi' çalışanları, bir bir deneyimlerini anlattı. Pamuk, bu müzeyi neden yaptığını samimiyetle söyledi: "Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 7 MAYIS 2012

..

2 Mayıs 2012 Çarşamba

İşte şimdi 'komik' oldu!

Bu yıl 16.sı düzenlenen Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, önceki akşam Haliç Kongre Merkezi'nde gerçekleşen törenle sahiplerine verildi. Gösteriye dönüşen törene Müjdat Gezen'in 'oyunculuğu' damgasını vurdu. Gezen öyle bir 'oyunculuk' sergiledi ki istisnasız herkesin gözleri doldu! Sahne şöyleydi: Nedret Güvenç'e Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü'nü vermek için yavaş yavaş ilerleyen Gezen; saçlarını yapıştırmış, bıyığını bademleştirmiş, gömlek düğmelerini gırtlağına kadar iliklemiş ve pantolonunun paçalarını kısa tutmuştu ki açık renk çorapları rahatça seçilsin... Ellerini göbeğinin üzerinde birleştirip "Selamün Aleyküm" diye söze başladı ve ekledi: "Merhume Afife Jale Hanım'ın aziz hatırasına binaen buradayım. Tensip buyurulan bu hediyeyi vermek bana nasip oldu. 20 yıl temizlik işlerinde çalıştıktan sonra yönetim kuruluna getirilmem sebebiyle..." 
Sözde 'muhafazakâr' bir belediye çalışanı tiplemesiyle karşımızda duran Gezen, elini uzatan Nedret Güvenç Hanımefendi ile tokalaşmayı reddedip elini göğsüne götürerek teşekkür etti. Gezen'in baştan sona bir kurgu olan bu tavrı, bir ayrımcılık ve aşağılama örneği olarak kayıtlara geçerken, bir bakıma Başbakan'ın o sert tavrını da haklı çıkarıyordu. Böylece Müjdat Gezen, 'oyunculuğu'yla herkesin gözlerini doldurarak 'ustalığını' bir kez daha kanıtlamış oldu! Yalnız o gözlerin kimi kahkahadan, kimi şaşkınlıktan, kimi hüzünden doldu. Kahkahanın sebebini herkes tahmin edecektir ama şaşkınlık ve hüzün için töreni heyecan içinde takip eden üniversite öğrencisi Gözde'ye kulak vermeli. Ona kulak vermeli çünkü o 21 yaşında sıradan bir tiyatro izleyicisi, aslında tiyatronun var oluşunun sebebi. Gezen'e verilecek en iyi cevap belki de onun bu içten sözleriydi: "Olan biteni derinlemesine bilmiyorum ama geçen gece Muhsin Ertuğrul Sahnesi önündeydim ben. Sevdiğim oyuncuları desteklemek için. Çok üşüyene kadar... Çünkü neredeyse her hafta bir oyun izliyorum ve hayatımın böylece sürüp gitmesini istiyorum. Biletler 30 lira olursa bunu yapamam. Şehir Tiyatroları'nın özelleşmesinden bu sebeple korkuyorum. Ama bu akşam dünya başıma yıkıldı. Aynen. Sanki biri, bir oyuncu çıkıp dedeme, babama ve kasabamdaki selama küfretti."

***

ENİ İYİSİ SÜPERNOVA

16. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri'nin açılışını yapan Yapı Kredi Sanat Danışmanı Haldun Dormen'in ilk cümlesi "Afife Tiyatro Ödülleri adına en büyük derdimiz 75 kişilik salon meselesiydi. Bu sorunu da gelecek yıl çözeceğiz." idi. Tıpkı geçen sene ve ondan önceki sene olduğu gibi... Gecede ödüllerini almak üzere sahneye çıkan isimlerden çok Şehir Tiyatroları Yönetmeliği'nde yapılan değişiklikler ve Başbakan'ın "Tiyatrolar özelleşecek" açıklamaları konuşuldu. Ödüller ise şöyle sıralandı: Prodüksiyon: Süpernova / Dot Tiyatro, Yönetmen: Cem Emüler / Yanık (İstanbul DT), Kadın Oyuncu: Esra Bezen Bilgin / Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi (Talimhane Tiyatro), Erkek Oyuncu: Mert Turak / Ateşli Sabır (İBB Şehir Tiyatroları)

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR/  2 Mayıs 2012

..

1 Mayıs 2012 Salı

Dünyada tiyatro da özel, gişeler de

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'Tiyatroları özelleştireceğiz' açıklaması gözleri dünyadaki uygulamalara çevirdi. Pek çok ülkede tiyatrolar özel kurumlar olarak hizmet veriyor, devlet farklı yöntemlerle destek veriyor. ABD'deki tiyatrolar ise kendi yağıyla kavruluyor.
İstanbul'da Şehir Tiyatroları'nda yapılan yönetmelik değişikliğiyle 12 Nisan günü başlayan tiyatro krizi, önceki gün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan gelen "Tiyatroları özelleştireceğiz" açıklamasıyla yeni bir boyut kazandı. Başbakan Erdoğan, AK Parti Genel Merkez Gençlik Kolları 3. Olağan Kongresi'ndeki konuşmasında tiyatroların özelleştirilmesi konusunu Bakanlar Kurulu'na teklif edeceğini söyleyerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ı tebrik etti ve benzer bir tavrı Ankara Büyükşehir Başkanı Melih Gökçek'ten de beklediğini sezdirdi.

Yönetmelik değişikliğinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yönetimi istifa kararı almış; tiyatrocular eylemlerle yönetmeliği protesto etmişti. Günlerdir süren tartışmalar, 'devletten destek alan sanat özgür olmaz'a ve 'sponsor sistemi ile proje bazında destek' sistemine odaklanmıştı. Başbakan'ın açıklamasıyla birlikte ise tartışmaya; "nasıl bir sistem, nasıl bir işleyiş, ne tür bir özelleştirme?" soruları eklendi ve gözler, dünyada bu işlerin nasıl yürütüldüğüne çevrildi. "Başka ülkelerde gerçekten devlet tiyatrosu yok mu? Yoksa sistem nasıl? Varsa ne gibi bir uzlaşma zemini mevcut?" Önümüzdeki günlerde hem sivil toplum hem de merkezi yönetimin bir araya gelerek bir çalıştay düzenlemesi ve konuyu tartışarak yeni bir sistem belirlemesi bekleniyor. Öncesinde, diğer ülkelerdeki işleyişlere ulaşabildiğimiz kadarıyla göz attık.

İNGİLTERE'DE SANAT KONSEYİ BELİRLEYİCİ

İngiltere'de Kültür Bakanlığı'na bağlı sanat konseyi, yerel konseylerin raporlarına göre neye nasıl destek olunacağına karar veriyor. Bütün tiyatrolar tek bir konseye başvuruyor. Sadece kıdemli akademisyenlerden görüş alan konsey, ayakta ve açık oylama sistemiyle kararını bildiriyor. Geçen yıl 149 milyon paund'luk destekte bulunan konseyin bir benzerinin Türkiye'de de kurulması öneriler arasında. Konsey, Arts Council, National Theater ve Royal Opera gibi önemli kurumlara da büyük oranda destek veriyor. Desteğin ana kaynağı National Lottary, yani ulusal piyango idaresi. Bütçenin bir bölümü de bilet satışları, proje bazlı sponsorluklar ve bağışlardan geliyor.

ALMANYA'DA YÖNETMENİ ŞEHİR PARLAMENTOSU SEÇİYOR

Frankfurt Sehir Tiyatrosu'ndan Bruni Marx; Şehir Tiyatrosu Sanat Yönetmeni'ni şehir parlamentosunun seçtiğini, ancak repertuar seçimini belirleyecek hiçbir birim veya kurul oluşturulmadığını söylüyor ve ekliyor: "Almanya'nın her tarafında aynı olan uygulamaya göre belediye repertuarı, zaten çalışmalarından dolayı güvendiği için seçtiği yönetmene bırakıyor. Tabii ki belediye parlamentosunun bir denetleme kurulu var ancak bunun da repertuar belirlemede hiçbir fonksiyonu bulunmuyor. Tiyatroları özelleştirmeye gelince, zaten Frankfurt Şehir Tiyatroları özelleştirilmiş, ancak her tiyatronun arkasında mutlaka devletin veya belediyenin varlığı mevcut. Sanatçılar ise çoğunlukla uzun dönem sözleşmelerle çalışıyorlar."

ABD'DE KENDİ YAĞIYLA KAVRULUYORLAR

Amerika'da devlet tiyatrosu ya da devlet desteği gibi durumlar söz konusu değil. Bütün tiyatrolar özel. Devlet onları sadece birtakım vergilerden muaf tutarak destekliyor. Ülkenin dev bütçeli temsiller sergileyen büyük sanat kurumları bile kendi yağında kavruluyor. Bilet gelirleri ve bağışlar devasa bütçelerin kotarılmasında yeterli oluyor.

FRANSA DEVLET DESTEĞİNİ AZALTTI

Fransa'da doğrudan Kültür Bakanlığı'nın mali desteğiyle yaşayan 6 ulusal tiyatro, devletin yanı sıra yerel belediyelerden de mali destek alan 33 bölgesel devlet tiyatrosu, yine devlet yardımı alan ancak yarı özerk statüde 69 şehir tiyatrosu bulunuyor. Ayrıca, 77 özel tiyatro ve 600'ün üzerinde şirket, devlet yardımı alıyor. Ancak, Fransa'da 2007'de çıkarılan bir yasanın ardından tiyatroya ayrılan devlet bütçesi yüzde 30'un üzerinde düşürülmüş. Özellikle, son dönemde yerel yönetimlerin Paris bölgesindeki 15 tiyatroya verdiği mali yardımda kesintiye gitmesi tartışmalara neden olmuş.

Katkıda bulunanlar: Esat Semiz, Sezai Kalaycı, Emre Demir, Almanya, ABD, Fransa 


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR/ 1 Mayıs 2012

..