27 Ekim 2009 Salı

“EVET, SANAT İLE SERMAYENİN İLİŞKİSİ VARDIR VE…”

Uluslararası İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğunu 10 yıl süreyle üstlenen Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç, sermaye-sanat ilişkisini Skylife Business okurları için değerlendirdi.

Uluslararası İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğunu 2007’den itibaren 10 yıl süreyle üstlenmek çok büyük bir karar. Kaldı ki 10 yıl için milyonlarca dolarlık bir yatırımdan bahsediliyor. Bu karar nasıl verildi?

İstanbul Bienali, sanat çevrelerinde büyük saygı gören ve uluslararası boyutta kabul edilmiş bir etkinlik. Ülkemizde gerçekleştirilenler arasında da, Bienal, yurtdışında en fazla ses getiren ve yabancı basında en fazla yer alan sanat etkinliklerinden biri. Ayrıca, İstanbul’un ve ülkemizin tanıtımı için de çok önemli. Sponsorluk kararımızın altında yatan ana etken, İstanbul Bienali’nin bu başarısı ile Koç Toplululuğu’nun misyon ve vizyonunun birebir örtüşmesi. Burada bir önemli nokta var; İKSV ile anlaşmamız gereği sponsorluk bedeli konusunda bir açıklama yapmadık. Yani yapılan yatırım sadece Bienal sponsorluğu karşılığında verilen bedelle sınırlı kalmıyor. Bienal’in tanıtımı açısından da ciddi bir misyon üstleniyor ve iletişim çalışmaları için üstümüze düşeni yapıyoruz. Bunun yanında, hem Vehbi Koç Vakfı hem de Topluluk şirketlerimizle çeşitli alt projeleri sahipleniyor ve ek sponsorluklarla Bienal’e destek oluyoruz.

10. Uluslararası İstanbul Bienali’ni 6 bini yabancı, 100 bine yakın kişi ziyaret etti. 35 ülkeden 600’e yakın basın mensubu Bienal’i gezdi. Yerli basın ise konuyu aylarca işledi. Bunları değerlendirdiğinizde, sponsorluğumuza değdi diyor musunuz?

Belirttiğiniz gibi, 2007 Bienali’nde ziyaretçi sayısı bir önceki Bienal’e göre ikiye katlanarak neredeyse 100.000’e ulaştı. Daha yoğun bir iletişim kampanyası yapmamızın bunda önemli bir rolü var. Bunun yanı sıra 10. Bienal, medyada öncekilere nazaran daha geniş şekilde yer aldı. Bütün bu göstergeler, doğru bir iş yaptığımıza işaret ediyor. Bu yıl, İKSV ile ortaklaşa çalışarak ziyaretçi sayısını daha da artırmayı hedefliyoruz. Biz Bienal sponsorluğunu 10 yıl boyunca üstlenerek, güncel sanat ile Türk insanını yakınlaştırmayı, güncel sanatı daha fazla insanın günlük yaşantısına sokmayı amaçladık. Yıldan yıla ilginin arttığını ve bunda desteğimiz olduğunu görmek elbette memnuniyet verici.

Koç Holding’in desteğiyle İstanbul ve çevre illerdeki üniversitelerden 18.000 öğrenci 10. Uluslararası İstanbul Bienali’ni bilet almadan gezdi. 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni de yine Koç Holding’in desteğiyle tüm üniversite öğrencileri ücretsiz gezebilecek. Bu bir tür direnme mi? Kamusallaştırma adına…

Bizim 80 yılı aşkın bir kurum ve marka olarak, Koç Topluluğu’nu genç kuşaklarla buluşturmak gibi bir hassasiyetimiz var. Bu hassasiyetimizi sosyal sorumluluk projeleriyle ortaya koyuyoruz. Bienal dışında, gençler için oluşturduğumuz ve yıllardır sahiplendiğimiz kendi projelerimiz var. KoçFest gibi... Sponsorluktaki en önemli hedeflerimizden biri, güncel sanatın toplumun birçok kesiminde daha iyi anlaşılmasını sağlamak. Dolayısıyla bu tür çalışmaları desteklemekten mutluluk duyuyoruz. İnsanların zaman içinde Bienal’leri takip etmekten ve güncel sanat aktivitelerine katılım göstermekten zevk alacağına inanıyoruz. Bu tür faaliyetlere halkın her kesimden geniş katılım sağlanması oldukça önemli. İlgiyi artırmak istiyorsanız kolay ulaşabilir hale getirmelisiniz. Üniversite öğrencilerinin ücretsiz girişi böyle bir proje. Sanat öğretmenleriyle yapacağımız atölye çalışmaları ve 6 - 14 yaş grubu için başlattığımız etkinliklerin ana hedefi de bu.

Sanatı kamusallaştırma; yani sanatın şehri dönüştürmesi için o şehre ve o şehrin sakinlerine nüfus etmesi… Bienalden hareketle güncel sanat şehre nasıl ve ne kadar sirayet ediyor, şehri nasıl dönüştürüyor? Ya da dönüştürebiliyor mu?

Bienal’in çok belirgin bir güncel sanat boyutu var; yeni ve yaşayan bir sanat biçimi, güncel, interaktif, yenilikçi, uluslararası boyutu olan, toplumsal sorunlara duyarlı, iletişime açık ve hayal etmeyi teşvik eden… Güncel sanat erişilmez, anlaşılmaz ve soğuk algılanıyor. Oysaki toplumu ve sorunlarını konu alan, özü itibariyle sokaktaki insana yakın duran bir sanat dalı. Gençlerde güncel sanat bilincini oluşturmak çok önemli. Çünkü güncel sanat; düşünen, yaratıcı, üretken, özgür ve yenilikçi bir nesil oluşmasına yardımcı olacak. Bu bağlamda, İstanbul Bienali’ni, Türkiye’de bu sanatla henüz tanışmamış insanları harekete geçirebilecek kapsamlı bir sanat etkinliği olarak değerlendiriyoruz. Daha iyi tanıtılmasını sağlayarak merak uyandırmayı, genç nesillerimizde müze ve galeri kültürünün gelişmesini, güncel sanata karşı duyulan genel ilginin artırılmasını hedefliyoruz. Dolayısıyla, sorunuza ‘Evet, zaman içerisinde güncel sanat kenti dönüştürüyor’ diye cevap verebilirim.

Küratör Ali Akay bir sempozyumda “Sanat sermayenin en kuvvetli olduğu yerlerde, dönemlerde olur” demiş ve eklemişti: “Paris, sermaye merkezi olmadan kültür merkezi olabilmiş ender şehirlerden biridir” Katılıyor musunuz? Sermaye - sanat ilişkisini İstanbul üzerinden nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, sanat ile sermayenin bir ilişkisi vardır ve Paris’in bu açıdan bir istisna olduğu da doğrudur. İstanbul da, şu anda dünyanın en gözde sanat merkezlerinden biri ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti sıfatına sahip. Bu özelliğini daha çok, yüzyıllardır birçok medeniyete yapmış olduğu ev sahipliğine ve bu medeniyetlerden elde ettiği mirasa borçlu. Son dönemlerde de çeşitli vakıfların ve özel kuruluşların sanata yapmış olduğu büyük yatırımlar var. Ancak, sanatın en büyük sermayesinin; toplumdaki sanat bilinci, sanata karşı duyulan ilgi ve merak düzeyi olduğunu düşünüyorum. Bizim gibi, ‘sermaye’ adı altında nitelendirdiğiniz gruplara düşen en büyük görev, toplumumuzdaki sanat bilinci seviyesini artırmak olmalı.

Serbest piyasa ekonomisi; vakıflar, şirketler, kurumlaşmalar… Miladı 24 Ocak 1980 kararları olarak düşünürsek; ki ülkemizin ilk özel müzesi Sadberk Hanım da Vehbi Koç Vakfı desteğiyle aynı yıl açıldı. Bastırılmış müteşebbislik ruhu 80’den sonra açığa çıktı ve Koç ailesi de hızlıca harekete geçti diyebilir miyiz?


Vehbi Koç Vakfı’nın kuruluşunun üzerinden tam 40 yıl geçti. Vakfımızın kurulduğu ilk yıllardan itibaren başta kurucumuz Vehbi Koç olmak üzere, gerek aile bireyleri, gerekse sektörlerinde liderlik üstlenen öncü şirketlerimiz aracılığıyla aralarında kültür-sanatın da olduğu pek çok alanda topluma hizmet vermek için çaba harcadık. Bu çabamız halen devam ediyor. Sadberk Hanım Müzesi 1980’de açılsa da, binanın müzeye dönüştürülme fikri 1970’lerin ikinci yarısının başında doğmuş ve nitekim müze için hazırlıklar ve restorasyon çalışmaları 1978 yılında başlamıştır. Vakfımız büyüdükçe ve toplum için ürettiği değer arttıkça, yıllar içinde sadece kültür - sanata değil; eğitim, sağlık ve özellikle son yıllarda artan bir şekilde çevreye yaptığımız yatırımlar da hızlanmış ve gelişmiştir. Bugünkü Bienal sponsorluğumuzu da bu gelişim sürecinin bir devamı olarak görmekteyiz.

‘Tanas Berlin Türk Çağdaş Sanatlar Galerisi’, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Türkiye’de Güncel Sanat’ sergi ve monografi dizisi, 10 yıllık bienal sponsorluğu ve açılması beklenen ‘Çağdaş Sanat Müzesi’ birlikte düşünüldüğünde Koç Holding Türkiye’de güncel sanatın neferi olma iddiasında diyebilir miyiz?

Bizim Koç Topluluğu olarak yönümüz, gözümüz hep ileride. Bienal de toplumların ilerlemesi için önemli odak noktalarından biri olan kültür-sanat alanı içinde. Kültür ve sanatın özünde yaratıcılık ve özgür düşünce var. Biz bu sponsorluk ile güncel sanat aracılığıyla bir konuşma ve tartışma ortamının oluşmasını, gelişmesini ve sanatçıların kendilerini özgürce ifade etmeleri için fiziksel imkânlara kavuşmasını destekliyoruz. Böyle bakınca, bizim odağımızda kültür ve sanat etkinliklerine Koç markaları adına ve ailemiz adına destek vermek yer alıyor. Bu alandaki çalışmalara katkıda bulunmaktan ve çorbada tuzumuzun olduğunu bilmekten son derece gururluyuz.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSİNESS /EKİM 2009

YENİ BULUNTULAR İZİNDE AFRODİSYAS

Afrodisyas’a ilgimiz dalgalı bir deniz gibi. 1961’den bu yana kimi zaman merakla bekliyoruz Antik Kent’ten gelecek haberleri; kimi zaman da hiç ilgilenmiyoruz yeni buluntularla... Afrodisyas Müzesi’nin 24 Ekim’de yenilenmiş haliyle açılacağı bahanesiyle son buluntuların izini sürdük. Sizin yerinize de…

Yıl 1958. Aylardan Eylül. Zamanın Başbakanı Türkiye’nin en büyük barajı Kemer’i hizmete açacak. Haberi alan Hayat Dergisi, muhabiri Ara Güler’i apar topar Aydın’a yollar. Validen bir araba ve bir şoför alan Güler çekimi tamamlayıncaya kadar akşam çöker. Kaybolurlar. Nihayet bir dağ köyü bulup kahveye girer ikili. Roma sütun başlığı üzerinde iskambil oynamaktadır köylüler. Sabah olunca köyü şöyle bir gündüz gözüyle dolaşır Ara Güler. Lahitlerin içinde üzüm ezenlerle Hipodrom’da çift sürenleri fotoğraflar. Köy Geyre’dir. Dönüşünde önce Sabahattin Eyüboğlu, sonra da zamanın Arkeoloji Müzesi Müdürü Rüstem Doyuran’a gösterir resimleri. Çözemez kimse, bilemez yeri. Güler’in aklına Architectural Review Dergisi gelir. Resimleri yollar. Bir vakit sonra Amerika’daki Horizon Dergisi’nden telgraf… Gerisin geri köye gider Güler, aynı şoförle. Dergi ‘very well known’ yazar isteyince Prof. Dr. Kenan T. Erim bulunur. Ve Erim, o günden sonra Afrodisyas’ı yazmayı bırakmaz hiç. Ölümüne kadar…

Bu hikâye, Afrodisyas’ın kendisinden daha tanıdık, daha bilindik. Çünkü Antik Kent Afrodisyas, Aydın iline bağlı Karacasu ilçesinin Geyre Beldesi’nde ve epey uzakta merkeze. Tanrıça Afrodit’e adanmış Kent, Yunan ve Roma dönemine ait arkeolojik sitelerin en önemlilerinden biri olmasına rağmen ülke gündemine de uzak bu nedenle. Yıllardır Geyre Vakfı’nın desteğiyle süren kazılar, her sonbahar yeni bulgularla nihayetleniyor. Ama yeni eserler, Kazı Evi ya da Müze Depoları’na kaldırıldığından gelişmeleri pek fazla kişi takip edemiyor. Paha biçilemeyen sayısız kalıntının merkezi olan Afrodisyas’ın bugüne dek yalnızca dörtte biri gün ışığına çıkarıldı. Tamamı için en az bir 100 yıl daha gerekli… Geçtiğimiz yıl Sebasteion Sevgi Gönül Salonu’nun açılışıyla dikkatimizi celbeden Kent, yenilenen müzesinin kapılarını 24 Ekim’de açıyor. Açılış öncesi müze hazırlıklarını ve Kazı Evi’nin mavi kapısı arkasında bekleyen buluntuları, Skylife okurları için görüntüledik.


İstiridye Kabuğundaki Afrodit

Afrodit tapınağı ve Afrodit adına yapılan törenleriyle ün salan kentte, Afrodit’i betimleyen çok sayıda kabartma ve heykel var. ‘İstiridye Kabuğundaki Afrodit’ de bunlardan biri. Şu anda Kazı Evi’nin koruma ve restorasyon deposunda üzerinde çalışılan eser, ilk kazılarda ortaya çıkmasına rağmen henüz hiç teşhir edilmedi.

Mavi At

Sivil Bazilika’da 1970 kazıları sırasında bulunan ‘Mavi At’ heykeli, uzun yıllar depolarda bekledikten sonra nihayet geçen yıl Sebasteion Sevgi Gönül Salonu’nda teşhir edilmeye başlandı. Atın sürücüsünden geriye yalnızca sol üst bacak parçası kalmış olsa da genç adamın attan düşerken betimlendiği anlaşılıyor. Eser, antik heykeller arasında dörtnala giden bir atı betimleyen tek mermer örnek olması nedeniyle önemli.

Restorasyon sürüyor

M.S. 1. yüzyılın ortalarında Roma İmparatorları ve yerel tanrıça Afrodit onuruna inşa edilen Sebasteion, gerçek insan boyutlarında 200 yüksek kabartma mermer panoyla süslüymüş. Bu 200 kabartma panodan 80 kadarı 1979 yılından itibaren kazılarda peyderpey ortaya çıkarıldı. Kabartmaların M.S. 1. yüzyılın ortalarında Roma İmparatorları ve yerel tanrıça Afrodit onuruna yapıldığı tahmin ediliyor. Bulunan 80 kabartmanın büyük bir kısmı, uzun süre bekledikten sonra 2008’den itibaren Sebasteion Sevgi Gönül Galerisi’nde sergilenmeye başlandı. Ama Kazı Evi’nde hiç teşhir edilmemiş ve restorasyonu devam eden örnekler de mevcut. Konuları geniş ve çeşitli olan kabartmalar, daha çok Afrodit ve Truva gibi önemli kişileri betimliyor.

Yeni müzeye doğru…

Kazıların başlangıcında inşa edilen Afrodisyas Müzesi kalıntıların zenginliği nedeniyle yetersiz kaldığı için, Mimar Cengiz Bektaş’tan müzeyi yenilemesi istendi. Şubat 2009’dan beri çalışmaları süren Afrodisyas Müzesi, 24 Ekim’de yeniden ziyarete açılıyor.

Afrodisyas’ta geç yerleşim

2009 kazıları sırasında gün ışığına çıkan küçük bronz kürek, kandil ve oyun taşı gibi eserler, M.S geç 5.yüzyıl ile erken 6. yüzyıla tarihleniyor. Bazilika koridorunun taban seviyesinin altında bulunan bu parçalardan, Afrodisyas’ta geç ve medeni yerleşimler olduğu anlaşılıyor.

Heykeltıraşlık Okulu

M.Ö 1. yüzyılda faaliyete başlayıp, M.S. 5. yüzyıl erken Bizans Dönemi’ne kadar varlığını sürdüren Afrodisyas Heykeltıraşlık Okulu’nda üretilen heykel ve kabartmalar dünyaca ünlü. ‘Flüt Çalan Adam’ başı da, diğer pek çok örnek gibi Müze Deposu’nda bekleyen ilginç heykellerden biri.

Ağlayan Kadınlar Lahiti

24 Ekim’de açılacak Afrodisyas Müzesi’nde sergilenecek eserler arasındaki ‘Ağlayan Kadınlar Lahiti’, daha önce hiç teşhir edilmedi. 1994 yılı kazılarında Doğu Nekropol’de kırılmış bir halde bulunan lahitin restorasyonu yeni bitti. Lahitteki kadınlar giyinmiş kuşanmış bir halde yas tutup ağlıyorlar. Aynı konunun bir başka örneği de İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte.

Keçi Sağan Köylü

2009 yılı kazılarında ortaya çıkan önemli parçalardan biri de ‘Keçi Sağan Köylü’yü tasvir eden mermer sütun başlığı. Geç Roma dönemine ait önemli buluntulardan biri olan başlığın M.S 4. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Bir köylü ile keçisini tasvir eden başlık; Afrodit Tapınağı’nın ön avlusunun anıtsal kapısı ile Sebasteion’un girişi arasındaki Tetrapylon Caddesi’nde mermer duvar kaplamaları, cam duvar mozaikleri ve duvar resimlerinin yoğun olarak bulunduğu bir bölgede ele geçirilmiş.

Sebasteion ayağa kalkıyor

Afrodisyas’ın en önemli anıtsal yapılarından biri Sebasteion, diğer adıyla ‘İmparator Tapınağı’dır. Günümüzde sürdürülen araştırma ve koruma çalışmalarının odağındaki yapının ayağa kaldırılma çalışmaları sürüyor. 2005’te başlayan çalışmalar en geç 2011’de bitecek ve yapı ayağa kalkacak.

Sakallı Genç Adam portresi

Birinci yüzyılın sonlarına tarihlenen Afrodisyas Bazilikası’nın güney ucu, yakın tarihli kazıların odak noktası olan oldukça özenle süslenmiş bir salondan oluşmakta. New York Üniversitesi kazı ekibi burada, M.S yaklaşık 160 – 200 yıllarına ait başarılı bir portre heykel başı buldu. Derin oyulmuş kıvırcık saçlarıyla dikkat çeken ‘Sakallı Genç Adam’ın gözleri adeta canlı gibi. Eser, bireysel üslupla mermer portre yapma tekniklerini ustalıkla bir araya getirmesi bakımından önemli.

Oyun taşları

Son kazılarda bulunan oyun taşı, kandil ve bronz kürek gibi küçük eşyalar, M.S geç 5. yüzyıl ve erken 6. yüzyıla tarihleniyor. Afrodisyas Bazilikası koridorunun taban seviyesinin altından çıkarılan ve Müze Deposu’na kaldırılan bu eserler, dönemin yaşayışı hakkında fikir vermesi bakımından önemli.

Önümüzdeki sezon

Bu yıl için sona eren arkeolojik kazılar; önümüzdeki sezon Afrodisyas Bazilikası’nın mimari yapısının araştırılması, Sebasteion Caddesi kazıları ve Hadrian Hamamları konservasyonuna ağırlık verecek.

Pişmiş toprak pipo

Erken 20. yüzyıla ait olduğu düşünülen pişmiş toprak pipo, Afrodit Tapınağı’nın ön avlusunun anıtsal kapısı ile Sebasteion’un girişi arasındaki Tetrapylon Caddesi kazıları sırasında bulundu. Aynı kazılarda iyi korunmuş Bizans ve Geç Roma Sokak seviyeleri üzerinde 800 sikke de ele geçirilmiş. Antik kentte Osmanlı devrine ait ticari hayatın varlığını ortaya koyan bu sikkeler, 15. ve 16. yüzyıla tarihlenmekteler.

İki boğa ve bir aslan

Bazilika’nın güney salonu buluntularından biri de muhtemelen M.Ö 7. yüzyılda bir felaket sonucu yıkılan bloklar arasında sıkışmış paye ve üzerindeki kemer. İlk yıkıldığı haliyle ve tüm parçalarıyla bulunan eserin konservasyon ve restorasyonu Kazı Evi’nde sürüyor. Alışılagelmemiş bir tasarıma sahip olan paye başlığında iki boğa ve kükreyen bir aslan figürü var.

Başsız heykel

New York Üniversitesi’nin Afrodisyas’ta yürüttüğü kazı çalışmalarının amaçlarından biri, ziyaretçilerin Antik Kenti orijinal haliyle algılamalarını sağlamak. Roma İmparatoru Hadrian’ın Afrodisyas’ı ziyareti anısına yapılan Hadrian Hamamları’ndaki heykeller, bu niyetle orijinal yerlerine dikilmeye başlandı. Dikilen ilk heykel, Afrodisyas Heykeltıraşlık Okulu’nun özelliklerini yansıtan başsız bir erkek bedenine ait. Asılları depoda bulunan heykeller; çimento, mermer tozu ve beton karışımdan yapılıyor.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE EKİM/2009

.................

KENTLER ANILARIYLA YAŞAR

Asansörden yer döşemesine, merdivendeki çiğdem tanesinden aynadaki su damlasına... Her şeyle tek tek ilgileniyor Nazan Ölçer. Eline kâğıt havluyu alıp aynanın üzerindeki su damlalarını silerken “Biraz titizimdir ben...” diyor. Sadece titiz mi? Disiplinli, otoriter, çalışkan ve mükemmeliyetçi. 2003’te Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğü’nü üstlendiğinden bu yana yaptıkları, hepimizin malumu. O malum işler için önce çevre diyor Ölçer: “Picasso’nun torununun arkadaşı benim arkadaşım olmasaydı Picasso Sergisi mümkün olmazdı. İlişkiler çok önemli bu işte.” Bu da mesleğe yeni atılanlara bir tavsiye... Şimdi elini Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’ne attı Ölçer. İlk kez 1969’da gittiği ve adeta vurulduğu Mardin’in müzesini, kızının çeyiz sandığını yerleştirir gibi hazırladı.

Oluyor mu, içinize siniyor mu?

Hiçbir zaman olmaz ki... Hep daha fazlasını arar benim gözlerim. Bir sürü eksik var ama açılışa kadar tamamlanacak. Zaten ekip çok iyi, başka bir ihtimal yok.

Sabancı Vakfı, Mardin Kent Müzesi’ni tamamlamaya karar verdiğinde, kendi kendinize sorduğunuz sorular nelerdi? Ve tabii onların cevapları...

İlk önce binanın bir müze olabilmesi için neler yapabileceğimizi araştırdık. Restorasyon, mimari kurgu, sergi kurgusu el ele gitmeliydi. Elde olan ve ele geçebilecekler üzerinden hareket ettik. Mardinlileri kendi müzelerine katkıda bulunmaya çağırdık. Ortak Mardin kimliğini yakalamamız gerekiyordu. Mükemmel bir binamız vardı ama malzememiz azdı. Bazen elinizde depolardan taşan yüzlerce eser vardır, nereye nasıl yerleştireceğinizi şaşırırsınız. Burada tam tersi oldu. Yüzlerce metrekareyi nasıl dolduracağımız önemli bir soruydu.

Nasıl doldurdunuz?

Eskiye çok ulaşamadığımız için günümüzden yola çıktık. Şu anki kültür üzerinden eskiye doğru gittik. Taş ve bakır ustalarının balmumu canlandırmalarını yaptık. Müze teşhirinin bir sahneleme olduğundan hareketle Sahne Tasarımcısı Metin Deniz’le çalıştık. Çok da iyi yaptık. Eski dibekler, mutfak malzemeleri, altın ve gümüş yapım aletleri bulduk. Mardin’den pek çok kişinin eski Mardin geleneklerini anlattığı bir belgeselden faydalandık. Eksiklerimizi Mardin’de kapı kapı dolaşarak tamamlamaya çalıştık. Şu anda müzede 300’den fazla parça var ve sayı her geçen gün artıyor.

Bir kentin müzesi olması neden çok önemli?

İnsan anılarıyla yaşıyor. Kentler de. Kent biricik olmalı, diğerine benzememeli ve bu durum kentin dokusuna sinmeli. İşin çıkış noktası bu. İnsanlara yaşadıkları yerin biraz öncesini anlatmak çok önemli. Farkındalık ve aitlik hissi oluşturmak...

Kent Müzesi kavramı dünyada nasıl gelişti?

Fransız İhtilal’i sonrası ortaya çıkan; halk kültürlerine eğilmek, dil ve geleneklerin kökenine inmek gibi eğilimlerle başladı her şey. Avrupa’nın pek çok yerinde halk kültürü müzeleri peş peşe açıldı.

Peki Türkiye’de?

Bizde bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladı. Karanlıkta ve el yordamıyla… ‘İşin özü Anadolu’dur’ deyip Anadolu’daki kültürlere yönelmek Cumhuriyet’in felsefesine de uygundu. Yalnız ne yazık ki başarıyla süren saha çalışmalarının devamı gelmedi. Toplanan malzeme korunamadı. Bu yüzden Türkiye’de kent müzesi araştırmaları biraz geç başladı. Her şey kaybolup gittikten sonra… Mardin şanslı. Bir kere MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) müthiş bir hemşerilik bilinciyle hareket ediyor.

Kent müzesinin olmazsa olmazları neler?

Kent müzeleri, halk kültürünü yansıtmak zorunda. Tarım, ev yaşamı, yemek kültürü, yerel mimari, mutfak kültürü... Gümüş, maden ve taş işçiliği… Eksik kalan, arkeoloji ile günümüz arasındaki zaman. Yani yakın tarih. Yüz seneden geriye giderseniz o bir biçimde sanat tarihinin alanına girer. Eksik halka yakın tarih ve o da unutulmaya en müsait olanı. Kent müzesi mutlaka yakın tarih belleğini yakalamalı.

Bir müze nasıl kurulmaz?

Bu işin olmazsa olmazı koleksiyondur. Müze gereksinimini koleksiyon meydana getirir. Önce malzemeniz olacak, sonra ona uygun bir mekân arayışına gireceksiniz. Ama bizde tersinden işler süreç. Önce bina yapılır, sonra içi doldurulmaya çalışılır. Öyle şey olmaz. Kesinlikle olmaz.

Genelde eldeki binalar kullanılıyor…

O bile değil. Öyle şeyler yapılıyor ki… Ortada ne bir koleksiyon, ne de müze talebinde bulunan bir toplum var. Sadece müze sahibi olmanın getirdiği prestij söz konusu. O prestij düşünülerek, özellikle Yakın Doğu Ülkeleri’nde tanınmış mimarlara büyük paralarla binalar yaptırılıyor. Boş boş binalar. Ondan sonra da o binaları doldurmaya çalışıyorlar.

En tehlikeli tarafı ne?

İşin en tehlikeli tarafı, bunu bir business, bir iş olarak görmek. Paranın olduğu ama müze talebinin olmadığı ve müze gerektirecek malzemenin bulunmadığı ülkeler için tehlikeli girişimler bunlar. Belki çok güzel yapılar çıkıyor ortaya ama içleri boş oluyor. Talep, merak ve malzeme yoksa muhteviyat eksik kalıyor. Talep eden bir cemaat olmalı. Yoksa kendi kendinize müze kurar, eserlere tek başınıza bakarsınız.

Peki; kentin bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi varsa ama malzemesi eksikse; Mardin’deki gibi…

Mardin’in bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi var; hatta fazlası var, eksiği yok. Onun için buradayız zaten.


Hüsnü Paçacıoğlu (Sabancı Vakfı Genel Müdürü)

Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nin inşaat, restorasyon ve tefrişi için Sabancı Vakfı tarafından bugüne kadar yapılan harcamaların toplamı 7 milyon TL’ye ulaştı. Tabii burada unutulmaması gereken ve en az bina kadar önemli olan, müzenin uygun bilgi ve objelerle donatılmasıdır. Mardin Valiliği, MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) ve Mardinlilerin bu konuda gösterdikleri ilgi ve katkı ilerisi için büyük umut vermektedir.


Hasan Duruer (Mardin Valisi)

Mardin’e kimliğini geri kazandırmak istiyoruz. Hedef 2023’te Unesco’nun tarihi kentler listesine girmek ve Avrupa Kültür Başkenti olmak... Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi bizim için ayrıca önemli. Müzenin çevresini pilot bölge ilan edip orada ciddi bir altyapı çalışması yaptık. Tüm tesisatları yenileyip direkleri yeraltına aldık. Önümüzdeki günlerde Valilik makamı müzenin karşısındaki Vali Konağı’na taşınıyor. Eski Şehir’deki betonarme binaları tek tek yıkıyoruz. Heykeltıraş Rodin gibi fazlalıkları atıyoruz; şehrin güzelliği ortaya çıkıyor. Önce yaşadığımız yer, sonra yaşadıklarımız değişiyor.

Dilek Sabancı Sanat Galerisi

Müzenin alt katındaki Dilek Sabancı Sanat Galerisi, önümüzdeki bir yıl süresince ‘Doğa İnsan ve Deniz’ başlıklı sergiyi ağırlıyor. Sabancı koleksiyonundan gelen eserler arasında Bedri Rahmi’den Devrim Erbil’e, Mehmet Güleryüz’den Ömer Uluç’a, Abidin Dino’dan Selma Gürbüz’e pek çok önemli ismin tablosu yer alıyor.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ EKİM 2009

.........

İSTANBUL’DA ÇAĞDAŞ SANAT ALTERNATİFLERİ

İstanbul bir çağdaş sanat şehri. Geçtiğimiz ay başlayan 11. Uluslararası İstanbul Bienali ve ona paralel sergiler vesilesiyle daha derinden hissedildi bu. Galeriler ve müzeler zaten hepimizin malumu. Onları görmemek, bilmemek ne mümkün... Lakin işin bir de görünmeyen yüzü var. Şehrin dört bir yanına dağılan bağımsız sanatçı inisiyatifleri işte tam oradalar. Genç, deneysel, bağımsız, disiplinlerarası ve alternatifler… Neye alternatif? Cevabı almamız yakın. Zira şehir, 2-6 Ekim tarihleri arasında ‘1. Uluslarararası Sanatçı İnisiyatifleri İstanbul Buluşması’na ev sahipliği yapacak. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti ve Art Pie işbirliğiyle Kadırga Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek etkinlik epey yoğun geçecek. Bu vesileyle şehrin bağımsız sanatçı inisiyatiflerine şöyle bir göz atmak iyi gelebilir. Özellikle sanatsevere…

KENDİNE AİT BİR ODASI OLANLAR

Virginia Woolf, erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları o ‘ezici’ soruya -“Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”- esaslı bir cevap verir. Bir kitap yazarak: ‘Kendine Ait Bir Oda’. Eğer der orada; “Bir kadın yazmak istiyorsa önce para kazanıp kendine ait bir oda sahibi olmalı.” Galiba durum bağımsız inisiyatifler için de biraz böyle. Gerçi mekân sahipliği birtakım finansal problemleri çorap söküğü gibi getiriyor beraberinde. Ama yine de umut var.

İstanbul’daki alternatif çağdaş sanat mekânlarının en eskisi hayatını 1999’dan bu yana Tünel’deki Şeh Bender Sokak’ta sürdüren Apartman Projesi. 2002’de kurulan Galataperform civardaki bir diğer inisiyatif. Büyük Hendek Caddesi’ne mevzilenen mekân, farklı sanat disiplinlerini bir araya getirmesiyle gözde. Şimdilerde taşınma telaşında olan BAS da o yakınlarda. Meşrutiyet Caddesi 166 numarada…

1996’dan bu yana kendi sergilerini örgütleyen sanatçı topluluğu Hafriyat da evlenip barklandığından beri alternatif mekânlar arasında. Hafriyat’ın Karaköy’deki evinde bağımsız bir sanat ortamında olması gereken her şey var. Güncel sanat takvimi LiST’in ebeveyni PiST, köklü galeriler yuvası Nişantaşı’na sadece yürüme mesafesinde. İstanbul sanat sahnesinin bir diğer bağımsız inisiyatifi :mentalKLİNİK ise Ihlamur Yolu’ndaki Opera Palas Apartmanı’nda kelimenin tam anlamıyla gizlenmekte. 2008 Şubat’ında İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’na (IMÇ) adeta uçan daire gibi inen 5533 de yerleşik hayatın tadını çıkaranlardan...


YERİ YURDU OLMAYANLAR



Mekân sahibi inisiyatifler; kirasından faturasına, sergisinden temizliğine pek çok sorumlulukla çepeçevre. Bu sebeple yerleşik hayatı benimsemeyenler epey fazla. Bunlardan biri, 2006’dan beri Tepebaşı The Marmara Pera’nın çatısında duran ekran. Adı YAMA. Bir diğer evsiz de adresi sürekli değişen MASA. Müessese, adı üstünde bir masadan ibaret. Bir de türlü hevesle kurulup sonra mekânsız kalan girişimler var. Bir apartman dairesindeki 5 yıllık ikametin ardından çatısızlığı tercih eden Oda Projesi onlardan.

Dijital kültür alanında yerel üretimi destekleyen NOMAD, ülke gündemine cevap veren sticker’larını e-mail yoluyla yaygınlaştıran Atılkunst, kendini inisiyatif olarak tanımlamayan ama kâr amacı da gütmeyen Kurye, en geniş anlamıyla bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan Kop-Art ve endüstriyel sanat anlayışına karşı olan Videoist bağımsız çalışmalara imza atan diğer mekânsızlar. Artık, Sanatorium, Caravansarai, Daralan, Daire Sanat, ARK Kültür, URA ve İstanbul Çağdaş Sanat Müzesi de bir şekilde dâhil edilebilir listeye. Eğer bunlar gözünüze az geldiyse o zaman buyurun sıra sizde…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EKİM 2009

“CAZ HAYATIN KUTLAMASI”

Bu yıl 19. su düzenlenen Akbank Caz Festivali, ‘Şehrin Caz Hali’ sloganının hakkını vererek başladı. Festivalin en neşeli konseri 24 Ekim Cumartesi akşamı 21.45 itibariyle gerçekleşecek. Kamerun kökenli bas sanatçısı Richard Bona’nın deyişiyle o gün ‘İstanbul’u bir kutlama bekliyor.’ Kabına sığmayan bir kutlama…


Sahnede nasıl bu kadar neşeli olabiliyorsunuz? Genel olarak hayat size eğlenceli mi geliyor yoksa yalnızca sahnede mi geçerli durum?

Neşemin nedeni genel olarak müzik. Çünkü aslında müziğin kendisi eğlence. Ne zaman sahneye çıksam mutlu oluyorum. Sahnede müzik yaparken kendimi muhteşem hissediyorum, müzik benim için bir kutlama adeta. Aslında müzik yaparak yaşamı kutluyoruz. Yaptığımız türe bu nedenle caz diyoruz; caz bir anlamda hayatın kutlanması. Müzikle ilgili pek çok kişinin bilmediği şey; müziğin kendimizi daha iyi hissetmemizi sağladığı… Gerçekten müzik iyi hissettiriyor.


İlk gitarınızı beş yaşında bisikletçiden tel çalarak yapmışsınız. Bu tür denemeleriniz, yani enstrümanlarınıza müdahaleleriniz devam ediyor mu?

41 yaşında bisikletçiden parça çalabilir misiniz? Çocukken yapıyordum çünkü gitarıma malzeme sağlayabilmek için bu tek yoldu. Ama artık satın alıyorum ya da başkaları bana yeni, güzel ve özel gitarlar hediye ediyor. Yani çalmama gerek yok; ayrıca bunu yapsam sanırım hapse girerim. Şaka bir yana gitarımın sesinin daha iyi olması için birtakım oynamalar yaptığım oluyor hâlâ.


Kariyeriniz için dönüm noktası geçmişinizin neresinde saklı?

Beni ayakta tutan şey, hâlâ en sevdiğim işi yapıyor olmak. Müzik… 41 yaşındayım ve hâlâ Pazar sabahları büyükbabamın balafonumu çalmam için beni kiliseye götürdüğü 5 yaşımdaki halimde gibiyim. Dönüm noktası da o kilisedir. Orada oturup bekleyemiyordum, yani orada oturup insanları mutlu etmeyi bekleyemiyordum. Bugün de aynı şekilde hissediyorum. Bu nedenle bu işe bir şeyler geliştiriyormuşum gibi bakmıyorum. Hepimizin bir amacı var ve ben sadece çalmak için sahnedeyim. Eğer sahnede eğlenmezsem yapabilecek bir şey kalmaz. Para ve ün bunun yerini alamaz. Aslolan eğlendiğiniz o an. Ve bunun yerini hiçbir şey tutamaz.


JÜLİDE KARAHAN

SONBAHAR MELANKOLİSİNE KARŞI CAZ

İstanbul; isli, puslu, ıslak ve serin bir mevsime teslim... Bu da yetmezmiş gibi erken erken kararmaya başladı hava. Ama şehirde, sonbahar melankolisini dağıtacak bir şey var: Akbank Caz Festivali. ‘Şehrin Caz Hali’ sloganını benimseyerek 15 – 25 Ekim tarihlerinde Pozitif organizasyonuyla gerçekleşecek festival derde derman nitelikte. Programın ağır topları niyetine; Terje Rypdal & Ketil Bjørnstad, Cecil Taylor, Joe Lovano Us Five, Marilyn Mazur, Richard Bona, Vassilis Tsabropoulos, Aki Takase, Jose James ve Fahir Atakoğlu’nu sayabiliriz.


CECİL TAYLOR: AVANGARD CAZ POLİTİZMDEN UZAKLAŞAMAZ!



1956’da yayınladığınız ilk albüm ‘Jazz Advance’tan bu yana müzik adına keşifleriniz neler? Özellikle çağdaş müzik ve avangart caz üzerine…


Bahsedilen neredeyse 55 yıllık bir periyot. Bu süre zarfında sayısız müzisyenle çalıştım. Çalıştığım ya da sadece dinleme şansına sahip olabildiğim sanatçılar bile müziğime çok şey kattı. Küçücük bir çocukken izlediğim Ella Fitzgerald’dan bu yana her geçen gün müziğin hızla değiştiğine tanıklık ettim. Miles Davis, Albert Ayler, Gil Evans, Bill Dixon ve festivalde birlikte çalacağımız Tony Oxley çağdaş caz müziğine yön verdiğini düşündüğüm ilk isimler.


Ornette Coleman’ın “Hadi müziği çalalım, altyapılarını değil” sözünü düşünürsek; avangart caz, ciddi politizmi bırakıp sanatsal yoğunluğa yöneldi diyebilir miyiz?



Bu tamamen tartışmaya açık bir konu. Sanatçıdan sanatçıya değişiklik gösterebilir. Hiçbir şey 20 sene önce olduğu gibi değil. 20 sene sonra da aynı olmayacak. Ancak avangart cazın politizmden tamamen uzaklaşması mümkün değil.


Müziğiniz tiyatro ve şiirle nasıl bir etkileşim içinde?



Konservatuar yıllarımdan bu yana şiir ve sahne sanatlarıyla ilgileniyorum. Özellikle şiirin müziğimde inanılmaz büyük bir etkisi var. Tiyatro ve dans da en az şiir kadar önemli. Şiir okumadan şiir üzerine müzik yapabilen ve dans etmeyi bilmediği halde insanları dans ettirmeye çalışan müzisyenleri hiç anlayamıyorum. Okuduğum binlerce kelimenin ardından ancak kısa bir şiir ortaya çıkarabiliyorum. Bu sürecin oldukça yorucu ve zor olduğunu eklemem gerek.


JOE LOVANO: HER ENSTRÜMAN KENDİ YOLUNU BULUR!



Dinleyiciye sunduğunuz müzik yolculuğunu nasıl tanımlıyor, daha doğrusu nasıl sıfatlandırıyorsunuz? Akışkan, coşkulu vs. gibi…



Son projemiz Joe Lovano Us Five’ın kesinlikle dinamik bir kurgu içerdiğini belirtmeliyim. Projedeki tüm parçalar ( aslında bu bir ilk ) bana ait olsa da gençlerin de içinde yer aldığı, enerjisi yüksek, coşkulu ve ritmik bir müzik yapmaya çalıştık. Ayrıca beş kişilik bir ekip olmamıza rağmen sık sık doğaçlamalar yoluyla farklı ikili, üçlü ve dörtlü kombinasyonlar oluşturuyoruz. Bu da zengin bir içerik sağlıyor.


Farklı enstrümanların birlikteliği sizin için, genel olarak müzik için ne ifade ediyor?


Us Five projemizde iki davul seti var. Bu bile başlı başına bir yenilik. Bahsettiğim farklı kombinasyonlar paralelinde her enstrümanın kendi yolunu bulması sanıyorum müziğimizin özünü oluşturuyor. Bazı parçalarda doğaçlama üzerinden, bazılarında biraz daha çerçevesi belli bir yapı içinde yol alıyoruz. Aslında çalınan enstrümandan ziyade, sahnede sergilenen müzikal tavır ve içerik önemli. Bu yüzden zaman zaman farklı enstrümanlar arasında müzikal anlamda bir mücadelenin olduğunu da düşünüyorum. Önemli olan egonun ön plana çıkmaması ve herkesin bir şekilde karşısındakine yeni kapılar açması...


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE EKİM 2009

.................

ANADOLU’NUN GENÇ MÜZİSYENLERİ

Gençler. Kıpır kıpırlar. Müziği seviyorlar. Bir süre sonra müziği sadece sevmek yetmiyor, yapmak da istiyorlar ve alıyorlar ellerine gitarı. Kafelerde, yurt odalarında, öğrenci evlerinde, tenefüslerde… Sohbetler hep müzik üzerine. Hâl böyle olunca amatörlükten profesyonelliğe, demodan albüme geçmeleri kaçınılmaz. Hatta kalburüstü yerlerde çalıp uluslararası festivallerin aranan isimleri olmaları da. Başka başka şehirlerden gelip pergelin bir ucunu İstanbul’a ve müzik dünyasına sabitledi onlar. ‘Günün birinde neden olmasın, belki siz de…’ diye hikâyelerini anlattılar bize.


GEVENDE / ESKİŞEHİR



Gevende, Eskişehir’de bir öğrenci evinde 9 sene önce kuruldu. Aynı evde yaşayan ve sadece kira ile faturaları paylaşmakla kalmayan grubun “müziğimizi de paylaşalım bari…” demesiyle, gitar ve vokali Ahmet Kenan Bilgiç; viyolayı Ömer Öztüyen; basgitar ve diğer vokali Okan Kaya; davul, tencere ve akustik mutfak eşyalarını Gökçe Gürcay aldı eline. En büyük avantajları şehrin kendisi. Eskişehir’de uzunca zaman bir barda çaldılar ve yavaş yavaş kendi parçalarını yapmaya başladılar. Sonrası Eskişehir, Ankara ve İstanbul Caz Festivalleri... Ve işlerini iyi yapan herkesin nihayetlendiği şehir: İstanbul. Şimdi hikâye tanıdık: Bir seneye yakın tüm yapım şirketlerini tek tek dolaşıp tam umudu keseceklerken şansları döner ve Baykuş Müzik’le kesişir yolları. İlk albümleri 2006 sonunda ele avuca gelir. Kompozisyon, beste,düzenleme ve kayıt; yani albümün her bir şeyi evde yapıldığından iade-i itibar gereği ‘Ev’dir ismi. Her ne kadar ikincisini yapmayı düşünmekonlara beyin jimnastiği ile oyun parkı arası bir şey gibi gelse de; an itibariyle kayıttalar.


KOLPA / ADANA


Barış Yurtçu, Cenk Taner Dönmez ve Bora Yeter; müziğe ilk adımı Adana’da attı. Ortaokulda başlayan müzik tutkularını lisede pekiştirip, 29 Ekim ve 19 Mayıs gibi özel günlerde Adana’daki Metro Sokağı Konserleri’ne katıldılar. Üstelik o zamanlar birbirlerine rakiptiler… Ama üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiklerinde biraz da hemşeri psikolojisiyle yola beraber devam etmeyi seçtiler. Şanslıydılar. İstanbul sahnesine çıkışlarının 5. senesinde, yani 2009 Mayıs’ında ilk albümleri ‘Hayat Senin’i kucakladılar. Şu sıralar 2. video klipleri ‘Koşa Koşa’nın çekimleriyle uğraşıyorlar.


BATI YAKASI / ÇANAKKALE


Batı Yakası’nın temelleri, 2003’te iki arkadaş Ergün ve Korhan’ın ellerine gitarı almasıyla atıldı. O zamanlar okulun bazı etkinliklerinde ve küçük kafelerde çalıyorlardı. Rock grubu kurmaya karar verdiklerinde biri, Ergün, mecburen davula geçti. Lise arkadaşları İlkay (elektrogitar) ve Tolga’yı (basgitar) da yanlarına alarak isimlerinin baş harflerinden oluşan E.T.K.İ.’yi kurdular. Onlar küçük küçük konserler verirken üniversite sınavı vakti de geldi. İlkay zaten o sırada Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde okuduğundan ne olursa olsun orası kazanılacaktı. Kazanıldı da… Derken ünleri Biga, Ayvacık, Bursa ve Gönen gibi çevre il ve ilçelere ulaştı. Ekip genişleyince yeni bir isim de gerekti. Çanakkale Türkiye’nin en batısında olduğundan oy birliğiyle ‘Batı Yakası’nda karar kılındı. 2008’de bir müzik yarışması birinciliğiyle albüm yolu açıldı. 14 Mayıs’ta ilk albümlerini çıkaran grup şimdilerde İstanbul-Çanakkale mekiğinde.


MANGA / ANKARA


Onları bir araya müzik getirdi. Daha önce yıllarca başka gruplarda çalmış gençlerin kendi şarkılarını yapma isteğiydi maNga’nın oluşumunu tetikleyen. Aralarında yolları başka başka gruplarla kesişenler de vardı hatta. Tüm bu kesişmelerin yaşandığı şehir ise Ankara. Ferman Akgül (vokal), Yağmur Sarıgül (gitar), Cem Bahtiyar (basgitar), Özgür Can Öney (davul) ve Efe Yılmaz (turntable) stüdyoya ilk defa 2001 kışında girdi. Çıkan ilk şarkı ise ‘Kal yanımda’ idi. ‘Sing Your Song’ adlı bir müzik yarışmasından haberdar olmaları, şarkıyı oraya yollamaları ve İstanbul’a gelmeleriyle işler ciddileşti. Bir hafta geçmeden kendilerini televizyonda buldular. Yarışma bittiğinde ikinci olmakla kalmamış, epey tanınmışlardı da… Ama Ankara’da. İki yıl boyunca kendi şarkılarını çaldılar bir barda. Lakin zaman geçiyor, kimse albüm lafı etmiyordu. Neyse ki talihleri bir festivalle döndü. Avrupa Gençlik Festivali’nde Hadi Elazzi ile tanışıp İstanbul yoluna düştüler. Yanlarına demolarını alarak tabii... Hadi Elazzi, şu anki yapımcıları Haluk Kurosman ile çocukluk arkadaşı çıkınca albüm uzaktan göründü. Sonrası malum. Bavulları yüklenip zor bir kararla Ankara’ya veda… İlk albümleri Aralık 2004’te ses verdi. ‘Bir Kadın Çizeceksin’in yükselişi, durmak bilmeyen röportaj ve televizyon programları… Daha şaşkınlığı üzerlerinden atamadan turne yolunda buldular kendilerini. Hâlâ da yollardalar…


REPLİKAS / İSTANBUL


‘Replikas’ ile sonuçlanacak tüm olay ve rastlantıların başlangıç tarihi 1988 yılının Eylül ayı. İlkokulu yeni bitirmiş ve tüm yaşıtları gibi ortaokul için bir dizi sınava girmiş olan Barkın Engin ve Gökçe Akçelik’in yolu, Cağaloğlu Anadolu Lisesi’ne başladıkları gün kesişir. Hızlıca gelişen dostluğun seyri, iki ay gibi kısa bir sürede ‘müzik’ gibi çok önemli bir ortak ilgi alanının doğmasıyla pekişir. Aradan bir sene geçtikten sonra da kararlar netleşir: Bir enstrüman çalmak şarttır. Fazla zaman geçmeden gitarlar alınır. Artık bir grup kurmanın zamanıdır. Ama ortada önemli bir sorun vardır: Müzikle ilgilenen tüm tanıdıklar gitar çalmaktadır, asıl ihtiyaç bir baterist ve bir basçıdır. Bu noktada devreye tesadüfler girer ve grup 29 Ocak 1993 günü kurulur. Ayrıl - birleş, eklen - eksil derken 1996’nın sonlarında ‘Replikas’ adı altında ilk albümün şarkıları yazılmaya başlanır. Düzenli konserlerle yavaştan yavaştan tanınan Replikas, 2000 yılında katıldığı bir yarışma arifesinde ansızın çalan telefon ve akabindeki görüşmeyle; aynı yılın son ayına ilk albümü yetiştirir. ‘Zerre’ye varacak uzun yolculuk başlamıştır artık.


REDD / İZMİT


Müzik yapma denemelerinin başladığı ilk şehir İzmit’tir. 1991’de İstanbul’a geldiklerinde yeniden biraraya gelen çocukluk arkadaşları Berke Hatipoğlu, Güneş Duru ve İlke Hatipoğlu; 1994 yılında Hayal Kahvesi’nde çalmaya başlar. 1996 Eylül’ünde resmen kurularak ilk albüm ‘50/50‘yi kendi kendilerine ve parça parça kaydeder ekip. Sonrası çorap söküğü gibi gelir zaten.


PİLLİ BEBEK / ANKARA



Cem Kısmet ve Ahmet Başbağlar Gazi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde öğrenciyken tanışır. Kantinde geçen müzik dolu saatlerin Ankara sokaklarına ‘Pilli Bebek’ adıyla sızması 90’ların ortalarında gerçekleşir. Bir davulcu arkadaşın ekibe dâhil olmasının ardından değişik bir şey dener grup. Ankara’nın Sakarya semtinde rock çalmak gibi… Epey dikkat de çeker. Ünleri kulaktan kulağa, şehirden şehre yayılır. Ankara’ya sığmayıp Anadolu’nun pek çok yerine konserlere giderler. Derken Türkiye’nin 42 il ve birçok kasabasında 2.000’den fazla sahne performansı yaparak 500.000’e yakın müziksevere ulaştıklarını fark ederler. 90’ların sonlarında artan dinleyici sayısı ve alınan olumlu tepkilerle çalışmalarını bir albümde toplamaya karar veren grubun ilk albümü 2000’de yayımlanır: ‘Uyandırmadan’.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET EKİM, 2009

...................

26 Ekim 2009 Pazartesi

KAYNAĞINA AKAN IRMAK: ANADOLU ATEŞİ


Uygarlıkların beşiği Anadolu’yu, 3000 halk dansı figürüyle dünyaya tanıtan Anadolu Ateşi, şimdi de İstanbul’u anlatmaya hazırlanıyor.



Hikâye tanıdık. Gazetelere verilen ‘dansçı aranıyor’ ilanı, 750 başvuru, seçilen 90 kişi… İki yıl boyunca günde en az 8 saatlik çalışma ve provalar… Kostüm, müzik, dekor derken 3 Mayıs 2001’de ilk gösteri. Ve o gün bugündür dilden dile, ülkeden ülkeye, gösteriden gösteriye büyüyen bir topluluk: Anadolu Ateşi. Ateşin bulunduğu, tekerleğin ilk kez döndüğü, paranın insan hayatına sızıverdiği topraklarda; kuvvetli bir duygunun peşinde onlar. Bir Türkiye dansı istiyorlar. Rehberleri bizzat Anadolu. Henüz yolun başındalar ama ipin ucunu yakaladıkları da herkesin kabulü. Devamını Anadolu Ateşi Genel Sanat Yönetmeni Mustafa Erdoğan’dan dinlemeli…


10 yıla kaç ülke, kaç gösteri ve kaç seyirci sığdı?



75 ülkeyi geçtik, 11 milyon seyirciyi aştık, 2500’ün üzerinde gösteri yaptık. Bu, benim beklentilerimin bile üzerinde.


Ve hâlâ ilk günkü gibi izleniyor. Aynı gösteriyi 3, 5, belki 10 kez izleyen vardır/mıdır? Nedir sırrı, tılsımı?



Benim bildiğim, Anadolu Ateşi’ni 18 kez izleyen bir yabancı çift var. Sanırım izlemeye devam ediyorlar da. Bu başarıyı en çok Anadolu kültürünün zenginliğine borçluyuz. O kadar zengin bir coğrafyada yaşıyoruz ki; hem tarihimiz çok köklü, hem edebiyatımız çok derin, hem halk müziğimiz çok renkli, hem danslarımız çok çeşitli. Bu miras ve birikim üzerinden ortaya çıkan eser elbette başarılı olacak. Sahne disiplini ve kullandığımız tekniğin evrenselliği de önemli tabii. Teknolojik gelişmeleri takip ediyor ve uyguluyoruz. Hem hikâyesi olan, hem de Anadolu’nun zenginliklerini öne çıkaran bir gösteri bu. Başarı kaçınılmaz.


3000’den fazla halk dansı figürü kullanıyorsunuz. Belki daha da fazla... Ama Anadolu sürprizlerle dolu. Araştırmalar devam ettikçe yepyeni müzik, dans ve kültürler çıkıyor mu karşınıza?


Anadolu kültürü sonsuz bir okyanus. Biz bu okyanus içinde sadece bir damlayı sahneye koyabiliyoruz. O kadar çok yeni şey öğreniyoruz ki... Bir köyden öteki köye kostümlerin, giysilerin, müziklerin, türkülerin değişmesi inanılmaz. Her yıl temmuz ayında iki arkadaşımız Anadolu’ya yeni danslar keşfetmeye gidiyor. Bilmediğimiz, gözden kaçırdığımız ya da derlenmemiş dansları küçük yaz festivallerden ve köy düğünlerinden bulup derliyorlar. Tek, tek. Biz de bunları repertuarımıza dâhil ediyoruz. Ama asıl, halk, dans üretim sürecini sürdürüyor. Her geçen gün yeni danslar çıkıyor ortaya. Onları da takip ediyoruz.


En son neler derlendi?



En son Hacı Bektaş bölgesini araştırdık. Önce Hacı Bektaş şenliklerine gidip alevi semahlarını; sonra Tokat, Amasra ve Adıyaman’daki dansları… Bir önceki sene de Kafkasya’daydık. Kars, Iğdır, Azerbaycan ve Yukarı Kafkasya’yı araştırdık. O yörenin danslarını repertuarımıza dâhil ettik. Önümüzdeki yaz önce bizim Ege sahillerini, daha sonra da Ege’yi etkileyen Girit kültürünü araştıracağız.


Oralardan yeni figürler çıkacak ve siz de onları kullanacaksınız, öyle mi?



Evet. Araştırdıkça, derine indikçe ve seyirciden bize gelen eleştiriler doğrultusunda repertuarı genişletiyoruz. Eksik olan Alevi, Kafkas, Çingene ve Roman danslarını ekledik. Orta Anadolu biraz eksikti, onu tamamladık. İçimize sindirerek tabii. Dansçılarımız zaman zaman Anadolu kültür tarihi, mitolojik sembollerin okunması, kabartma ve resimlerin yorumlanması gibi teorik dersler de alıyor. Bu konuda bize arkeolog hocamız Doç. Dr. Rüstem Aslan ve Nezih Başgelen destek oluyor.


Derslerin danslara nasıl bir etkisi oluyor?


Bir kere dansçılar ne kadar saygıdeğer bir iş yaptıklarının farkına varıyorlar. Çünkü dersler sayesinde figürlerin birer hareket bütünü olmanın ötesinde birer eski zaman lisanı olduğunu öğreniyorlar.


Anadolu Ateşi Akademisi’nin eğitimleri ne durumda?



1999’dan beri Anadolu Ateşi okullarında 1000’den fazla öğrenci yetişti. Öncelik kendi dansçı ihtiyacımızı karşılamaktı. Şimdi, aynı anda dört ayrı gösteri yapabiliyoruz. Geçenlerde; aynı gece Filistin, Paris, Martinik ve Antalya’da sahnedeydik. İlk yıllar dışarıya pek açılmadan Türklerin ne kadar iyi dans ettiğini dünyaya göstermek istedik ve yabancı dansçı almadık ama Ekim’den itibaren yurtdışından da öğrenci kabulüne başladık.


OĞLUM KENDİNİ HEKTOR SANIYOR



Sultanların Dansı, Anadolu Ateşi, Dawool, Troya ve Evolution… Sizin gönlünüz hangi gösteride?


Troya, bütün birikim ve tecrübemizin karşılığını aldığımız bir gösteri. Dünya çapında bir yapım. Ben hep Anadolu Ateşi’nden daha güzel bir şey olamaz derdim, ilk göz ağrımızdı o. Ama Troya başka bir derinliği barındırıyor özünde. Troya’nın farkı, iddiası; onun ilk defa Anayurdunda Troyalılar tarafından sahneye koyuluyor olması. Batı uygarlığının merkezindeki bir efsanenin bize ait olduğunu bütün dünyaya duyuruyoruz; bu gerçekten önemli.


Anadolu kültürünün farkına varılması için, siz, kişisel olarak neler yapıyorsunuz? Oğlunuzun eğitiminde mesela…


Anadolu Ateşi hikâyeyi sahnede bütünüyle anlatıyor ama Troya’yı izleyenler, özellikle gençler ve çocuklar evlerine gittiklerinde konuyu araştırmaya devam ediyorlar. Oğlum Atlas zaten Anadolu Ateşi’yle büyüdü. Ona da her şeyi öğretmeye çalışıyorum. Atlas, Troya'nın bütün karakterlerini biliyor; kendini Hektor sanıyor. Homeros’un şiirini okuyabiliyor. En güzeli bu zaten; kültürümüzün bir kuşaktan diğerine aktarılabilmesi…


Bir sonraki halka ne?


Yeni oyunumuz İstanbul. Troya’nın yoğun dünya turnesi devam ederken eş zamanlı olarak İstanbul’u hazırlıyoruz. İstanbul’un tarihini, bugününü, kendisini anlatan, ismi İstanbul olan bir oyun hazırlıyoruz. Onun prova ve çalışmaları devam ediyor. 2010’a yetişecek. 2010’da dünya, geçmişten günümüze her şeyiyle bir İstanbul hikâyesi izleyecek.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/EKİM 2009

..........