22 Mart 2008 Cumartesi

Adsız insanların yazgısı

Yunanlı sanatçı Kalliopi Lemos, kendilerine yeni bir hayat kurmak isterken Ege'nin sularında kaybolan göçmenlerin trajedilerinden yola çıkarak yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Sanatçının desenleri, BM Suma'da sergileniyor.

Ortadoğulu 30 kadar adam, küçük bir otobüsün içinde, boyunlarındaki poşunun verdiği sıcaklığa aldırmadan el çırpıp şarkı söylüyordu. Epey mutlu ve umutluydular. Güle oynaya devam eden yolculuk, Seferihisar'da geceyi bekledi. Gece gelince sıkış tepiş bindiler küçük tekneye. İlk kez gördü pek çoğu denizi. Önce Yunanistan'ın Sakız Adası'na, sonra da uygarlığa gideceklerdi. Güvenilmez tekneleri onları güvenli bir şekilde karaya ulaştırabilirse tabii... Yeni hayata iki millik bir mesafe kalmıştı ki, battı tekneleri.

Bellerinde araba lastiği olan cesetler Çeşme, parçalanmış tekneler ise Sakız Adası'na sürüklenmeseydi kimsenin haberi olmayacaktı onlardan. Cesetleri sahil güvenlik, tekneleri ise Yunanistanlı sanatçı Kalliopi Lemos buldu. Doğduğu adanın sahilinde boş ve yaşamsız tekne kalıntılarıyla karşılaşan Lemos, dâhil etti sanatına onları, ve hatırladı çocukken dinlediği hikâyeleri. Büyükbaba ve büyükannesi İzmir'den göçmüştü bir gece. Bir orada, bir burada yaşamışlar ve inanmak istememişlerdi düşmanlığa.

Kalliopi Lemos, parçalanmış tekneleri bulup, bu adsız insanların yazgısı üzerine bir şeyler yapmaya karar verene kadar bir ressam ve heykeltıraş olarak Londra'da yaşıyordu. 1951 doğumlu sanatçı, Londra'da Byam Shaw Sanat Okulu'nda resim ve baskı eğitimi aldı. 1998'den beri heykel üzerinde yoğunlaşmasını "Bir zaman sonra çizdiklerim canlandı ve kâğıtlara sığmadı." cümlesiyle anlatıyor sanatçı. Heykellerden yerleştirmeye geçiş ise büyük ölçüde tekneler sebebiyle. Lemos, Ege denizindeki yasadışı insan trafiğinin kalıntılarından oluşturduğu ilk çalışmasını 2006-2007'de Yunanistan'ın Elefsina kentinde 'Geçiş' ismiyle sergiledi ilkin. Sonra da Sakız Adası'nda 'Geçiş Törenleri' başlığıyla. Çalışmanın yerleştirildiği eski fabrika, 1923'teki nüfus değişiminden sonra Yunanistan'a gelen göçmenlere işçi olarak kapılarını açan ilk fabrikaydı.

Yunan halkının ve uluslararası kamuoyunun dikkatini göçe çekmeyi başaran Lemos, "Batı, dünyanın diğer parçasından da sorumlu olduğunun bilincine varıyor/varmalı. Gelenleri göndermek çözüm değil. Sorunları yadsımak bir yere kadar... Herkes bir yaşam kurma hakkına sahip." diyor.

Yunus-E ile Doğan 1

Lemos'un fikrince proje, yasa dışı göçmenlerin ulaşmayı arzuladıkları yerlere doğru göçebeleşecek. Doğu'dan gelen göçmenleri Yunan kıyılarına ulaştıran/ulaştıramayan teknelerin ikisi bu niyetle epeydir Türkiye'de. Santralistanbul'un bahçesinde. İsimleri Yunus-E ile Doğan 1. Bir çelik köprüye alt alta, ters ve zıt yönlerde asılmışlar. Buraya ve oraya bakıyor; gidiyor ve geliyorlar. Yin ve yang, dişi ve erkekler. Dilekleri gerçek olsun niyetiyle demirden bir gökkuşağının altından geçiyorlar üstelik. Hayat döngüsünü ya da dairesel bir yolculuğu işaret ettiklerinden 'Devr -i Âlem' yerleştirmenin ismi. "Umutlu bir çalışma bu. İstanbul umut veren bir yer zaten." diyen sanatçı, tekneleri 2009'da yasadışı göçün hedeflerini göstermek üzere Berlin'e göç ettirecek. Lemos'un projesi, Türkiye'de de epey yankı yapmış; sonbaharda İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde 'Göç: Sanat ve Tarih üstüne Yansılamalar' başlıklı bir konferans gerçekleşmişti. Şimdi de BM Suma Çağdaş Sanat Merkezi'nde 'Devr -i Âlem'in arkasındaki düşüncelerin desen ve heykelleri sergileniyor. Büyük boy desenler ve onların izdüşümü olan heykeller, yolculuğun meşakkatini ve teknelerin o adsız insanlarca ne anlama geldiğini hatırlatıyor izleyiciye.

1990'lardan günümüze Türkiye-Yunanistan arasındaki iki başlı ilişkiyi (Siyaset-kötü, sanat- iyi) hatırlattığımızda, üçüncü bir baş ekliyor Lemos bunlara: "Bir de insan hakları boyutu var. Ben bu yoldan çıktım mesela. Büyük bir sorumluluk hissediyorum. İki ülke arasındaki politikalardan çok uzak bir yaklaşım benimki. İki ülke de sorumlu bu insanlardan. Sadece gazete haberi olarak bakmamalıyız duruma. Her hafta birileri geliyor/gelemiyor ve gidiyor. Hiç kimsenin umurunda değil. Bir şeylerin değişmesi gerek. Sanat, dikkati başka açıdan çekebilir belki." Sanat tarihi profesörü Norbert Lynton ve küratör Beral Madra'nın defalarca dikkat çektiği gibi sanatın eğlenceye dönüşmesi meselesine doğru çekilince görüşme; "Bu zor bir konu. Evet, sanat zaman zaman eğlenceye dönüşüyor ama geçmişi düşününce... Antik Yunan'da trajediler hep tiyatroda üretilir ve sergilenirdi. Ve insanlığın sorunları, günlük hayattaki problemler, yaşamın derinlikleri hep oralarda anlaşılır ve tartışılırdı." diyor ve ekliyor sanatçı: "Siyaset cephesinde bir şey değişmiyor ama sanat cephesinden umutluyuz hâlâ..."

Kalliopi Lemos sergisi 26 Nisan'a kadar BM Suma'da görülebilir.

Jülide Karahan

22 Mart 2008/Radikal

18 Mart 2008 Salı

Komşum açken tok yatıyorum ama...

Yeni resimlerini Sait Halim Paşa Yalısı'nda sergileyen Ertuğrul Ateş, 'Keşke başka bir sistem olabilseydi. Ama bu sistemin içinde yer alıyorsanız bile tavrınızı korumalısınız, o zaman 2. Rönesans yaşanabilir' diyor.

Çağdaş Türk resminin önemli temsilcilerinden Ertuğrul Ateş, iki yıl aradan sonra ilk toplu sergisi 'Dilek Ağacı'nı Sait Halim Paşa Yalısı'nda açtı. Araya giren 'Osmanlı Sultanları', koleksiyonerlere hitap etmediğinden; 'Şampiyon Sanat' ise sanatçının kendi deyişiyle 'maalesef bir proje' olduğundan saylanmaz. Geçmişi böylece yâd edip geleceğe bakacak olursak, sırada Şeyh Galip'in 'Hüsn-ü Aşk'ı var. Sanatçı, önümüzdeki aylarda 'Hürrem Sultan' gibi büyük bir ekiple değil ama müzikli-danslı bir sergiyle sanatseverin karşısına çıkacak. Destekçisi, yalıdaki serginin de projelendirmesini yapan Yelda İpekli.

"Bir marka uzmanı olarak sanatın hayatın tam içinde yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Marka olmak için sanata yakın durmak ve sahiplenmek çok önemli." diyen İpekli'nin hayatın içinden kastettiği Beşiktaş Balık Pazarı değil tabii ki. "Sanatı kullanmış ve onu bir araç haline getirmiş olmuyor musunuz?" gibi kötü niyetli bir soruya şöyle cevap veriyor İpekli: "1870'li yıllardan kalma tarihi bir yapıyla Ateş'in Anadolu kültürünü yansıtan mistik ve ışıltılı eserleri..." Gerisini Ertuğrul Ateş'ten dinleyelim.

İki yıldır ne yapıyordunuz, neden beklettiniz koleksiyonerleri?

Resim yapıyordum tabii ki. Ama sergi açmadım. Sık sergi açmak pek doğru değil. Sanatçının kariyerinde dikkat etmesi gereken kimi stratejiler var. Her tarafta sergi yapmak işin anlamını bozar.

Sait Halim Paşa Yalısı'nda sergi açmak o stratejilere uygun mu düştü?

Evet. Resimlerim iki metreye iki. İstanbul'da sergi alanlarım zaten kısıtlı. Uygun sanat galerisi az. Bu sergi; mekân için de, benim için de, sanat için de faydalı oldu.

'Dilek Ağacı' çatısı altında kurdeleler çıkıyor karşımıza...

Evet. Dilek ağacı ve ona bağlanan bez parçaları resmimin temel öğelerinden. Çukurova'da büyüdüm. Anadolu köylerinde olmazsa olmaz üç şey vardır. Dilek ağacı, Kore'de savaşmış bir çavuş ve köyün delisi...

Bir de tesadüfler ve fallar...

Evet, tesadüfleri çok önemserim. Anlatıcı, kahve falındaki tesadüf dokudan nasıl bambaşka bir hikâye çıkarıyorsa; ben de tuvalden bambaşka bir hikâye çıkarıyorum. Akıcı boyalarla bir doku oluşturuyorum. Boya kendi yolunu buluyor. Sonra o dokudan nasıl bir öykü çıkar diye evirip çeviriyorum tuvali. Resim, benim resmim olmaya o zaman başlıyor. Yaptığımız seçimlerin bizi var etmesi gibi, aldığım karar var ediyor resmi. Sürrealistlerin de izlediği bir yöntem bu. Gerçeğe olan inanç yitirilince başka bir gerçek ihtiyacı doğar ve bu başka gerçeğe aslının bıraktığı izden ulaşılır.

Neden yeni bir gerçeklik tanımına ihtiyaç duydunuz?

Bu toprağın insanı gerçeküstü yaklaşımı biliyordu zaten. 'Otu çek köküne bak' derler. Öyle çok malzeme var ki elimizde. Batıya öykünmeye hiç gerek yok. Çıkış noktamız ve nerde durup nerden baktığımız çok önemli. Beni var eden öz bilgiyi bu topraklara borçluyum ve dünyaya bu topraklardan bakıyorum. Dünyalı bir Türk ressamım yani.

Bu yaklaşım sizin oryantalist damgası yemenize ve isminizin İsmail Acar ile birlikte anılmasına yol açmıyor mu?

Doğru bulmuyorum bunu. Kimsenin yaptığı işe lafım yok ama yollarımız çok farklı. Ben Batı gözüyle bakmıyorum kendime. Batı'yı tanıdım ve orada bu işin nasıl bir endüstri olduğunu anladım. Batı kendisini taklit eden değil, kendisine katkıda bulunan bir bakış açısı istiyor. O endüstrinin dişlilerinden biri olmak için sizden size ait bir şey bekliyor. Dünyaya ancak buradan çıkan duygu ve bilgiyle özgün bir katkıda bulunabiliriz. Ötekileşmeden ve ötekileştirmeden özgün olmak çok önemli. Bu topraklar kendi yıldızlarını parlatmazsa başkaları bu ışıklardan faydalanamaz.

Sizin yıldızınız önce burada değil, orada parladı.

Buradaki ortam o zamanlar, yani 80'lerin başında resim yapıp satmaya uygun değildi çünkü. Bu günle kıyaslanamayacak gerilikteydi. Küçük bir mahallede kendi aramızda mektuplaşıyor gibiydik. Bu yetmedi bana. Çapımın ne kadar olduğunu merak ettim ve başka bir yerde ölçmeye karar verdim. Cahil cesareti işte. Kalktım gittim ve mücadelemi verdim. Ben sadece resim yaptım aslında. Kabul gördü o ayrı.

Herkes sizin kadar şanslı değil. Türk sanatçıların dünyaya açılmasının bir formülü var mı?

Türkiye'nin dışarıya borcu 500 milyar dolar. Bunun 1 milyar dolarını kültür sanat için borçlansaydık bugün dünya çapında en az 50 sanatçımız olurdu.

İkinci bir Rönesans yaşanmalı diyorsunuz. Bunu anlatır mısınız biraz?

Soğuk savaştan sonra şaşkın ördek sendromu yaşıyor dünya. Batının getirdikleri bir yerde tıkandı. II. Rönesans bir devrimse eğer, bireysel bir devrim olacak... Bu devrim, insanın insan olmasının ne olduğunu anladığı bir devrim. Benim içe dönme gayretim de bu yüzden. Artık her şey bireyselleşti, devrim de bireyselleşti. Ve farkında olmadan başladı. Amerikalılar Ay'a gittiler, fotoğraf çektiler; simsiyah bir zeminde masmavi bir küre... Astronot dönerken şöyle dedi: "We're coming home" O "home" Dünya. I. Rönesans'ın insanı oraya kadar çıktı, şimdi eve dönüyor. Eve dönmek isteyen insan artık içine dönmeli. Batı, vahşi kapitalizmin çıkmaz bir sokak olduğunu çoktan anladı.

Vahşi kapitalizm çıkmaz bir sokak dediniz. Özür dileyerek soruyorum, siz de o sokağa girmediniz mi?

Kuşkusuz. Çünkü başka bir sistem yok. Keşke başka bir sistem olsaydı da ben bu çarkın dışında kalabilseydim. Dışı seni yakar içi beni... Komşun açken tok yatamazsın.

Komşunuz açken tok yatmıyor musunuz peki?

Yatıyorum ama rahatsız uyuyorum. Afrika'da açlıktan ölen insanların acısını içimizde duymuyorsak, Irak'ta öldürülenleri umursamıyorsak bu ciddi bir sorundur ve insanlaşmanın önündeki en büyük engeldir. Bakış açımızda, siyasetimizde, konuşmamızda ve tavırlarımızda bunu önceliğe alırsak kendi gayretimizle insanlaşma sürecine girebiliriz. I. Rönesans'ta aydınlanma dışarıda oldu. II. Rönesans'ta içerde olacak. Merak etme, bugün hayal ettiğimiz her şey bir gün sıradan bir gerçeğe dönüşecek. Jules Verne'i hatırla...

Sait Halim Paşa Yalısı'ndaki 'Dilek Ağacı' sergisi 27 Nisan'a kadar görülebilir.

Jülide Karahan

18 Mart 2008/Radikal

1 Mart 2008 Cumartesi

Cilveli kırmızı ile memnunsuz mavi

“Benim adım Kırmızı” dedi fotoğraflardan biri. Hemen atıldı diğeri: “Hayır, asıl benim adım Kırmızı.” İsmini küçük bir kızın etekliğindeki ayçiçeklerinden alan Sarı, gözlerini süzerek: “Bırakın tartışmayı. Sizi fark eden yok. Gözbebeği benim bu serginin.” diye çalımlandı. Haklıydı. İtinayla taranmış ama gelişigüzel ikiye ayrılıp toplanmış sarımsı saçlı küçük kızın hikâyesini anlatıyordu Sarı.

Kız, sürmesi dağılmış iri gözleri ve küs işareti yaptı yapacak ince uzun parmaklarıyla bakıyordu boşluğa. Tapınağın eşiğinde; girmek ve gözden kaybolmakla, kalmak ve kadraja girmek arasında... Kararsız, tedirgin ve belki biraz bezgin. Kaç el okşamıştı kim bilir başını. O ellerden birinde 1973 model tek objektifli analog bir makine...

Mavi, mutsuz ve memnunsuzdu. Geri planda kalmış, kendisinden ziyade tonlarıyla gelebilmişti sergiye. Baklava desenli perdeden süzülen ışık ya da gazete okuyan dedenin yanındaki buruşuk çöp torbası olmuştu. Upuzun saçlı bir Hintli kızın kısa kollu bluzu ile pencerenin parmaklıkları mutlu etmeye yetmemişti onu. Çünkü gökyüzü gibi, deniz gibi sonsuzluğa açılmaya alışıktı Mavi.

Kırmızı açılmıştı bu defa sonsuzluğa. Şehrin duvarlarında, merdiven kenarlarında, kapı eşiklerinde, hamile bir kadın elbisesinde, bir çocuk bisikletinde… Turuncuyla flört eden cilveli bir kırmızıydı bu. Hindistan’ın kutsal kentlerinden Varanasi'nin rengi. Küçük kızın başını – muhtemelen – okşamış elin sahibi Ömer Orhun, korumak için rengi, uğraşmış epey. Öyle cilveli bir kırmızı ki bu, fotoğrafçı bile şehre vardığında “Bu nasıl bir renk?” demiş ilkin. Mavi, kıskanmasın da ne etsin?

Orhun, ‘tabla çalan biri’ olarak ders almak için gittiği Varanasi'de öylece, yoldan geçerken çekmiş fotoğrafları. Yolculuk günlüğü tutar gibi... Kelimeler yerine renkleri dizerek yan yana. Herhangi bir şeyi kanıtlama, gösterme, anlatma çabası yok. Bunlar, ‘seyredilebilir fotoğraflar’ onun deyişiyle. Kurgusuz ve öyküsüz. Tık diye. Gazetenin, perdenin, parmaklık ve kapı eşiklerinin ardında kalıyor insanlar genelde. Yoksalar da geçmişler biraz evvel. Dökülen şaç telleri bile düşmemiş henüz yere... Bulanık, silik, kötü kadrajlılar. Geçtiğimiz Eylül’de İstanbul Modern’de açılan ‘Köprü6’ sergisindeki Orhun fotoğrafları da böyleydi. Muşambanın, camın, parmaklıkların ardından görmüştük yüzlerini insanların. Renklerden kırmızı vardı yine tahtta. Masa örtüsünde, saksıdaki çiçekte, temizlikçinin paltosunda...

Anladık ki Orhun’un gözü öykülerde değil, renklerde. Bu etkiye ‘renklerin sesli dili’ diyor hatta. Bakanda ekli köklü bir dil konuşuluyor ‘intiba’sı uyanıyor. “Renklerin diline güvenin. Bazen konuşmak ve yazmak düşünceleri bulandırmaktan öteye gitmez.” diyen sanatçı, Marc Auge’nin ‘Unutma Biçimleri’ kitabındaki ‘Kelimeler çağlardır her türden düşünceyi tuzağa düşürmüşlerdir.’ cümlesini hatırlatıyor Ali Deniz Uslu’ya, Cumhuriyet Dergi’de.

Orhun, rengin ve hissin peşinde; anlamlarının değil. Lakin bilemeyiz hisleri eğer söylenmezlerse ve düşünemeyiz kelimelersiz. Auge’nin tuzak dediği şey, Orhan Pamuk’un ‘Yeni Hayat’ta detaylıca anlattığı üzere yıllar yıllar evvel başladı ne yazık ki. Şöyle ki: “…Âleme ruhla birlikte Âdem’in gözü de değdi. O zaman cilasız aynada olduğu gibi değil, âlemde oldukları gibi, evet, tam da çocukların göreceği gibi gördük şeyleri. Gördüğünü adlandıran, adıyla da gördüğü şeyi bir tutan biz çocuklar o zamanlar ne şendik! O zamanlar zaman zamandı, kaza kaza, hayat da hayat. Bu mutluluktu ve şeytanı mutsuz etti ve o da şeytandır, Büyük Kumpas’ı başlattı. Bir adam Büyük Kumpas’ın piyonu, Gutenberg, -matbaacı dediler ona ve taklitçilerine- çalışkan elin, sabırlı parmağın ve titiz kalemin yetiştiremeyeceği kadar çoğalttı kelimeleri ve ipini koparan, kelimeler, kelimeler, kelimeler boncuklar gibi dört bir yana dağıldılar. Sokak kapılarımızın altını ve sabun kalıplarının ve yumurta paketlerinin üstünü aç ve çılgın hamamböcekleri gibi kelimeler ve yazılar sardılar. Böylece bir zamanlar etle kemik gibi olan söz ile eşya birbirlerine sırt döndüler. Böylece, gece ay ışığında, zaman nedir, diye bize sorulduğunda, hayat nedir, keder nedir, kader nedir, acı nedir diye sorulduğunda, bir zamanlar yüreğimizle bildiğimiz bütün cevapları, imtihan gecesini uykusuz geçiren ezberci öğrenci gibi birbirine karıştırdık.”

Kelimelerin tuzaklarına düştük biz çoktan. Hatta Büyük Kumpas’ın küçük piyonları olup karıştırdık cevapları birbirine. Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde 8 Ocak–2 Şubat tarihlerinde seyrettiğimiz ‘İntiba’ sergisinin altına bunca kelimeyi boncuk gibi dizmemiz işte bu sebeple…

Jülide Karahan

Fotodigital /Mart-Nisan 2008