“Benim adım Kırmızı” dedi fotoğraflardan biri. Hemen atıldı diğeri: “Hayır, asıl benim adım Kırmızı.” İsmini küçük bir kızın etekliğindeki ayçiçeklerinden alan Sarı, gözlerini süzerek: “Bırakın tartışmayı. Sizi fark eden yok. Gözbebeği benim bu serginin.” diye çalımlandı. Haklıydı. İtinayla taranmış ama gelişigüzel ikiye ayrılıp toplanmış sarımsı saçlı küçük kızın hikâyesini anlatıyordu Sarı.
Kız, sürmesi dağılmış iri gözleri ve küs işareti yaptı yapacak ince uzun parmaklarıyla bakıyordu boşluğa. Tapınağın eşiğinde; girmek ve gözden kaybolmakla, kalmak ve kadraja girmek arasında... Kararsız, tedirgin ve belki biraz bezgin. Kaç el okşamıştı kim bilir başını. O ellerden birinde 1973 model tek objektifli analog bir makine...
Mavi, mutsuz ve memnunsuzdu. Geri planda kalmış, kendisinden ziyade tonlarıyla gelebilmişti sergiye. Baklava desenli perdeden süzülen ışık ya da gazete okuyan dedenin yanındaki buruşuk çöp torbası olmuştu. Upuzun saçlı bir Hintli kızın kısa kollu bluzu ile pencerenin parmaklıkları mutlu etmeye yetmemişti onu. Çünkü gökyüzü gibi, deniz gibi sonsuzluğa açılmaya alışıktı Mavi.
Kırmızı açılmıştı bu defa sonsuzluğa. Şehrin duvarlarında, merdiven kenarlarında, kapı eşiklerinde, hamile bir kadın elbisesinde, bir çocuk bisikletinde… Turuncuyla flört eden cilveli bir kırmızıydı bu. Hindistan’ın kutsal kentlerinden Varanasi'nin rengi. Küçük kızın başını – muhtemelen – okşamış elin sahibi Ömer Orhun, korumak için rengi, uğraşmış epey. Öyle cilveli bir kırmızı ki bu, fotoğrafçı bile şehre vardığında “Bu nasıl bir renk?” demiş ilkin. Mavi, kıskanmasın da ne etsin?
Orhun, ‘tabla çalan biri’ olarak ders almak için gittiği Varanasi'de öylece, yoldan geçerken çekmiş fotoğrafları. Yolculuk günlüğü tutar gibi... Kelimeler yerine renkleri dizerek yan yana. Herhangi bir şeyi kanıtlama, gösterme, anlatma çabası yok. Bunlar, ‘seyredilebilir fotoğraflar’ onun deyişiyle. Kurgusuz ve öyküsüz. Tık diye. Gazetenin, perdenin, parmaklık ve kapı eşiklerinin ardında kalıyor insanlar genelde. Yoksalar da geçmişler biraz evvel. Dökülen şaç telleri bile düşmemiş henüz yere... Bulanık, silik, kötü kadrajlılar. Geçtiğimiz Eylül’de İstanbul Modern’de açılan ‘Köprü6’ sergisindeki Orhun fotoğrafları da böyleydi. Muşambanın, camın, parmaklıkların ardından görmüştük yüzlerini insanların. Renklerden kırmızı vardı yine tahtta. Masa örtüsünde, saksıdaki çiçekte, temizlikçinin paltosunda...
Anladık ki Orhun’un gözü öykülerde değil, renklerde. Bu etkiye ‘renklerin sesli dili’ diyor hatta. Bakanda ekli köklü bir dil konuşuluyor ‘intiba’sı uyanıyor. “Renklerin diline güvenin. Bazen konuşmak ve yazmak düşünceleri bulandırmaktan öteye gitmez.” diyen sanatçı, Marc Auge’nin ‘Unutma Biçimleri’ kitabındaki ‘Kelimeler çağlardır her türden düşünceyi tuzağa düşürmüşlerdir.’ cümlesini hatırlatıyor Ali Deniz Uslu’ya, Cumhuriyet Dergi’de.
Orhun, rengin ve hissin peşinde; anlamlarının değil. Lakin bilemeyiz hisleri eğer söylenmezlerse ve düşünemeyiz kelimelersiz. Auge’nin tuzak dediği şey, Orhan Pamuk’un ‘Yeni Hayat’ta detaylıca anlattığı üzere yıllar yıllar evvel başladı ne yazık ki. Şöyle ki: “…Âleme ruhla birlikte Âdem’in gözü de değdi. O zaman cilasız aynada olduğu gibi değil, âlemde oldukları gibi, evet, tam da çocukların göreceği gibi gördük şeyleri. Gördüğünü adlandıran, adıyla da gördüğü şeyi bir tutan biz çocuklar o zamanlar ne şendik! O zamanlar zaman zamandı, kaza kaza, hayat da hayat. Bu mutluluktu ve şeytanı mutsuz etti ve o da şeytandır, Büyük Kumpas’ı başlattı. Bir adam Büyük Kumpas’ın piyonu, Gutenberg, -matbaacı dediler ona ve taklitçilerine- çalışkan elin, sabırlı parmağın ve titiz kalemin yetiştiremeyeceği kadar çoğalttı kelimeleri ve ipini koparan, kelimeler, kelimeler, kelimeler boncuklar gibi dört bir yana dağıldılar. Sokak kapılarımızın altını ve sabun kalıplarının ve yumurta paketlerinin üstünü aç ve çılgın hamamböcekleri gibi kelimeler ve yazılar sardılar. Böylece bir zamanlar etle kemik gibi olan söz ile eşya birbirlerine sırt döndüler. Böylece, gece ay ışığında, zaman nedir, diye bize sorulduğunda, hayat nedir, keder nedir, kader nedir, acı nedir diye sorulduğunda, bir zamanlar yüreğimizle bildiğimiz bütün cevapları, imtihan gecesini uykusuz geçiren ezberci öğrenci gibi birbirine karıştırdık.”
Kelimelerin tuzaklarına düştük biz çoktan. Hatta Büyük Kumpas’ın küçük piyonları olup karıştırdık cevapları birbirine. Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde 8 Ocak–2 Şubat tarihlerinde seyrettiğimiz ‘İntiba’ sergisinin altına bunca kelimeyi boncuk gibi dizmemiz işte bu sebeple…
Jülide Karahan
Fotodigital /Mart-Nisan 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder