28 Mayıs 2010 Cuma

ÇAĞDAŞ SANATA YENİ MEKÂN

İstanbul yeni bir çağdaş sanat mekânına daha kavuşuyor: ‘Arter – Sanat İçin Alan’. İlk sergi ‘Starter’ 8 Mayıs itibariyle vitrinde.

İstanbul sanat ortamının iki güzide şahsiyeti küçük ve yuvarlak kokteyl masasının kenarına ilişmiş; bir yandan uzun ince dilimli havuçları kıtırdatıyor bir yandan da dedikodu kazanını kaynatıyor…

- Ömer Koç geçenlerde Tophane’deki Outlet’te ne var ne yok toplamış.
-Deme!
-Bu ilk değil. Yazın da Şükran Moral’ın ‘Aşk ve Şiddet’ sergisini olduğu gibi satın almıştı. Asıl ne okudum ben gazetede! Sanata yatırım için hisse senetlerini satmış, şirketteki payı yüzde 2.79’dan 1.79’a gerilemiş. Koleksiyonerlik nasıl bir tutkuysa artık…

3 – 5 senedir hal böyle. İstanbul sanat ortamı, Vehbi Koç Vakfı’nın (VKV) gizli hazinesini (koleksiyonunu) merakla, imrenerek ve biraz da kıskanarak izliyor. Olayın en cafcaflı tartışması ise Ömer Koç’un İstanbul’da açacağı çağdaş sanat müzesi üzerine... Yeni müze, bir söylentiye göre Rahmi Koç Sanayi Müzesi’nin yakınlarında, Haliç kıyılarında... Bir diğerine bakılırsa da Beyoğlu’nun göbeğinde…

Söylentiler demlendikçe demlenedursun; çok önemli sanatçıların çok önemli eserlerinin bulunduğu tahmin edilen koleksiyon yakında görücüye çıkıyor. ‘Sanat dünyasının tartışacak başka konusu kalmadı mı?’ diyor ve açıklıyoruz: Mekân; İstiklal Caddesi’nde, Borusan Müzik Evi’nin karşısında, no 211’de… İsmi de ‘Arter – Sanat İçin Alan’.

BİR PARMAK BAL

8 Mayıs’ta ‘Starter’ başlıklı sergiyle açılacak mekân, vakfın çağdaş sanat koleksiyonunda bulunan 87 sanatçının 160’ı aşkın eserini bir parmak bal misali bir araya getirdi. Sergi, adından da belli olduğu üzere başlangıç niyetinde. İnsanın aklı ana yemekte kalıyor haliyle. Bu minvalde; Arter Sergiler Direktörü Emre Baykal’a ‘Starter’da göreceklerimiz tüm koleksiyonun yüzde kaçı?’ diye soruyoruz. El cevap: “Vehbi Koç Vakfı koleksiyonunda şu anda 140 sanatçının 400’ün üzerinde eseri yer alıyor. ‘Starter’da koleksiyonun yaklaşık üçte birini göreceksiniz. Arter, vakfın gelecek planları içinde yer alan müze kompleksiyle karşılaştırıldığında oldukça mütevazı boyutlarda. Mekân, vakfın ileride kurmayı hedeflediği müze için bir hazırlık, araştırma ve laboratuar ortamı gibi düşünülmeli.”

Haklı soru: ‘Peki müze?’ Yuvarlak cevap: “Başından beri hedeflenen müze kompleksi; Sadberk Hanım Müzesi, diğer aile koleksiyonları ve vakfın çağdaş sanat koleksiyonunu bir araya getirip ortak bir çatı oluşturmakla kalmayıp farklı sanat disiplinleri ve üretimlerine imkân sağlamayı planlıyor. Ne yazık ki İstanbul’da bu vizyonun hayata geçirileceği bir alan bulmak konusundaki araştırmalarımızdan henüz bir sonuç alamadık. Müze için yer ve zaman konusunda kesin bilgi vermemiz mümkün olmasa da, vakfın çağdaş sanat koleksiyonu ve Arter, bu konudaki kararlılığın bir işareti.”

60’LARDAN GÜNÜMÜZE

Peki diyelim ve bir parmak balımıza dönelim. İstiklal Caddesi no: 211’de konumlanan Arter, 19.’ncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyıl başında inşa edilen yapılardan biri. 1932 J. Pervititch haritasında Meymaret Han, 1920 Suat Nirven haritasında Meymenet Han olarak geçen binanın, dönemin 6. Belediye Dairesi (Beyoğlu) mimarı Petraki Meymaridis Efendi tarafından inşa edildiği tahmin ediliyor. Yenileme çalışmaları 3 yıl süren yapıda, dört kata yayılan 864 metrekare sergi alanı mevcut.

Mevcut alanın ilk sergisi; çağdaş sanatın Türkiye ve uluslararası ortamdaki güncel üretimleri yanı sıra, 1960’lardan günümüze tarihsel bir bakış da sunuyor izleyiciye. Sergiye; Adel Abidin, Elina Brotherus, Halil Altındere, Maja Bajević, Nevin Aladağ, Cevdet Erek ve Michael Sailstorfer gibi sanatçılar güncel yapıtları; Joseph Beuys, Ayşe Erkmen, Rebecca Horn, Cengiz Çekil, Gülsün Karamustafa, Sophie Calle ve Allan Kaprow gibi çağdaş sanat öncüleri ise klasikleşmiş yapıtlarıyla katılıyor.

Karşımızda 60’lardan bu yana dünya ve Türk çağdaş sanatından bir derleme duruyor. Öncelikle hatırlanması gereken, bunun bir koleksiyon sergisi olduğu. Emre Baykal’ın deyişiyle; Vehbi Koç Vakfı koleksiyonu oluşturulurken her ne kadar tematik bir yaklaşım tercih edilmediyse de, küratöryal bir bakış söz konusu. Vakfın, bütünsel bir koleksiyon kurgulayabilmek için Rene Block’un danışmanlığına müracaat ettiği de unutulmamalı.

Vakfın koleksiyonundaki gelişmelerin habercisi olarak da görülebilecek serginin küratörlüğünü aynı isim üstleniyor: René Block. Türkiye sanat ortamı René Block’u 1995’te küratörlüğünü yaptığı 4. Uluslararası İstanbul Bienali ve eşzamanlı Fluxus Retrospektifi’yle tanımıştı. 1970’li yıllarda bir Fluxus Haraketi yanlısı olarak Joseph Beuys’un galericiliğini yapan ve İstanbul’un ardından Kwanju Bienali'yle sanat dünyasını şaşırtan Block, uluslararası sergilerde Türkiye’den sanatçılarla çalışmasıyla da aklımızda ve gönlümüzde yer etti. Türkiye çağdaş sanat ortamını ‘Bir İstanbul Mucizesi’ olarak gören Block, 2008’de Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde başlayan ve hâlâ devam eden ‘İstiklâl Serüveni’ dizisinin de mimarlarından.

René Block’u bu kadarcık tanımak bile ‘Starter’a dair epey fikir vermiş olmalı. Evet, doğru tahmin; 1960’larda burjuva sanatına ve kurallara bağlı estetiğe kafa tutan Fluxus Akımı’ndan fazlasıyla nasipleniyor sergi. Bu minvalde; Fluxus Hareketi’nin öncülerinden George Maciunas, John Cage, Joseph Beuys, Dick Higgins ve Nam June Paik gibi isimler yanı sıra yolu bir şekilde bu akımla kesişen George Brecht, Stanley Brouwn, Robert Filliou, Al Hansen, Allan Kaprow, Alison Knowles, Arthur Köpcke, Walter Marchetti ve Emmett Williams gibi sanatçıları bir arada görmek de şaşırtıcı olmamalı. Doğru kelime şaşırmak yerine mutlanmak belki de; özellikle de 1995’teki Fluxus Retrospektifi’ni kaçıranlar düşünüldüğünde…

………

‘Starter’, 8 Mayıs - 19 Eylül tarihleri arasında görülebilir. Ayrıntılı bilgi için: www.arter.org.tr


JÜLİDE KARAHAN

INFOMAG/MAYIS

....

KOLEKSİYONERİN BAVULU ÇABUK ESKİR

Bir koleksiyoner için en önemli şeyin araştırmak ve kitap karıştırmak olduğunu söyleyen Can Elgiz koleksiyoner adaylarını uyarıyor: "Bavullarınız kaliteli olsun!"

Proje4L / İstanbul Güncel Sanat Müzesi, Levent ile Gültepe'nin kesiştiği Harmancı - Giz Plaza’da 2001 yılında açılmıştı. Niyet, Türkiye'deki güncel sanatı ve sanatçıları desteklemek... 2005’te Proje4L / Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi adıyla Elgiz Koleksiyonu’na ev sahipliği yapan müze, 2009’da Maslak Beybi Giz Plaza’ya taşındı. Müzenin ana sergi salonunda Elgiz Koleksiyonu’ndan kapsamlı bir seçki ziyaretçileri karşılıyor şimdi. O koleksiyonda kimler yok ki; Tracey Emin, Gilbert&George, Andy Warhol, Eric Fischl, Robert Raushenberg, Cindy Sherman, Jan Fabre, Paul McCharty, Sol LeWitt, Erol Akyavaş, Ömer Uluç, Fahrelnisa Zeid, Nejad Devrim, Bahar Oganer, Yaşam Şaşmazer, Nezaket Ekici, Mustafa Kula…

O zamanki adıyla Proje4L / İstanbul Güncel Sanat Müzesi, 2005’te Levent’ten Beyoğlu’na taşınacağı yönünde sinyaller vermişti. Sonra ne oldu, olaylar nasıl gelişti de müze Maslak’a yerleşti?

O dönem Fulya Erdemci ve Melih Fereli ile çalışırken ‘Beyoğlu daha mı iyi olur acaba’ diye düşünmüştük. İzleyici açısından… Bir iki boş binaya da baktık hatta. Ama sonra koleksiyona odaklanmaya karar verdik. Çünkü gençlere destek olacak pek çok mekân vardı artık. Koleksiyona odaklanınca da ‘çok ayakaltında olmasak da olur’ dedik. İsteyen zaten Levent’e geliyordu. Bir de metro başlamıştı. Şimdi de biraz öyle oldu. Metro Maslak’a geldi, biz de geldik.

Müze son yıllarda süreli sergileri epey aksatmıştı. Şimdi yine genç sanatçılar ve genç küratörler devri mi başlıyor?

Evet, 29 Nisan’dan itibaren genç küratör ve sanatçı odaklı sergiler yapacağız. Sadece koleksiyonu sergilemenin dinamizmi düşürdüğünü fark ettik; süreli ve sürekli sergileri bir arada götürmeye karar verdik. Genç küratörlerin düzenlediği sergiler müzemizde koleksiyon paralelinde ağırlanacak artık.

Sürekli koleksiyonun ne kadarı sergileniyor?

150 kadarı…

Tüm koleksiyon aşağı yukarı kaç eserden oluşuyor?

Koleksiyonumuzda 700 - 800 civarında eser var.

En son kimden eser aldınız?

En son Halil Vurucuoğlu, Ebru Uygun ve Mehmet Aksoy’dan eser aldık. Mehmet Aksoy’u eskiden beri takip ediyorduk, almak da istiyorduk, bir türlü olmamıştı. Sonunda iki heykelini alabildik.

Hayırlı olsun. Çok istediğiniz bir eseri aldığınız günün akşamı evde nasıl bir hava esiyor?

Çok sık eser alınmıyor tabii. O günleri biraz neşeli geçiriyoruz. Yeni işi depo ya da müzede değil evde ya da ofiste görmek istiyoruz. Eve ya da ofislere asma arifesinde kızım ve eşimle aramızda konuşuyoruz. Paylaşım sonuçta. İhtilaf olmuyor ama…

Danışman kullanıyor musunuz?

Hayır.

Elgiz koleksiyonunun temeli nasıl atıldı?

Ben mimarım ve resme ilgim her zaman vardı. Üniversitedeki hocalarımın da çok etkisi oldu üzerimde. Ercüment Kalmık bizim hocamızken Türkiye’de yılın ressamı seçilmişti. Sonra Şadan Bezeyiş hocamızdı. Sanat tarihi dersini Sabahattin Eyüboğlu’ndan aldık. Doğan Kuban hocamızdı. Sanata ilgimiz her geçen gün arttı.

Sanata olan ilgiden koleksiyonculuğa geçiş nasıl oldu?

80’lerde yavaş yavaş başladık. Koleksiyon biraz da imkân meselesi. Gerçi bazen üzerinize ceket almaz resim alırsınız… Çok beğendiğiniz bir eseri mali durumunuz müsait olmasa da almaya çalışırsınız. Taksitle, krediyle… Bir şekilde alırsınız. Koleksiyonerlik biraz tutku işidir. Bizde de öyle oldu. Bir de zamanla özgün sanata yöneldik. Ressam Abdurrahman Öztoprak bize özgünlüğün önemini anlattı. Her sanatçıdan yeni bir şey öğrendik ve koleksiyonumuz bir çizgide ilerlemeye başladı.

O çizgi çağdaş sanat mı?

Biz hep çağdaş dedik. Modern dönemden hiç eser almadık. Muhakkak belli bir çizgide ilerleyelim diye bir endişemiz yoktu. Sanat tarihsel bir dizim yapmıyoruz sonuçta. Şu sanatçının bu dönemi eksik onu tamamlayalım ya da bir sanatçının tüm dönemlerini alalım diye yaklaşımlar sergilemedik. Ama kişisel koleksiyon ister istemez biraz eklektik oluyor, kişinin zevkine bağlı olarak gelişiyor. Güncel olmasa da çağdaş bir koleksiyonumuz var diyebilirim. Yakın zamanlı işleri tercih ediyoruz. Gençleri ve yeni üretimleri desteklemekten yanayız.

Koleksiyonun ilk parçası kimdendi?

Mehmet Gün’ün bir resmini aldık ilk.

Zamanında almadığınız için şimdi pişman olduğunuz isimler var mı?

Kutluğ Ataman almadığıma çok pişmanım. Müze, özellikle 2001 – 2005 yılları arasında süreli sergiler vasıtasıyla pek çok değerli sanatçıyı ağırladı. Kutluğ Ataman da vardı aralarında. Ama almadık o zaman. Hatta o dönemden hiç eser yok elimizde.

Nasıl oldu? Neden refleks geliştiremediniz?

Müze genç sanatçıları destekliyor, onlara mekân veriyordu. O sanatçıların eserlerini kendi koleksiyonumuza katmayı bu hizmetle örtüştüremedik. O dönem almadık, sonra da fiyatlar çok yükseldi. Bazı sanatçıların işlerini bulmak da zorlaştı artık. Kutluğ Ataman bulunmuyor mesela. Hüseyin Çağlayan da öyle…

Ne için aldığınız önemli. Kendiniz için mi, ileriyi düşünerek mi alıyorsunuz?

İkili bir durum bu. Sanatçı sadece bana hitap ediyor olabilir, sadece geleceğe hitap edebilir, ikisi birlikte olabilir. Bir de koleksiyoner, sanatsever ve sanat yatırımcısı ayrımını yapmak lazım. Yatırımcı sadece değerlenecek eseri alır. Sanatsever sanat eseriyle vakit geçirmeyi sever, evinde eser olsun ister. Çok bilinen bir eseri pahalıya alabilir, çünkü zaten ayda yılda bir alır ve keyfini çıkarır. Koleksiyonerse artık işin içindedir. Onun için önemli olan herkesten önce keşfedip fiyat uygunken alabilmektir. Koleksiyoner her zaman bir şeyler alma peşindedir ve ancak herkesten önce keşfedip uygun fiyata aldığında sevinir. Bu yüzden bilinmeyene yönelir, araştırır, gözünü eğitir. Sadece zevk değil bir iştir artık yaptığı. Sanatsever Picasso alabilir. Koleksiyoner ise Picasso’yu Picasso olmadan almış olmalıdır.

Keşif çok önemli. Bu anlamda koleksiyonerin ev ödevi ne?

Araştırmak, kitap karıştırmak, sanatçılarla tanışıp sanatseverle tartışmak… Çok iyi bir kitaplık şart. O kitaplıkta fuar ve bienal katalogları mutlaka bulunmalı. Koleksiyonerin kolları kuvvetli olmalı. Bir de bavulları kaliteli… Çünkü kitap taşımak zor iş. Çok bavul eskittim ben. Koleksiyonerin bavulu çabuk eskir.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/MAYIS

İÇİNE KAPALI BİR ÇOCUK ADAM: FERİDUN DÜZAĞAÇ

Bahar geldi, şenlikleriyle birlikte… Üniversite konserlerinin vazgeçilmez kişisi Feridun Düzağaç, ismiyle müsemma son albümü ‘fd7’nin konserleri sebebiyle yola çıkmaya teşne. İzmir, Ankara, Bolu ve Mersin mayıs durakları içinde.

Feridun Düzağaç’la yolculuk arifesinde buluştuk ve bir sürü şeyden konuştuk. Uzunlu kısalı Anadolu seyahatleri, çekilen ve çekilemeyen fotoğraflar, yaşanan ve yaşanmak istenen yerler…

Bir yolculuk daha başlıyor. Yeniden gitmeyi çok istediğiniz yerler var mı?

Van, Erzurum ve Erzincan… Erzincan’daki bir imza gününü hiç unutmuyorum. Ben hayatımda bu kadar kibar, saygılı ve zarif delikanlı görmedim, çok etkilendim. Van zira… Defalarca gittim, yine giderim. Erzurum konserim de unutamadıklarımdan.

Konser dışında, kendiniz için nerelere gittiniz?

Fatsa, Trabzon ve Maçka’ya... Sadece fotoğraf çektim. Rize ve Kelebekler Vadisi için eylülü bekliyorum. Sonra Mardin var sırada. Fotoğraf beni yollara düşürdü galiba.

Nasıl fotoğraflar çekiyorsunuz?

Portre çekmeyi çok istemiştim ama insanlarımız alışkın değil. Ben de doğa, manzara, tarihi doku ve bulutlara yöneldim. Fotoğraf, zamanı daha doğru yaşamak için tatlı bir bahane. Fotoğraf çekmek, keyifli olduğunuzda aklınıza gelen bir şey. Çektiklerinize baktığınızda o keyifli anları tekrar yaşıyorsunuz ve zamanın hakkını iki kere veriyorsunuz.

Ekipman ne durumda?

Canon EOS – 1D kullanıyorum. Ama şimdi bir Mark III almak istiyorum. Alman yapımı yarı amatör bir tripodum ve üç tane de lensim var.

Siyah beyaz mı, renkli mi çekiyorsunuz?

Renkli…

Nasıl başladı bu merak?

Arkadaşım reklam fotoğrafçısı İlkay Muratoğlu cesaretlendirdi beni. İyi ki... Son bir yılımı daha anlamlı kıldı fotoğraf. Konser için Eskişehir’deydik mesela. Bizden önce Hayko Cepkin vardı, onu çektim. Tarzını ve müziğini sevdiğim arkadaşlarımı Anadolu konserlerinde sahnede fotoğraflasam, ertesi gün de o şehri fotoğraflasam, sonra aralarında birtakım bağlantılar kursam ne güzel olur diye düşündüm. Dinlenerek eğlenme anlayışım oldu fotoğraf. Tatil gibi geliyor. Istranca ve Şile’ye gittim. Geceleri İstanbul’da çalışıyorum. El ayak çekilince çıkıyor, gökdelenleri çekiyorum.

İleride karşımıza bir fotoğraf projesiyle çıkabilir misiniz?

Bozcaada için bir proje düşünüyorum. Kendim için ama! ‘Bozcaada’nın 10 yıl öncesi, 10 yıl sonrası’ gibi… Yıllardır bildiğim bir yerin birdenbire nasıl değiştiğini fotoğrafla anlatmak istiyorum. Bozcaada havasıyla, suyuyla çok başkaydı. Şimdi çok değişti. Popüler ve kalabalık bir yer oldu.

Başka bir Bozcaada arıyor musunuz?

İlla münzevi bir hayat yaşayacağım diye bir düşüm yok ama Kuzey Ege’ye aşığım. Asos ve Kaz Dağları tarafında bir yerler arıyorum.

Dört yıldır Yeniköy’desiniz. Orada hayat nasıl?

Tıpkı çocukluğumun Adana’sı gibi. Tenha ve münhasır bir yaşam. Komşuluk ve samimi ilişkiler… Yeniköy kesinlikle başka bir yer. Zamanımın çoğunu evde ve mahallede geçiriyorum. Yazıyorum, okuyorum, çiziyorum, dinliyorum. Beykoz’a vapur seferleri var, sıkılınca atlayıp karşıya geçiyorum.

42 yaş dinginliği bu olsa gerek!

Münzevi bir hayattan bahsetmek için erken ama içine kapalı bir çocuk adam olarak çok yorgun bir suret var içimde. Telaş yok artık hayatımda. Daha sakin ve daha anlayışlıyım.

Peki kaygılar? Kızınıza okul, kurs, sınav işkenceleri yaşatıyor musunuz mesela?

Yaşatıyorum tabii. Sınavlar, sınavlar, sınavlar… Böyle bir sistem olsun istemezdim. Kızım da bütün çocuklar gibi geride kaldığı ders için kursa gidecek, sınavlara girecek.

Siz hangi derste geriydiniz?

Hiçbir derste. Dereceyle mezun olmuştum ben. Üniversiteyi kazanamadığıma kimse inanmadı. Ertesi sene İstanbul’a gelmeyi çok istediğim halde yazdığım tek Adana tercihini kazandım. Hiç aklımın köşesinden geçmeyen bir bölümde, işletmede okudum. Bitirdim ve aklımda hiçbir şey kalmadı. Sadece ‘İnsan uzun vadede ölür’ diye büyük bir laf vardı teorilerin birinde, onu hatırlıyorum. O yüzden söyleşilerde gençlere istedikleri mesleğe giden bir bölüm seçmelerini öneriyorum hep.

Sizinki iyi değil mi? Hobisinin insanın işi olması yani?

Şahane bir hayat ama hobinin iş haline gelmesi belli bir zaman sonra ‘oyuncaklarından birini kaybetmiş çocuk hissiyatı’ uyandırıyor bende.

Neredeyse unutacaktık. Hani artık kendinize dönmek yerine dünya meseleleriyle ilgili şarkılar yapacaktınız?

Bu albüm gerçekten kontrol dışı oldu. Yaşadığım bir ilişkiyi anlattım. Kurgusuz ve gerçek. Günlük gibi bir albüm oldu.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/MAYIS

Kapadokyada Taştan Sanat

Mevsim iyiden iyiye bahar. Kapadokya’ya gitmek için pek çok sebep var. Doğa, tarih, efsane ve şimdi de sanat…

Aylarca elden ele geçti taşlar. Yöre halkı tüm samimiyetiyle katıldı çalışmaya. Genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk. Her biri ucundan kıyısından tuttu işin. Avusturalyalı heykeltıraş Andrew Rogers’ın ‘Hayatın Ritimleri’ isimli ‘land art’ (arazi sanatı) projesinin Türkiye ayağı için…

Nevşehir’in Göreme beldesi Karadağ mevkiinde 2007 yılında başlayan ve 2009 ortalarında tamamlanan proje kapsamında 230 kişi çalıştı ve ortaya uzaydan bile görülecek büyüklükte heykeller çıktı. Dev heykellerin ilki dünyanın diğer bölgelerindekinin aynı; Hayatın Ritimleri adı. Ardından ‘güzel atlar diyarı’ Kapadokya’ya yakışacak At, Kibele, Düven Taşı, Melek Yüzlü Kuş, Hayat Ağacı, Çift Gövdeli Tek Başlı Aslan ve Taş Devri isimli heykeller geldi.

Şimdi sıra geciken açılışta. Sekiz heykelden oluşan ‘Zaman ve Mekan’/‘Time and Space’ başlıklı açık hava sergisinin açılış tarihi 29 Mayıs olarak belirlendi. Yöre halkının katılımıyla şenlik havasında geçecek açılışta çeşitli dans ve müzik gösterileri yanı sıra Borusan Orkestrası’nın bir konseri olacak. Açılışın en büyük sürprizi ise toplam 100 ton ağırlığında taşlardan oluşacak bir anfitiyatro yapımına başlanacak olması.

‘Zaman ve Mekan’/‘Time and Space’ dünyadaki en büyük çağdaş sanat sergilerinden biri olmaya teşne. Yerel halkın da desteğiyle tek tek elle yapılan sekiz dev yapı birbirlerine yaklaşık iki kilometre uzaklıkta. 450 kilometre yükseklikten, yani uzaydan hepsini bir arada görmek mümkün. Yaklaşık 11 bin ton taş kullanılarak yapılan heykelleri görmek için dünyanın dört bir yanından sanatsever Kapadokya’ya gelmeye başladı. Hatta Kapadokya üzerinde yapılan balon turlarının güzergâhı, heykelleri görmek isteyenler düşünülerek değiştirildi de...

DÜNYANIN 12 FARKLI BÖLGESİNDE

Andrew Rogers, sanki sırf uzaylılar görebilsin diye dünyanın dört bir yanına devasa ölçeklerde izler bırakan Avustralyalı bir heykeltıraş. Sanatçı, 10 yıl önce başladığı ve ‘Hayatın Ritimleri’ adını verdiği projesi kapsamında dünyanın 12 farklı bölgesine uzaydan görülebilen heykeller bıraktı.

‘Hayatın Ritimleri’ bugüne kadar İsrail Arava Çölü, Şili Atacama Çölü, Bolivya Altiplano, Sri Lanka Krunegala bölgesi, Avustralya’nın Geelong yöresi, İzlanda’nın Akureyri noktası ve Çin’deki Gobi Çölü dâhil 12 farklı bölgede yapıldı. Her bölgeye birden fazla yeryüzü heykeli bırakan sanatçı, yapıtlarının biçimi için, gittiği ülkelerin kültürlerine mal olmuş efsane ve sembollerden faydalanmaya dikkat ediyor. Rogers’ın bir diğer alışkanlığı da yerel halkla çalışmak. Sanatçı, 12 bölgedeki 40 kadar heykel için nerdeyse 5 bin kişiyle çalıştı.

Sanat sözlüklerinde ‘Geoglyph / Yeryüzü Heykelleri’ tabiriyle anılan bu devasa yapıtların üretiminde insan emeği yanı sıra doğal malzeme kullanıyor sanatçı. Genellikle geniş ve çorak arazi ile çöl veya eriyen buzullarda çalışan Rogers, yapıtlarının küresel ısınmayla ilgili duyarlılığı pekiştireceğini düşünüyor.

BİR SONRAKİ DURAK KENYA

Kapadokya’da bulunan ve yükseklikleri 10 metreye ulaşan heykeller, Rogers’ın en son yaptığı eserler arasında. 27 yıl önce ziyaret ettiği Kapadokya bölgesinin doğal güzelliklerinden etkilendiği için burayı tercih ettiğini söyleyen sanatçı, çalıştığı yerlerdeki tarihi dokuya epey önem veriyor. Eserlerinde o yörenin kendine has özelliklerini yansıtmaya özen gösteren sanatçı, “Heykellerde kullandığım taşların bölgeye ait olması benim için çok önemli. Yaşadığımız topraklarda geçmişten gelen bir hayat var ve biz o hayatı düşünüp mevcut değerleri korumakla yükümlüyüz. Bunu gelecek nesillere borçluyuz.” diyor.

Teknoloji ilerledikçe insanın doğadan uzaklaştığını söyleyen Rogers, heykellerin dev formlarının taşlarla inşa edilmesinin çok zor bir çalışma olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor: “İşin içine bu toprakların sahibi yerel halk girince heykellerin değeri daha da artıyor. Çünkü bu heykeller onların geçmişlerinden geleceklerine birer köprü görevi görüyor. Her şeyin birbiriyle bağlantısı var. Gelecek bilgimizde bile geçmişin bir parçasını taşıyoruz.”

Andrew Rogers’ın Kapadokya’dan sonraki durağı Kenya olacak. Sanatçı Kenya’ya dev bir aslan hediye etmek için kolları çoktan sıvadı.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/MAYIS

.......

maNga OYLARINIZI BEKLİYOR

maNga, 55. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi ‘We Could Be The Same’ şarkısıyla temsil edecek. Ekip, oylarınızı bekliyor…


İstanbul’da civcivli bir gün. Güneş pırıl pırıl parlıyor, laleler şehri renge kesmiş. 55. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi ‘We Could Be The Same’ şarkısıyla temsil edecek maNga’yla Yıldız Parkı’nda buluşuyoruz. Alabildiğine telaşlı bir yolculuk arifesinde ekip. Bugünün işini yarına bırakacak lüksleri yok. Mayıs’a hızlı giriyorlar. Görüşmeler, röportajlar, konserler… Sonrası malum; önce 27 Mayıs’taki yarı finalde, onu geçmeleri halinde 29 Mayıs’taki finalde Türkiye’yi temsil edecekler.

Bilmeyenler için bilinen kısmın özetini verelim: İsmini Japon çizgi roman geleneğinden alan maNga; Ferman Akgül (vokal), Yağmur Sarıgül (gitar), Cem Bahtiyar (basgitar), Özgür Can Öney (davul) ve Efe Yılmaz (turntable) tarafından 2001 sonlarında Ankara’da kuruldu. Ekibin albüm helecanı aynı yılın sonbaharında katıldıkları ‘Sing Your Song’ isimli müzik yarışmasıyla başladı. İlk albüm Aralık 2004’te ses verdi. Ney, piyano, tambur ve bağlama gibi enstrümanlara kucak açan son albüm ‘Şehr-i Hüzün’, geçtiğimiz bahar raflara yerleşti. 2009 MTV Avrupa Müzik Ödülleri’nde ‘Avrupa’nın En İyi Sanatçısı’ seçilen maNga, şimdi de 55. Eurovision Şarkı Yarışması yolunda.

Buraya kadar biliyoruz. Bundan sonrası?

Bundan sonrasını gün be gün paylaşacağız. Eurovision hikâyesindeki tüm gelişmeleri video, fotoğraf ve günlük olarak kayıt altında tuttuk zaten. Şarkı yapma, seçme, sponsorluk görüşmeleri, prova ve konserler… Her şeyi kaydettik. Sitemizde yayınlıyoruz peyderpey. Ama asıl Oslo’ya gittiğimiz andan itibaren yaşananları günlük tadında web’den anında paylaşacağız.

maNga’nın resmi sitesinden mi?

Sitemiz üzerinden vereceğimiz linklerde…

Çekirdek çitleterek Eurovision izlediğiniz yıllarda yarışmaya gideceğiniz hiç aklınıza gelir miydi?

Evet ya, çekirdek çitleterek ailece izlerdik. Numaralar açıklandıkça bir üzülür, bir sevinirdik. Bir hafta konuşurduk sonra üzerinde. Önemli buluyorduk demek, hâlâ buluyoruz aslında. Sonuçta Avrupa Televizyonlar Topluluğu’nun organizasyonu. Ama katılacağımız aklımıza gelir miydi? Yok.

Çok yarışma gördü geçirdi maNga; yarışmaların özel bir önemi olsa gerek hayatınızda…

Olmaz mı? Şarkı kaydetmemize, albüm yapalım mı diye düşünmemize bir yarışma sebep oldu sonuçta. Yarışma beklenti oluşturuyor ve bizi daha çok çalışmaya zorluyor. Bir de yarışmalar büyüdükçe büyüdü. MTV Avrupa Müzik Ödülleri’nde ‘Avrupa’nın En İyi Sanatçısı’ seçildik, şimdi Avrupa’da bir beklenti var. Bir albüm, en azından bir single…

Şarkı yapma süreciniz nasıl işliyor?

Önce müzik, yani beste çıkıyor ortaya. Sonra üzerine söz yazıyoruz. Söz üzerine müzik yaptığımız çok nadirdir, ya da ikisinin başa baş gittiği… Ferman ve Yağmur müziği yapıyor; genellikle Ferman sözleri yazıyor.

O zaman Ferman’a dönelim. Ferman ne okur, ne izler, ne yaşar da bu sözleri yazar?

Bu defa albümün isminden biraz belli oluyor aslında: Şehr-i Hüzün. Orhan Pamuk ve Ahmet Hamdi Tanpınar etkisi çok fazla albümde. Bu iki yazar maNga’ya ve albümdeki hüzne benim üzerimden çok katkı yaptı. Orhan Pamuk ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’de iki üç sayfa boyunca hüznü anlatır ya... Sabah beşte elinde poşetle yolda bekleyen kadın, 400 yıllık çeşmenin üzerinde kurumuş yağlıboya… Yazarın binaları tasviri de beni ayrıca etkiledi ve hüzne sürükledi. Orhan Pamuk’un Ahmet Hamdi Tanpınar’a göndermeleriyle Tanpınar’ın ‘Mektupları ve ‘Beş Şehir’i okuyunca da işte böyle…

Yazarlar vesile olmuş ama sizi asıl İstanbul vurmuş galiba…

İstanbul beni, bizi zaten çok etkiledi. Ankara’dan buraya geldiğimiz zaman özellikle… Bir büyülenme durumu yani. Elimde Orhan Pamuk’un kitabı, kulağımda Türk sanat müziği, karşımda İstanbul. İnsanın yazası geliyor, elde değil. O sırada yapılan müzikler de duruma ayak uydurdu. Müziğin size hissettirdiği şeyleri yazıyorsunuz sonuçta, çağrıştırdıklarını...

Ankara’dan sonra İstanbul bambaşka bir film mi?

Ankara sanat filmi gibiydi. Havası, kasveti ve durağanlığıyla... İstanbul ise Türk filmi, hatta Yeşilçam filmi gibi. Daha canlı, daha heyecanlı.

Belli ki maNga için sinema epey önemli. Yoksa MTV’de ödülünüzü alırken yaptığınız konuşmada Nuri Bilge Ceylan’ın yalnız ve güzel ülkesine neden atıfta bulunasınız ki?

Sinema nadir ortak noktalarımızdan biri. Yeni filmleri ve eski klasikleri takip ediyoruz. Film konusunda ortak bir zevkimiz bile var. Epeydir oturup beraber film izlemişliğimiz yok ama ondan önce, özellikle beraber yaşadığımız dönemde çok izlerdik. Son dönem Türk filmlerini de beğenerek takip ediyoruz.

Favoriniz?

Vavien. Bayıldık. O nasıl bir kara mizahtır öyle.

Şehr-i Hüzün’deki ‘Üryan Geldim’in nakaratında Karacaoğlan’ın, ‘Hepsi Bir Nefes’in nakaratında ise Ömer Hayyam’ın dizelerine rastlıyoruz. Tesadüf mü oldu yoksa epey bir okuma var mı altında?

İkisi de. Ben (Ferman) o sırada çok fazla Ömer Hayyam okuyordum ve dörtlüğü gözüme kestirmiştim. Mutlaka kullanacaktım bir yerde. Uygun gördüğüm anda da kullandım. Anlatmak istediğime çok uygundu, yeni cümleler kurmanın pek âlemi yoktu. ‘Üryan Geldim’e ise Yağmur çalışıyordu ve bir yerde tıkandı. Nakaratı bir türlü bulamadı. O sırada Karacaoğlan dörtlüğü geçti eline ve dedi ki: İşte budur.

Birinci olursanız ne değişir?

Bir şeyler elbette değişir, en azından hızlanır. Uluslararası bir grup olmak istiyorduk; o süreç hızlanır bir kere. Dünya grubu olmayı kim istemez! Hepimizin içinde gizli gizli bu var. Baştan beri. İsmimizden bile belli: maNga. Orada elimizden geleni yapacağız. Bakalım, inşallah. Büyük konuşmamak lazım. Asıl derdimiz yaptığımız işlerle ilgili. Mesela şimdi çıkaracağımız single’ın kapağını düşünüyoruz kara kara.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/MAYIS

Kırpılmış Kumuşların Renkli Dünyası

Her geçen gün daha fazla kişiyi etkisi altına alan renkli bir dünyanın kapısını aralıyoruz; patchwork dünyasının…


Türk kahvesiyle cevizli kekin kokusu pencere pervazlarından ve kapı aralarından geçerek Kuzguncuk’taki Perihan Abla Sokak’a yayılıyor. Her akşamüstü, muntazaman… Kadın kahkahası, dikiş makinesi sesi, iğne iplik kardeşliği ve kumaş kargaşası da cabası. Canhıraş bir hazırlık. Tekstil Sanatları Derneği, 5 – 16 Mayıs tarihlerindeki ‘Kırkpare – Patch’ sergisine hazırlanıyor. Harbiye’deki Askeri Müze’de gerçekleşecek sergide; Türkiye yanı sıra ABD, Avusturya, Belçika, İrlanda, İngiltere, Japonya, Macaristan ve Yunanistan’dan patchworkler var. Sergiyi bahane edip patchworkün renkli, paylaşımcı ve dost dünyasının kapılarını araladık.

BİR SANDVİÇ MİSALİ

Türkçe’de kırkpare, yamalı bohça, kırkyama, hanım dilendi - bey beğendi gibi pek çok isimle anılan patchwork; parça kumaşların birleştirilmesinden menkul. Bir sandviç misali… Şöyle ki: Birinci kat parçalı yüz. İkinci kat ara katman olan elyaf. Üçüncü kat en alta konan yekpare arka kumaş. Bu üç kat, ‘yorganlama’ veya ‘kapitone’ tekniğiyle birbirine dikilip tek vücut haline geldiğinde işte size patchwork.
Eski zamanlarda ihtiyaçtan doğan bu meşgale, günümüzde gittikçe popülerleşen bir hobi, sanat, hatta moda. Üstelik sadece hanımların değil, beylerin dünyasında da. Tanınmış iki erkek patchwork ustasından dem vurmanın zamanı: Biri; aslında inşaat mühendisi olan John Flynn. Eşine yardım etmek için patchworke başlayan Flynn, o kadar başarılı olmuş ki, asıl mesleğini bırakmış. Şimdi hem kendi markası olan ürünler tasarlıyor, hem kitaplar yazıyor hem de uluslararası festivallerde patchwork dersleri veriyor. Bir diğer ödüllü patchwork ustası ise Colorado’da kendi stüdyosunda çalışan Ricky Tims. Aynı zamanda müzisyen olan Tims, emekli bir kamyon şoförü olan babasını bile patchwork yapmaya ikna etmiş.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

Patchwork’ün çıkış noktası, ihtiyaç ve eldeki malzemenin ziyan edilmeden kullanılması. Bazı kaynaklara göre Orta Asya, bazılarına göreyse Mısır kaynaklı. Bugün elde olan en eski patchwork parça, bir İskit Kabile Reisi’nin mezarında bulunmuş. M.Ö. 100 - M.S. 100 yılları arasına ait olduğu düşünülen parçanın üzerinde hayvan şekilleri yer alıyor. Budist rahiplerin yamalarla yapılmış giysiler kullandıkları, İpek Yolu yolcularının yol üzerindeki mabetlere kumaş parçaları bıraktıkları ve bu parçalarla çeşitli örtü ve objeler yapıldığı Marko Polo’nun gezi yazılarından malumumuz.

Patchwork’ün Haçlı Seferleri’yle Asya’dan Avrupa’ya ve daha sonra da Amerika’ya geçtiği düşünülse de günümüzde ilk durak Doğu değil Batı, hatta bilhassa Amerika... Her hobi üzerine bir endüstrinin kurulduğu Amerika, ticari amaçla da olsa, patchworkün beşiği. Her genç kızın evlenmeden önce çeyiz olarak yapması beklenen çift alyans modeli, Baltimore’un albüm aplikeleri, yoyolar, ipek ve kadifeli çılgın model en bilinen örneklerden.Her ülkede farklı şekilde uygulanan patchwork, Orta ve Güney Amerika’da politik görüş ifade etme yöntemlerinden biri olarak kullanılıyor. Hindistan ve Pakistan’da minik aynalar, Afrika’da ise sade ve geometrik şekiller öne çıkıyor. En güzel patchworklerin yapıldığı ülkelerden biri ise Japonya. Sabırlı Japon hanımlar, ince zevklerini ülke kültürüyle birleştiriyor ve ortaya benzersiz eserler çıkarıyor. Japon patchwork ustalarının son gözdesi epey tanıdık: Türk oyaları.

TÜRKİYE’DE PATCHWORK

Patchworkün Türkiye’deki geçmişini düşünürsek epey eskiye gitmemiz gerekecek. Osmanlı İmparatorluğu ve öncesine… O günlerde en güzel örnekler çadır ve gölgeliklerde görülüyor. Saray nakkaşhanesi tarafından yönlendirilen ve devrin sanat akımları doğrultusunda aplike desenlerle süslenen çadırlar, saray ve köşklerin dış mekâna taşınmış örnekleri olduğundan epey detaylılar.

Günlük hayatta seccade, giysi, çanta, masa ve yatak örtüsü olarak karşımıza çıkan patchworkün bir de yakın akrabası var Türkiye’de: Yorgancılık.

Tek parçalı ve kalın ara katmanlı sıcacık işler çıkaran Türk yorgancıların sayısı her geçen gün azalsa da; genel anlamda son 20 – 30 yılda pek çoklarının hayatına tutkulu ve yaratıcı bir uğraş olarak girdi patchwork.

‘Elle mi yapılsın, makineyle de olur mu?’ tartışmaları bir kenara, patchworke gönül verenler kendilerini renkli ve dayanışması bol bir dünyanın kapısında buluyor. Eşikten geçtiklerindeyse birleşenin sadece kumaşlar olmadığını fark ediyor. Son sözü Tekstil Sanatları Derneği kurucularından Selma Kenter’e bırakalım: “Patchwork bize sabır, gayret, paylaşım ve üretimin inceliklerini öğretti.”

PATCHWORKÜN PÜF NOKTALARI

• Kullanacağınız kumaşların türü aynı olmalı; ya tamamen sentetik ya da tamamen pamuklu.
• Kumaş kalınlıkları aynı olmalı.
• İnce ve kaygan kumaşlar kullanmak istiyorsanız onları yapışkan tela ile sabitlemelisiniz.
• Kumaşlar kullanılmadan önce yıkanıp apreleri alınmalı. Böylece çekip çekmediği, boya verip vermediği anlaşılabilir.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/MAYIS

....

Başlangıç Niyetine...

İstiklal Caddesi yeni bir çağdaş sanat mekânına daha kavuşuyor: ‘Arter – Sanat İçin Alan’


Fısıltı Gazetesi epeydir yazıyor, çiziyordu. Biliyorduk, Beyoğlu’ndaydı. Açılışı bu gündü, yarındı. Gazetenin dediği çıktı; o gün 8 Mayıs. Bir Vehbi Koç Vakfı (VKV) projesi olan ‘Arter – Sanat İçin Alan’ 8 Mayıs’ta ‘Starter’ başlıklı sergiyle açılıyor. Sergide, vakfın çağdaş sanat koleksiyonundan seçilen 87 sanatçının 160’ı aşkın eseri yer alıyor.

Mekân; Fısıltı Gazetesi’nin yazdığı üzere İstiklal Caddesi’nde, Borusan Müzik Evi’nin karşısında, no: 211’de… Gazetenin yanıldığı tek bir şey var: Arter bir müze değil ve ileride müzeye dönüştürülmesi planlanmıyor. Mekân, Vehbi Koç Vakfı’nın ileride kurmayı hedeflediği müze için bir hazırlık, araştırma ve laboratuar ortamı olabilir en fazla. Arter’in amaçlarının başında; yeni üretimleri destekleyip sergilemek ve sanatçılara görünürlük kazandırmak var. Sanatçılara kaynak, sergileme, tanıtım, yayın ve eğitici etkinlikler anlamında sürdürülebilir bir üretim altyapısı sunmak Vakfın koleksiyonunu genişletmesine de katkı sağlayacak.

‘MEYMARET HAN’

Arter’e ev sahipliği yapan binanın sergi alanına dönüştürülmesi için üç yıldır süren çalışmalar nihayetlendi. 1900’lerin başında dönemin 6. Belediye Dairesi (Beyoğlu) mimarı Petraki Meymaridis Efendi tarafından inşa edildiği tahmin edilen bina, Cumhuriyet dönemi kayıtlarında ‘Meymaret Han’ adıyla geçiyor.

‘Meymaret Han’, dört kata yayılan 864 metrekarelik alanında Arter’in ilk sergisi ‘Starter’ı ağırlıyor. Serginin küratörü, Türkiye sanat ortamının 1995’te gerçekleşen 4. Uluslararası İstanbul Bienali ve eşzamanlı Fluxus Retrospektifi’yle tanıdığı bir isim: René Block.

Vehbi Koç Vakfı koleksiyonundaki gelişmelerin habercisi niteliğindeki ‘Starter’da 1960’lardan günümüze pek çok çağdaş sanatçının yapıtı yer alıyor. Sergiye; Adel Abidin, Halil Altındere, Nevin Aladağ, Maja Bajevic, Elina Brotherus, Cevdet Erek, Michael Sailstorfer gibi sanatçılar güncel yapıtları; Joseph Beuys, John Cage, Cengiz Çekil, Ayşe Erkmen, Rebecca Horn, Gülsün Karamustafa, Sophie Calle ve Allan Kaprow gibi çağdaş sanat öncüleri ise klasikleşmiş yapıtlarıyla katılıyor.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/MAYIS

........

İstanbul Perde Açıyor

Doğa perdelerini açtı. Ağaçlar silme çiçek, her yer börtü böcek. Sıra İstanbul’da. Perdeler 10 Mayıs’ta açılıyor.

Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali; önce her yıl, sonra yılaşırı olmak üzere 1989’dan beri bir şekilde düzenleniyor. Festivalin kimleri ağırladığını sayıp, kaçırdıklarımıza hayıflanmayı bir kenara bırakalım ve önümüze bakalım: 17.’si 10 Mayıs - 10 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek festivalin programı epey sıkı. Programda; yurtdışından dokuz tiyatro ve dans topluluğu ile Türkiye’den seyirciyle ilk kez buluşacak 30’a yakın oyun, dans, performans ve özel gösteri var. 18 farklı mekânda sahnelenecek 90 gösteri… Ayrıca ünlü konukların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları...

Festivalin en dikkat çekici yapımı; Avrupa sahnelerinde büyük ses getiren, John Malkovich’in başrolünü oynadığı ‘Şeytani Komedya’. ‘Barok orkestra için oyun’ olarak tanımlanan yapım, 14 Mayıs’ta tek temsil yapacak. Avusturyalı yazar, şair, gazeteci ve seri katil Jack Unterweger’ın gerçek hikâyesini sahneye taşıyan oyunda John Malkovich, 1974’te tutuklanarak hapse giren ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra yazılarıyla şöhreti yakalayan ama cinayetlerinden vazgeçmeyen Unterweger’ı canlandırıyor.

ÇEHOV ANISINA ÜÇ OYUN

Doğumunun yüz ellinci yılında tüm dünyada çeşitli etkinliklerle anılan Rus oyun yazarı Anton Çehov, 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde üç farklı gösteriyle izleyici karşısında. Bir Çehov klasiği olan ‘Vanya Dayı’, Nesrin Kazankaya çevirisi ve yorumuyla bir Tiyatro Pera yapımı olarak festivalde.

Trevor Griffiths’in Çehov’un Plathenov’undan esinlenerek yazdığı ‘Piyano’, Talimhane Tiyatrosu ve Akbank Sanat ortak yapımıyla ve Mehmet Ergen rejisiyle sahnede. Tiyatro Oyunbaz ise festivale ‘Martı’ ile katılıyor. Oyunun yönetmeni Abdullah Cabaluz.

DİKKAT ÇEKENLERDEN…

Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, İngiltere, İtalya ve Japonya’dan grupları ağırlayan festivalin dikkat çeken yabancı yapımları arasında Alman tiyatrosunun ‘yaramaz yönetmeni’ Andreas Kriegenburg yorumuyla izleyici karşısına çıkacak Kafka’nın ‘Dava’sı bulunuyor. Festivaldeki bir diğer Alman yapım; yazar ve yönetmen Rene Pollesch’in sıra dışı projesi Ruhr Üçlemesi’nin ikinci bölümü ‘Cinecitta Aperta’. Londra’nın ünlü dans merkezlerinden Sadler’s Wells, Sidi Larbi Cherkaoui koreografisiyle sahnelenecek ‘Sutra’ ile festivalde.

Daha önceki yıllarda festivale ‘Diyonisos’ ve ‘Ivanov’ yorumuyla katılan Tadashi Suzuki, bu sefer ‘Elektra’ ile İstanbul’da. Dünya tiyatrosunun yakından tanıdığı Japon yönetmen, eğitimci ve yazar Tadashi Suzuki, ayrıca Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Onur Ödülü alacak. Ödülü alacak bir diğer isim ise Türk tiyatrosuna yıllardır oyuncu, yönetmen ve eğitimci olarak hizmet veren Erol Keskin.

FESTİVALİN MEKANLARI

Bayrampaşa Eski Cezaevi, Caddebostan Kültür Merkezi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Çıplak Ayaklar Dans Stüdyosu, Garajistanbul, Haldun Taner Sahnesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Kumbaracı50, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi, Salon, Semaver Kumpanya Çevre Tiyatrosu, Ses Tiyatrosu, Şişli Cevahir Sahnesi, Talimhane Tiyatrosu, Tiyatro Pera, Üsküdar Tekel Sahnesi ve Üsküdar Stüdyo Sahnesi.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ MAYIS