28 Haziran 2012 Perşembe

İSTANBUL GALERİLERİNİN 6 OKTAVLIK SESİ




İstanbul çağdaş sanatının sesi en çok Sakıp Sabancı, İstanbul Modern, Pera, santralistanbul ve Borusan Contemporary gibi müzelerden yükselse de… Şehrin galerilerine bilhassa kulak vermeli; 8 değilse bile 6 oktav garanti!



1933’te Beyoğlu Narmanlı Yurdu’nun altındaki şapkacı dükkânında sergi açan D Grubu sanatçılarımız Zeki Faik İzer, Nurullah Berk, Elif Naci, Cemal Tollu, Abidin Dino ve Zühtü Müridoğlu bugün İstanbul’da 300’e yakın galeri olduğunu duysa ne yapardı acaba? Her biri çok şaşırırdı mutlaka.

Çünkü İstanbul, hayatının ilk galerisini İsmail Hakkı Oygar sayesinde 1945 yılında gördü. İlk ünlü galerisini ise Adalet Cimcoz sayesinde 1951’de… Onun da - ismi Maya - ömrü sadece 4 yıl sürdü. Ama o kısacık zaman içinde sergi açmak ve satış yapmakla kalmayarak nice buluşma, kaynaşma ve ilhama vesile oldu Maya. Hatta bir galeriden beklendiği üzere; sanat eserlerinin satılmasından çok izlenmesini, paylaşılmasını ve tartışılmasını sağlayıp sanatçı ile izleyici ve müze arasındaki ilişkiyi biçimlendirdi de…

Ama 70 ve 80’li yıllara gelindiğinde; bir yanda literatüre yerleşmeye çalışan kültür endüstrisi kavramı, diğer yanda ülkedeki sanat birikiminin dünyaya açılma telaşı... Kısacası epey bir zaman kaybı. Nihayet 90’larda her türlü telaş geride kalıp küratör René Block’un deyişiyle tam bir “İstanbul Mucizesi” yaşanınca… Galeriler, tesbih taneleri gibi saçıldı İstanbul’a. Öncelikli olarak da Maçka – Nişantaşı – Teşvikiye civarına… O yüzden İstanbul’un en eski ve en köklü galerilerini görmek isteyenler için istikamet Nişantaşı’ndaki Mim Kemal Öke, Eytam ve Abdi İpekçi Caddeleri. Görülecek galeriler ise Maçka Sanat, Galeri Nev, C.A.M, X-İst, Çağla Çabaoğlu, Kare Sanat, Dirimart, Soda, 44 A, Doku, Mine ve Milli Reasürans… Ama bir itiraf: Eğer niyet; modernden çağdaşa uzanan uzun ince yolda yürüyen bir şeyler satın almaksa… Değilse; o zaman doğru Beyoğlu, Tophane ve Akaretler’e.

İSTİKLAL CADDESİ DEĞİL, TÜM BEYOĞLU

Taksim Meydanı’ndan Tünel’e doğru yürürken Fransız Kültür Merkezi, Akbank Sanat ve Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi’ne hızlıca göz atmalı belki. Ya da hiç oyalanmadan 100 yıllık Mısır Apartmanı’nın dev kapısından içeri girmeli. Asansörle en üstte çıkıp kat be kat süzülmeli: Galeri Nev, NON, CDA Project, Pi Artworks, Nesrin Esirtgen Koleksiyonu ve Galeri Zilberman… Zaten girince çıkamıyor insan. Bilhassa, ama mutlaka Eşref Yıldırım’ın “Hiç Kimsenin Ölümü” isimli sergisi… Son tarih 16 Haziran, yer Galeri Zilberman. Mısır Apartmanı’nı terk eder etmez istikamet; sanatı gündelik hayatın parçası haline getiren SALT. Ardından çaprazdaki ARTER. Sonra karşı komşu Borusan Müzik Evi ile hemen arkadaki Tepebaşı Galerist. 23 Haziran’a kadar da bir sürpriz: Erwin Wurm'un son işleri bu sonuncu durakta.

KARAKÖY’E UZANAN TOPHANE

Sırtını İstiklal Caddesi’ne yaslamış, ayaklarını denize uzatmış keyfe keder İstanbul semtlerinden Tophane sanat konusundaki rüştünü çoktan ispatladı. Semtteki ilk kıvılcım Hayriye Caddesi numara 5’te yıllar yıllar önce çaktı: Armenak Usta’nın marangoz atölyesi İstanbul’un romantik galerisi Apel’e dönüştüğünde… 2008’den itibarense başta Outlet ve NON olmak üzere galeriler peş peşe yerleşti bölgeye. Ama şimdi ikisi de orada değil. NON Mısır Apartmanı’nda,  Galeri Outlet ise Pilot ismiyle Sıraselviler’de. Tophane’de kalanlar ve yeni eklenenler ise Pg Art Gallery, Pi Artworks, Daire, Elipsis, Rodeo ve Depo. Hatta gezme sırası da tam olarak bu. Arada Masumiyet Müzesi’ne uğramak kaydıyla elbette. Sonra belki küçük bir mola ve tramvay yolunun karşısındaki Karaköy’e. ArtSümer ve Galeri Mâna; mutlaka ama mutlaka. Bağımsız kale BAS ve İstanbul ’74 ise tercihe göre... Yalnız Bankalar Caddesi’nin incisi SALT Galata illa ki… Özellikle de yaz boyunca görülebilecek “Modern Denemeler” serisi sebebiyle…

AKARETLER: TASARIMLA SANAT ARASINDA

Bir zamanlar saray ressamı Fausto Zonaro dâhil nice önemli simaya ev sahipliği yapan Akaretler'deki Sıraevler, İstanbul'un yeni sanat ve tasarım üssü olmakta kararlı. Art On, artlimits, Autoban ve Derin Design çokça tasarıma meyilli ama Galerist, Rampa, Kuad ve C.A.M tam anlamıyla birer güncel sanat mabedi. Az biraz yukarıda ise Mabeyn ve Galeri Artist… Yine tercihe tâbisiniz. 


JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE BUSINESS / HAZİRAN 2012 

18 Haziran 2012 Pazartesi

İSTANBUL’UN GİZLİ MÜZELERİ



İSTANBUL –HENÜZ – BİR MÜZELER ŞEHRİ DEĞİL AMA O YOLDA İLERLEDİĞİ KESİN. YILLARA MEYDAN OKUYAN TOPKAPI SARAYI VE ARKEOLOJİ MÜZELERİ BİR YANA İSTANBUL MODERN, PERA VE SAKIP SABANCI GİBİ ÖZEL MÜZELER VAR ŞEHİRDE. AMA BİR DE UNUTULANLAR, UZAKTAKİLER, HENÜZ KEŞFEDİLMEYEN VE GİZLİ KALANLAR…


MÜBADELE MÜZESİ

Uzun uzun yolları aşıp Çatalca’ya vardık. Son durağımız Mübadele Meydanı. Bir köşede dev gibi bir çitlembik ağacı; 150 yaşında ve de koruma altında; diğer bir sürü şey gibi. Ne gibi? Evler, eşyalar, anılar ve hayatlar… Önce, küçük tahta tabureleri olan bir kahvehaneye oturduk; birazdan Türkiye’nin ilk ve tek Mübadele Müzesi’ni gezeceğiz. Restorasyonu iki yıl önce biten müzeyi elbette merak ediyoruz ama daha çok merak ettiğimiz bir şey var sokakta: Geçmiş zaman hikâyeleri. “Anlatırım beyav” diyor Fehim Uçan, 93 yaşında, 1. kuşaktan: “4 yaşındaydım. Apar topar bindik gemiye. İndik ki gelmişiz. Bir tek yastık yorgan yanımızda. Ev verdiler bize, biraz da mal. İş bitti. Ne diyeyim? Atatürk çağırdı geldik beyav...” Çamaşırları ipten ıslak ıslak toplayıp, yemeğin altını pişmesini beklemeden söndürüp gelmişler. Ceplerinde belki döneriz düşüncesi, sırtlarında en kıymetlileri. Günlükler, fotoğraflar, mektuplar, porselenler, aile yadigârı takılar, çeyizler, dokumalar, işlemeler... Girit kırmızısı nakış işi en özeli ve güzeli.
***
GÜLCEMAL GEMİSİ
Lozan Mübadilleri Vakfı ve Çatalca Belediyesi öncülüğünde İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı desteğiyle kurulan Mübadele Müzesi, Yunanistan’dan Türkiye’ye göç eden Türklerin göçten önceki ve sonraki yaşam biçimlerini şimdiki kuşaklara tanıtmayı amaçlıyor. Mübadele tarihiyle ilgili bilgi ve belgenin toplandığı arşiv niteliğindeki müzede; Yunanistan’dan gelenleri taşıyan Gülcemal isimli geminin maketi de bulunuyor.


DEPO MÜZE

İstanbul bir saraylar, köşkler ve kasırlar şehri. Onların her biri, içlerindeki her türlü mobilya ve eşyayla birlikte teşhirde. Düşününce, kendileri zaten bir müze. Ama görünenler görünmeyenlerin pek azı. Tüm o saray, köşk ve kasırlardaki türlü çeşit eşyanın fazlası Beşiktaş’ın göbeğindeki Depo Müze’de. 2006 yılında açılan Depo Müze’nin tavanları ahşap, duvarları taş, kokusu mayhoş. İçeride her daim aynı müzik: Klasik Türk Musikisi. Etrafta on binlerce obje. Çini sobalar, mangallar, bakır kazanlar, ibrik ve semaverler, porselenler, camlar, kristal ve gümüş sofra takımları, ipekli perdeler, tüller, gümüş şamdanlar, gaz lambaları, kandiller… Daha neler neler… Müzenin depolama ve sergileme bölümleri ayrı ama ikisi de ziyarete açık.


PATRİKHANE MÜZESİ

Fatih Kumkapı Muhsine Hatun Mahallesi Sevgi Sokak’tayız. Yollar nasıl dar. Ne demişler: Ne kadar teşkilat o kadar müşkilat! Ermeni Patrikhanesi’nin altındaki Patrik IX. Hovhannes Golod Müzesi’ni ziyaret edeceğiz. Hıristiyan dünyasının kutsal emanetlerinin korunduğu müze 2006’da açılmış aslında ama pek bilen gören yok. Saklı, gizli ya da ziyaretçiye kapalı değil ama gezebilmek için telefon açıp randevu almak gerekli. Sebebi: Müzeye aynı anda sadece 10 kişi girebiliyor. Çünkü çok küçük, çok bölmeli ve çok kalabalık. Ermeni Patrikhanesi Birinci Sekreteri Vağarşag Seropyan anlatıyor, biz dinliyoruz: “Köşedeki kırmızı pelerin 1700 başlarında yaşamış Patrik Golod’un kişisel eşyalarından. Şu piskoposluk tacı 1681’de Diyarbakır civarından geldi. Büyük taht Yıldız Sarayı’ndan hediye. Karşıdaki büyük sini Kayseri’den. Onun karşısındaki büyük çan 1895 tarihli. Duvarlardaki yağlıboya tablolar Hagop Egoyan tarafından restore edildi. Hiç kimseye ait olmayan şu yüz Kasımpaşalı. Şaka, şaka! Mankeni oradan aldık. Giydirdik. Bir din adamının nasıl giyindiğini merak edenler için… Piskopos ya da patrik önemli günlerde işte böyle giyiniyor demek için...”

***

KÜÇÜK BİR ANADOLU TURU
İnsanı; Tokat’tan Ankara’ya, Çorum’dan Sivas’a, Van’dan Bursa’ya, Kayseri’den İstanbul’a bir geziye çıkaran müze, günümüzdeki halini ancak 2010’da alabilmiş. Ruhani Kurul Başkanı Episkopos Aram Ateşyan ve araştırmacı yazar Arsen Yarmayan’ın çabalarıyla… Müzenin yan tarafında eski bir hapishane var. Ekip, ileride orayı da müzeye dâhil edecek.


MATBAA MÜZESİ/ATÖLYESİ

Rahmi M. Koç Müzesi’nin açık sergileme alanına bir konuk geldi: Nostaljik Matbaa Atölyesi/Müzesi. Ziyaretçiyi kurşun harfler devrinde küçük bir yolculuğa çıkaran proje Promat Matbaacılık’ın 20. yıl etkinlikleri kapsamında hayata geçti. 1950 ve 60’lı yılların basım tekniklerini önümüze seren müze matbaa tarihinin canlı tanığı. Şöyle ki; tarihi tipo tekniği, elle kurşun harf dizimi, metal klişeler ile baskı uygulamaları, kâğıt kesimi ve ciltleme gibi tekniklerin hepsi eski ustalar tarafından bir bir yapılıyor. Ziyaretçinin karşısında… Mekânda ayrıca matbaacılık üzerine seçilmiş kitap, hurufat, klişe ve efemeralar da var.


FOTOĞRAF MÜZESİ

İstanbul’un tarihi semti Kadırga’da, Kadırga Parkı’nın yanındaki Kadırga Kültür Merkezi’ndeyiz. Orası artık İstanbul Fotoğraf Müzesi. 1000 metrekarelik bir alana kurulan müzede karşımıza çıkan ilk şey, Kadırga’yı anlatan fotoğraflardan oluşan cep salon. Beş fotoğraf galerisi yanı sıra bir fotoğraf arşivi ve kütüphaneden oluşan müzenin yegâne sergisi klasikler galerisindeki Cumhuriyet Dönemi Ustaları-İz Bırakanlar. Sergide kimileri artık aramızda olmayan 50 fotoğrafçının çalışması var. Müzenin 9 Şubat’a dek açık kalacak süreli sergilerine gelince… İlki; her kuşaktan ve kesimden, alaylı ya da eğitimli 200 fotoğraf sanatçısının eserlerinden oluşan Fotoğrafımızda Bugün-2011. İkincisi; albümler, kitaplar ve portfolyolardan oluşan Basılı Fotoğrafımız-Albümler. Geçtiğimiz aylarda Fatih Belediyesi ve Fotoğraf Dostları Derneği’nin işbirliğiyle açılan müzenin en çok ilgi gören objesi ise girişteki büyük format fotoğraf makinesi.
***

FOTOĞRAFIN SEYRİ 

Dünya fotoğraf tarihinin ilk sayfaları, İbn-i Heysem’in Camera Obscura ile güneş tutulmasını izlemesiyle açılıyor. İcadından hemen sonra –neredeyse 200 yıl önce- Osmanlı'ya gelen fotoğraf, Beyoğlu'ndaki fotoğrafhanelerden saraylara, cephelerden uzak illere geniş bir seyir izliyor. 

JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE HAZİRAN 2012 

..

14 Haziran 2012 Perşembe

Haremin sandığından çıkanlar

 
'Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümâyûnu' isimli sergi, Topkapı Sarayı'nın ikinci avlusundaki Has Ahırlar'da dün itibarıyla ziyarete açıldı. Sultanlar, eşleri ve çocukları tarafından bizzat kullanılan 300'e yakın eser ve belgenin yer aldığı sergide; Hürrem Sultan'ın Kanuni'ye yazdığı mektup da bulunuyor. Sergi 15 Ekim'e dek ziyaret edilebilecek.
 
'Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümâyûnu' sergisinin açılışını Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay yaptı. "Harem müstesna bir imparatorluk merkezinin özel alanı, mahremi. İsmi de oradan geliyor. Padişah çocukları, onların anneleri ve anne adayları bu mahrem mekânda dünyadan gizli ama dünyanın bütün bilgilerine açık bir ortamda inanılmaz bir disiplin ve hiyerarşi içinde yaşıyor, yetişiyor ve sonunda Osmanlı sultanı olarak dünyaya hükmetme göreviyle karşı karşıya geliyor." diyen Günay, Harem'in birtakım popüler söylemlerin ötesinde tam bir ilim, hiyerarşi, disiplin, gelenek ve görenek yuvası olduğunu vurguladı. Gönlünün asıl isteğinin sarayın bütün alanlarının restorasyonunun bitmesi ve haremin kendi mekânında rahatça gezilmesi olduğunu söyleyen Günay, saray içindeki birçok işgalin sona erdiğine ve sarayın tüm zenginliklerinin yakın zamanda bir bir sergileneceğine dikkat çekti.

Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı ise Topkapı Sarayı'ndaki Harem'i zevcesi Hürrem Sultan'ın talebi üzerine kurduranın Kanuni Sultan Süleyman Han olduğunu söyleyerek konuşmasına başladı: "Mimar Sinan'ın Topkapı Sarayı'na tek hediyesi Harem'dir. Burası her şeyden evvel padişahın evi. O bir ev. Bu unutulmamalı. Birçok insanın fantezileri ve söylentileri dışında bütün çağdaş saraylar içinde en mütevazı ve disiplinli hayatın yaşandığı yerdir harem. İçinde imparatorluğun dört bir tarafından gelenler vardır. Menşei zamandan zamana değişir. Zekâ ve becerinin kan asaletinin önüne geçebileceğinin alametidir. Harem, okuma yazma oranı itibarıyla fevkalade nitelikli bir yer. Sergide harem halkının meşkleri, hüsn-ü hat denemeleri, el sanatları, musiki ve giyim zevklerini görecek ve ne demek istediğimi anlayacaksınız. Herkes kendince yorumlar oysa haremin inceleneceği birinci kaynak, sergideki malzeme ve arşivlerimizdeki zengin belgelerdir."

Haremin günlük hayatından izler 

Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonlarında yer alan 300'e yakın eser ve belgenin yer aldığı 'Padişahın Evi: Topkapı Sarayı Harem-i Hümâyûnu' sergisi dört ana bölümden oluşuyor. Serginin ilk bölümünde Harem mimarisi; minyatürler, gravürler ve planlar eşliğinde anlatılıyor. İkinci bölümde yine mimarideki hiyerarşik düzene uygun olarak Harem'in koruyucuları ve hizmetlileri olan haremağaları ve cariyeler teşkilatı hakkında bilgi veriliyor. Üçüncü bölüm hasodalıktan hasekiliğe ve nihayetinde valide sultanlığa yükselen padişah kadınları, kız ve erkek çocukları ile kız kardeşlerinden oluşan hanedan üyelerinin Harem'deki yaşamları, eğitimleri ve hiyerarşideki yerleri hakkında detaylı malzeme sunuyor. Harem'de günlük yaşamın, eğlencelerin ve geleneklerin anlatıldığı dördüncü bölümde ise pek çok kişisel eşya yer alıyor.

***

Hürrem'in Kanuni'ye mektubu
 
Mektubuna "İki Gözüm Sultanım Hazretleri" ithafıyla başlayan Hürrem Sultan, padişahın yokluğunda ne gecesinin gece, ne gündüzünün gündüz olduğunu, aziz bir padişahın sohbetinden ayrı düşmenin firakıyla gece ve gündüz niyaz ettiğini, halinin ne dil ile ikrar ne de kalem ile tahrir olunamayacağını yazar. Padişah tarafından unutulmaktan korktuğunu ve padişahın zafer haberlerinin duyulmasından memnun olduğunu belirtip kılıcının üstün olup düşmanlarının kahrolması ve hep hayırlı haberler işitilmesi duasında bulunur. Mektubun sonuna da iki satırlık bir ilave yaparak hem Damat İbrahim Paşa'ya selam yollar hem de Mihrimah Sultan'ın selamını iletir: "Paşaya selam ederiz. Cariyeniz dahi eyu, hoş. Mübarek yaşmağınıza yüz sürer."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 14 HAZİRAN 2012

..

12 Haziran 2012 Salı

2012 Sultan’ın Yılı



“Hayat bana her şeyin geçici olduğunu öğretti. En güzel şeyler de en kötü şeyler de günü gelince geçip gidiyor.” diyen Türkan Şoray bir sinema filmi çekmekte kararlı. hem de yıl bitmeden…


Türkiye’nin ve Türk sinemasının belleği, hatta bilinçaltı Türkan Şoray. Beyazperdedeki o naif, kırılgan ve sevecen haliyle değil; kararlı, inatçı ve mücadeleci yanıyla, Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam dizisindeki Hatice Sultan rolüyle karşımızda.

Dizilere, özellikle de  Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam’a sıcak bakmanızın sebebi ne?
Oyuncu olmanın getirdiği sorumluluğun bilincindeyim ve senaryo konusunda çok seçiciyim ama dizilerin toplumdaki etkisini biliyorum. Seyircimle ve sevenlerimle buluşmak için dizilerde oynamak istiyorum. Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam hem bir dönem dizisi olduğu için ilgimi çekti hem de Hatice Sultan rolü beni epey cezbetti.

Hatice Sultan nasıl bir karakter? Sizi hangi yönüyle cezbetti?
Hatice Sultan olan bitenin farkında ve sarayda söz sahibi. Payitahtını korumak için kararlılıkla mücadele veriyor ve padişaha destek oluyor ama bir yandan da çok insancıl ve çok duyarlı.

Hatice Sultan dizinin ilk bölümlerinde izleyici karşısına çok az çıktı. İlerleyen günlerde etkinliğini artıracak mı?
Dizi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Lale Devri’ni ve o dönemde gelişen halk isyanını anlatıyor. Hatice Sultan da tarihi olayların seyri içinde zaman zaman devreye giriyor ama ilerleyen bölümlerde olaylar gelişecek ve evet, Hatice Sultan’ın etkinliği epey artacak.

Bu ilk sultan rolünüz değildi; değil mi?
Hayır… Daha önce de bir Türk-Rus ortak yapımında, Ferhat ile Şirin filminde Sultan Mehmene Banu rolünde oynamıştım.

Sizi sinemada görmek isteyenlere bir notunuz var mı?
Bu yıl bir sinema filmi çekmeye kararlıyım. Elimde iki-üç hazır proje var. Ama bir tanesini sadece yönetmek istiyorum. Bir de yazar Osman Şahin benim için Mor Cepken isimli bir senaryo hazırlıyor.

Özellikle oynamak istediğiniz bir rol var mı? Önünüzdeki projelerden ziyade geniş zaman içinde…
İstiklal Savaşı’na katılmış ve sırtında mermi taşımış o fedakâr Anadolu kadınlarından birini oynamayı çok isterim.

Dizi çekimlerinden vakit bulabilecek misiniz film için?
Dizi çekimleri gerçekten insanüstü bir çalışma gerektiriyor. 90 dakikalık her bölüm adeta ayrı bir film. Dizi devam ettiği müddetçe özel hayatınızdan ve sosyal yaşamınızdan tamamen kopuyorsunuz. Günde 12 ile 18 saat çalışmanız gerekiyor. Yeterince uyuyamıyorsunuz bile. Ama bütün bunları öyle bir özveri, fedakârlık, aşk ve inançla yapıyorsunuz ki… Ben bu şartlarda çok çalıştım. Ama itiraf etmeliyim; Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam’da daha az yoruluyorum. İşlerin büyük kısmı gençlerin üzerinde; onlar çok yoruluyor. Ama dediğim gibi; değiyor.

Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam’da sizi zorlayan ya da yoran durumlar olmuyor mu hiç?
Zorluktan ziyade aklıma geldikçe güldüğüm bir anım var: Bir sahne için hazırlandım; makyajım yapıldı, kostümümü giydim, başıma da kavuğu yerleştirdik. Çekim alanına o şekilde gideceğim. Alan da platonun biraz ilerisinde bir dış mekân. Yani mesafe epey uzak. Arabaya binmem gerekti. Bu o kadar zor oldu ki… Önce yüzüstü girmeye çalıştım o upuzun kavukla. Olmadı; kavuk arabaya sığmadı. 20 dakika boyunca başka bir sürü komik pozisyon denedikten sonra arka koltuğa yarı uzanarak ve iki büklüm bir şekilde gittim sete. Arabadan çıkışımı ise hiç anlatmayayım…

*****

Avrupa’nın en büyük film platosu
Kocaeli Belediyesi ve TRT’nin desteğiyle Herşeyfilm tarafından Kocaeli’de kurulan plato şu anda Avrupa’nın en büyük film platosu. 260 dönüm arazi üzerindeki platonun 100 dönümü kapalı alan. Platoda şu anda 17 adet sabit dâhili mekân dekoru yanı sıra Osmanlı sokakları, Galata Meydanı ve Ayvansaray olmak üzere dış mekân dekorları da mevcut.

Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam
Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam, III. Ahmet’in tahtta olduğu ve Osmanlı’nın Avrupa’yla ilişkilerini savaş alanından diplomasi alanına kaydırma çabalarının yaşandığı bir dönemde geçiyor. Dizinin ana ekseninde; başlama, gelişme ve sonuç süreçleriyle birlikte Patrona Halil İsyanı var.

Kostüm atölyeleri de Platoda
Dizinin kostümleri platodaki kostüm atölyeleri ve terzihanelerde hazırlanıyor. Dekorlar da öyle. Sanat yönetmenine bağlı olan dekor ekibinde üç marangoz, iki demir ustası, üç boya ustası, üç prop ve aksesuar ustası bulunuyor. Platoda ayrıca 15 at kapasiteli bir at çiftliği ve bir de manej var.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET HAZİRAN 2012 

11 Haziran 2012 Pazartesi

DÜNYA KÜÇÜLÜRKEN TÜRKÇE BÜYÜYOR



Etiyopya’ya gidiyorsunuz ve karşınıza Türkçe konuşan birileri çıkıyor; üstelik bu Kenya’da da oluyor, Japonya’da da… Tam bir “nasıl yani” durumu. Dünya küçülürken Türkçe büyüyor; tek açıklama bu.

Uluslararası Türkçe Öğretimi Derneği (TÜRKÇEDER) tarafından bu yıl 10.’su düzenlenen Uluslararası Türkçe Olimpiyatları 30 Mayıs’ta başladı. 14 Haziran’a dek sürecek olimpiyatlarda yarışmak amacıyla 7 kıtadan ve 135 ülkeden tam 1500 öğrenci Türkiye’ye geldi. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere toplam 41 il ve 65 sahnede gösteri ve performanslarını sahnelemek üzere… Bu yılki tema “İnsanlık El Ele Bayram O Bayram Ola”.

2003 yılında 17 ülke ve 62 öğrenciyle yola koyulan Türkçe Olimpiyatları; Türkçenin yaşatılması ve yaygınlaştırılması yanı sıra farklı coğrafyalardan çocukları bir araya getirerek geleceğe yönelik dostlukların kurulmasına vesile oluyor. Dünya genelinde her yıl 15 bin civarında öğrenci Türkçe Olimpiyatları’na hazırlanıyor. Her ülke kendi içinde yarışmalar düzenleyerek finalistlerini seçiyor ve Türkiye’ye gönderiyor. Dünya çocukları olimpiyatlarda; konuşma, yazma, dil bilgisi, şarkı, şiir, ses, okuma, genel kültür, sunum, özel beceriler, resim, halk oyunları, deneme ve ülke tanıtım stantları gibi 20 ayrı kategoride Türkçelerini yarıştırıyor. Ana dili Türkçe olup da yurtdışında yaşayan öğrenciler için de kompozisyon, şiir ve genel kültür gibi yarışmalar düzenleniyor. Hatta dünyaya Türkçe öğreten öğretmenler için de...

Kıssadan hisse: Bir sivil toplum hareketi olan Türkçe Olimpiyatları, Türkiye’nin ve Türkçenin uluslararası arenada güçlenmesine yardımcı olan siyaset üstü bir faaliyet. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Sağlam’a göre şimdiki hedefi, yani en önemli gelecek planı da Birleşmiş Milletler’e kayıtlı 193 ülkede Türkçe ses bayrağını dalgalandırmak.

OLİMPİYATLARIN ARKASINDA TÜRK OKULLARI VAR

Küçük resim böyle. Büyük resimdeyse; Türkiye’nin, Türkçenin ve Anadolu’nun sesini dünyaya duyuran Türk Okulları çıkıyor karşımıza. İlki 1991’de Nahçıvan’da açılan Türk Okulları, 20 yıldır 7 kıtada ve 140 ülkede hizmette. En birinci niyetleri Türkçeyi dünya dili yapmak ama dünya barışına ve Türkiye ekonomisine katkıları da yadsınamaz boyutta.

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi, “Türk Okulları’nın işadamları için asıl önemli katkısı; Türklerin ayaklarının alışmadığı, adını bilmediği, duymadığı Afrika ve Uzakdoğu ülkeleri gibi yerlerde ilk temasları sağlamış olmaları” derken İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İTKİB) Başkanı Hikmet Tanrıverdi yerinde bir örnekle açıklıyor durumu: “İlk yurtdışı bağlantıları için 1989’da yurtdışına gitmiştim. Bir Uzakdoğu ülkesine gittiğim o zaman işlerimi 15 günde zar zor halledebildim. Ama sonra okullar, genç Türk çocukları ve oradaki hocalar sayesinde Türkiye’den iş yapmaya gidenler özgüvenli ve cesaretli şekilde işlerini halledebildi.”

***

10. ULUSLARARASI TÜRKÇE OLİMPİYATLARI PROGRAMI
30 Mayıs Açılış Töreni / Four Seasons Otel Beşiktaş
1 Haziran Açık Hava Konseri / Taksim Meydanı
1-3 Haziran Kültür Şöleni / İstanbul Fuar Merkezi
5 Haziran Şarkı Finali / Ataköy Sinan Erdem Kapalı Spor Salonu
6 Haziran Şiir Finali / Ankara Arena Kapalı Spor Salonu
9 Haziran Ödül Töreni / Ankara Arena Kapalı Spor Salonu
14 Haziran Kapanış Töreni / Türk Telekom Arena
16 Haziran Tasavvuf Konseri / Ülker Sports Arena


***

NE DİYORLAR?
Recep Tayyip Erdoğan (Başbakan): Gittiğim her yerde, Türk Okullarında bayrağımızın dalgalandığını görüyor ve bundan gurur duyuyorum.

Ban Ki-moon (Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri): Türkiye küresel önemi haiz konularda yüksek sesli konuşma hakkını kazanmıştır, bunda Türk Okullarının önemli bir katkısı bulunmaktadır.

Hamid Karzai (Afganistan Devlet Başkanı): Kardeş ve dost ülke Türkiye’nin gönüllü öğretmenleri, Afgan gençlerini çağdaş ve bilimsel imkânlarla en güzel biçimde geleceğe hazırlıyor.

Juniçiro Koizumi (Eski Japonya Başbakanı): Japonya’daki Türk Okulları ve eğitim faaliyetleri Türkiye ile Japonya arasındaki ilişkilerde çok önemli bir yer tutuyor ve mutlaka geliştirilmesi lazım.

Kolonzo Musyaka (Kenya Cumhurbaşkanı Yardımcısı): Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerindeki hızlı gelişmenin etkenlerinden birisi de Türk okulları ve öğretmenleridir.

Eustaquio Nseng Esono (Ekvator Ginesi Dışişleri Bakanı): Avrupa, elçiliklerini kapatırken Türkiye, Afrika’ya okul açtı. Halkımıza nasıl balık tutulacağını öğretti.

JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE HAZİRAN 2012 

...

İNSANLARI MUTLU EDEN MİMARİ


 YERYÜZÜNÜ ÇOK DEĞİŞTİRMEYEN, ALÇAK GÖNÜLLÜ, ETRAFA VE DÜNYAYA UYUMLU BİR YAKLAŞIM BENİMSEYEN BENEDETTA TAGLİABUE’YA GÖRE İYİ MİMARİNİN TEK CÜMLELİK TARİFİ: “İNSANLARI MUTLU VE İYİ HİSSETTİREN MİMARİ...”


İskoçya Parlamento Binası, Hamburg Hafencity Limanı, Santa Caterina Pazaryeri ve Expo Shanghai 2010 İspanyol Pavyonu gibi önemli projelere imza atan İtalyan mimar Benedetta Tagliabue, geçtiğimiz aylarda Yapı-Endüstri Merkezi’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldi ve sorularımızı cevapladı.

Pek çok projeniz, kent dışında kalan sanayi alanlarını kent merkezine dönüştürmeyle ilgili. Tesadüf mü bu? Yoksa bir amaç mı?

Dönüşüm projeleri dünyanın her yerinde oluyor, belki Avrupa’da biraz daha çok. Çünkü Avrupa’da zaten çok az alan var. Bir de geçtiğimiz 50 yılda sanayi alanları kentlerin yaşam alanlarını neredeyse işgal etmişti. Şimdi oraların yeniden yaşama karışması gerekiyor. Hamburg Hafencity Limanı’nda örneğin; sadece liman çalışanları değil, işine giden insanlar da var artık. Hatta güneşlenenler de… Pek çok eski fabrika müzeye dönüşüyor, sosyalleşiyor.

Evet, evet… Örneğin Tate Modern, Santralistanbul ve İstanbul Modern… Sanayi yapısıyken müzeye dönüştü. Bu bir trend mi?

Evet, bir trend... Barseleno’da bunun çok farklı ve özel bir örneği var: Santa Caterina Pazaryeri. 10 yıl süren ve büyük bir kamusal alan düzenlemesi olan proje, kapalı bir kent dokusuna sahip Barselona'yı dışarı açtı. O proje bize; yani rahmetli eşime ve bana çok şey öğretti. Başta dar sokakları anlamaya çalıştık. Sonra tarihi bir mekânda nasıl davranmamız gerektiğini öğrendik. Tarihin sürekli değişim halinde olduğu bilincinden hareketle, kentlilerin kullanmaktan mutlu olacağı bir mekân oluşturmak istedik ve pazaryerini, özellikle de çatısını yeniden yaptık. İspanyol seramik ustalarının da yardımıyla, tüm kentten algılanabilen fantastik bir çatı çıkardık ortaya. Orası mutlu bir alışveriş ve ticaret alanı artık. Ayrıca Santa Caterina ile aramızda gerçekten güçlü bir bağ oluştu. Proje, çocuklarımızın isimlerine varıncaya dek hayatımızdaki pek çok şeye ilham verdi. Örneğin kızımın ismi Caterina… 

Şu anda elinizdeki projeler neler?

Proje çok. İki ofisimiz var. Biri Barselona, biri Şanghay’da. Hong Kong’da bir kule inşa ediyoruz şu sıralar, biraz kibirlice bir kule… Bir üniversite sonra; Şanghay’ın yeni yerleşim alanlarından birinde fakat kentten kopuk değil. Çinli bir ressam için müze yapıyoruz. İspanya’da eski bir kumaş fabrikasını müze olarak yeniden düzenliyoruz. Milano’da ofis binaları, Madrid’de konutlar var. Ama en çok Almanya’daki Hamburg Hafencity Limanı’yla meşgulüm son zamanlarda. 

Belli başlı olmazsa olmazlarınız var mı?

Her defasında yapmaya çalıştığım tek bir şey var: Projenin kendiyle ve çevreyle uyumlu olması. İtişmesiz kakışmasız... Yeryüzünü çok değiştirmeyen, onunla çok fazla oynamayan, olabildiğince alçak gönüllü, etrafıyla ve dünyayla uyumlu… Egemen ya da baskın olacak her türlü çözümden kaçınırım. Değiştirmek bazen iyidir ama sessiz, gürültüsüz ve bağırmadan yapıldığında… Mimarlar dünyayı kurtaramazlar ama dosthane bir mimari insanların daha uygar, ferah ve mutlu bir yaşam sürmesini sağlar. Mimarlar küçük müdahalelerle insanları daha iyi mekânlara kavuşturmaya çalışmalı. İnsanları eskiden olduklarından daha mutlu edecek, onlara kendilerini iyi hissettirecek mimari… İyi mimaridir. 

Gelecekle ilgili öngörüleriniz neler?

Gelecekte evler küçülecek çünkü dünya kalabalıklaşıyor ve kaynaklar azalıyor. Daha küçük evlerde yaşamak zorunda kalacağız. Öyle büyük büyük malikâneler pek kalmayacak. Ama daha fazla kamusal alan olacak. Bu iyi bir şey. Çünkü daha çok sosyal paylaşım daha az sosyal çatışma demek…



***

BENEDETTA TAGLİABUE’YA GÖRE

BARSELONA

Kibar ve çılgın. İkisi bir arada olduğu için de müthiş. İnsana adanmış bir kent. İnsanlar uzun uzun yürüyor. Deniz kıyısında, parklarda. Kent insanların yürümesi için var sanki...

LONDRA

Gizemli ve harika. Küçük ama devasa. Tarihi çok güçlü ama bunu insanın gözüne sokmuyor. Öyle, kendi halinde keşfedilmeyi bekliyor.

VENEDİK

Tarifi imkânsız. Bir arkadaşım der ki; Venedik akıllı insanları aptal gibi gösterir. Eğer onu tarif etmeye kalkarlarsa… Venedik kent değil, bir insan sanki.

ROMA

Büyük. Dev gibi. İnanılmaz bir merkez. Roma İmparatorluğu’nun başkenti. Ama insan İstanbul’u görünce Roma’nın eşsiz olmadığını anlıyor.

İSTANBUL

Büyük imparatorlukların başkenti. Farklı insanları bünyesinde barındırıyor ve o yüzden de çok çağdaş. Hatta bu nedenle dünyanın en çağdaş şehirlerden biri.

NEW YORK

Tahayyül edebileceğiniz her şeyin olduğu, her türlü hayalin gerçeğe dönüştüğü kent. Her şey olmuş bitmiş. Oraya gidince tamam diyor insan. Şimdi anladım.

PARİS

Zarafetin kenti. Varoluşun zarafeti… Sosyal anlamda nezaketin zarafeti. Güzel bir yaşam yanı sıra harika restoran, tiyatro ve operaların olduğu kent.

****
İSPANYOL-İTALYAN ZANAATÇI RUHU

Milano’da doğan ve Venedik Üniversitesi’nden 1989’da mezun olan Benedetta Tagliabue, 1991’de Enric Miralles’in stüdyosuna ortak oldu ve onunla evlendi. Dünya çapında birçok ödüllü yapısı bulunan Tagliabue, eşi Miralles’in zamansız ölümünden sonra Miralles-Tagliabue-EMBT’nin başına geçti. Hamburg Hafencity Limanı, Diagonal Mar Park, Expo Shanghai 2010 İspanyol Pavyonu, Barcelona Patafol’daki Halk Kütüphanesi, Hamburg Müzik Okulu, İskoçya Parlamento Binası ve Naples Metro İstasyonu’nun da aralarında bulunduğu pek çok önemli projede çalıştı. İspanyol-İtalyan zanaatçı ruhuna sahip mimari stüdyo geleneğini sürdüren Tagliabue, mimarlığa katkılarından dolayı RIBA Uluslararası Bursu’nu almaya hak kazandı.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE HAZİRAN 2012 

..

Eşya dilinin tercümanı: Hikâyeler

 
Nasıl anlar nokta, zaman da onları birleştiren çizgiyse; eşyalar nokta, onları birleştiren çizgi de hikâye ve biz ancak hikâyeleri dinlediğimizde anlayabiliyoruz eşyanın dilini. Bunun için de bahaneler gerekli. Tazelerinden biri: Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi'ndeki 'Meraklılarından Sıra Dışı Objeler Sergisi II'.
'Şeylerin Masumiyeti' isimli katalog kitabında, "Romanı yazdığım defterlerle birlikte masamın üzerine koyduğum paslı anahtarlara, çerçeve içindeki fotoğraflara, şeker kutularına, kerpetenlere, kahve fincanlarına ya da çakmaklara bakarken, eşyaların aralarında konuştuklarını da hissederdim." diyor ve ekliyor Orhan Pamuk: "Ama şeylerin sihrine, insanların yıllar sonra bazı eşyalara bakarken yaşadıkları ve yaşayamadıkları anların acısını kalplerinde aynı tazelikle hissettiklerini gördüğüm zaman inanmaya başladım." Yine Pamuk'un deyişiyle, şeyleri/eşyaları birleştiren çizgi hikâye. Nasıl anlar nokta, zaman da onları birleştiren çizgiyse; eşyalar nokta, onları birleştiren çizgi de hikâye. Ve biz ancak hikâyeleri dinlediğimizde anlayabiliyoruz eşyanın dilini. Hikâyelerin anlatılması ve bu anlatış için bahaneler bulunması işte bu sebeple çok gerekli. Bahanelerin en tazesi: Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi'ndeki 'Meraklılarından Sıra Dışı Objeler Sergisi II'.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Yapı Kredi Özel Bankacılık işbirliğiyle düzenlenen sergide; çoğumuzun evindeki gibi aileden kalan ve maddi değeri olmadığı için çok fazla önemsenmeyen ama manevi değeri nedeniyle de bir türlü atılmaya kıyılamayan şeyler var. Fakat mühim olan, hikâyeleri... Biri, rahmetli Muhlis Gülgör Beyefendi'nin 1926 yılında nişanlısına gönderdiği iki lamba ve bir mektubunki. Bahar dallı iki lambaya eşlik eden mektupta, "Lamba aydınlık demek, aydınlıksa mutluluk... Size bir ömür boyu mutluluk vaat ediyorum..." yazıyor. Muhlis Bey'in nişanlısı Şefika Hanım'ın karşılık niyetine hazırladığı hediye ise biri şeffaf, diğeri buzlu camdan iki mavi bardak... Onun mektubunda da, "... Ben de size bir çift bardak gönderiyorum. Mavi, sadakatin rengidir. Bardakların biri içini göstermez. Evliliğimiz süresince yaşayacağımız sıkıntıları ve aile sırlarımızı tıpkı bu bardak gibi içimde saklayacağım. Diğer bardak ise billur gibidir, içini gösterir. Sevinçlerimizi, güzellikleri ve mutlulukları ise bu bardağa koyacağım ki herkesle paylaşalım..." Torunları İlhan Molu'nun anlattığına bakılırsa aynen mektuplarda vaat ettikleri gibi geçmiş hayatları.
 
Bir de yüzük var ki; hikâyesini şimdiki sahibi Yıldız Anık'tan dinlemeli: "Babam evlenme hediyesi olarak elmas bir yüzük ve küpe alır anneme. Takılar o kadar pahalıdır ki babacığım aylarca bunların taksidini öder. Annem de yüzüğü ve küpeleri gözü gibi korur. Sadece gezmeye giderken takar. Babama çok kızdığı zamanlar bile babamın ona bu kadar pahalı bir hediye alması onu hep yumuşatır... Şimdi ne annem var ne de babam. Yüzüğü ben, küpeleri ablam aldı. Geçenlerde yüzüğü kuyumcuya götürdüm, temizletmek için... Çok şaşırdım, çünkü kuyumcu, 'Yıldız Hanım, bu elmas değil, sadece cam.' dedi. O anda aklıma annemin ona verdiği değer ve babamın aylarca taksit ödemesi geldi. Ama inanın yüzük, şu anda benim için eskisinden daha değerli."
24 Temmuz'a kadar ziyaret edilebilecek sergide ayrıca; ekonominin kötü olduğu savaş yıllarında Galata Köprüsü'nü kullananlardan alınan ve 'köprü müruriyesi' olarak adlandırılan ve üzerinde İstanbul Şehremaneti (İstanbul Belediyesi'nin o zamanki adı) yazan paralar ile yıkanmanın zor olduğu dönemlere mahsus pire kapanları var. Bir de epey hüzünlü bir hikâye: Osman Kaptan'a ait manatlar. Şöyle: Rusya ile ticaret yapan Osman Kaptan, 1917 yılında Samsun'dan Batum'a tütün getirir. Sıra parasını almaya gelir; altın ağır olur düşüncesiyle tütünün bedelini kâğıt banknot manat olarak alır ve ülkeye döner. O sırada Rusya'da ihtilal olunca manatlar tedavülden kalkar ve hiçbir değeri kalmaz. Sandıklar dolusu para yıllarca tavan arasında kalır, ta ki bu sergiye kadar...

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 11 HAZİRAN 2012

..

9 Haziran 2012 Cumartesi

Bir sıçrama tahtası olarak sanat

Borusan Holding'in yönetim ofisi olarak hizmet veren Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk, geçtiğimiz eylül ayında Borusan Contemporary adını almış ve hiç de mütevazı olmayan bir hafta sonu müzesine dönüşmüştü. Türkiye'de hem yeni medya hem de ofis müze alanında yepyeni bir girişimde bulunan Borusan Contemporary, 17 Eylül'den bugüne sadece hafta sonları açık olmasına rağmen 13 bin kişiyi ağırlayarak rüştünü ispatladı.

Bu nispeten yüksek ilginin sebebini izleyicinin her seferinde koleksiyonun farklı bir tarafıyla karşılaşmasına ve yeni alınan eserlerin hemen sergiye dahil edilmesine yoran sergi yapımcısı Dr. Necmi Sönmez'e göre bir sanat koleksiyonunun en önemli özelliği; yaşayan, değişen ve organik bir yapıya sahip olması. "Ziyaretçi binaya girdiği andan itibaren çağdaş sanat eserleri tarafından kuşatılıyor. Bu kuşatma sanatla hayat arasındaki sınırı bir nebze olsun kaldırarak geçişken, gözenekli bir alan oluşturuyor. Koleksiyonun izleyiciyi içine alması, kurumsal bir mesaj vermesi ama didaktik olmadan... Bu çok önemli." diyen Sönmez; eserlerin nasıl yerleştiği sorusuna ise şöyle cevap veriyor: "Yönetim kurulu üyelerinin odalarından merdiven boşluklarına kadar her yerde sanat eseri var. Eserleri değiştirirken çalışanlarla konuşup anlaşıyoruz, sonuçta onların özel alanına müdahale ediyoruz."

Borusan Contemporary'de sanatın bir dekorasyon öğesi olmadığına da dikkat çeken Sönmez, "Sanat, farklı düşünme, algılama ve çözüm bulma konusunda bir sıçrama tahtası." diyor ve ekliyor: "Hizmet sektöründe çalışıyorsanız arka planı desteklemeniz gerekiyor. Bu, yükselmek için neredeyse bir ön şart ve iki şekli var: Ya sosyal ya da sanat alanında bir şeyler yapacaksınız. Yapmazsanız bir sonraki kuşak yapar ve sıçrar."
Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık ise koleksiyonu ofislerde sergileme, sonra da binayı bir müzeye dönüştürme fikrinin nasıl geliştiği konusunda genel olarak şöyle konuşuyor: "Eser almaya başladıktan bir süre sonra odamda yer kalmadı ve kimilerini şirketin başka odalarına koydum. Bu durum herkesin hoşuna gidince ve şirket çalışanlarından çok olumlu tepkiler gelince motivasyonum arttı ve koleksiyonerliğe daha çok önem verir oldum. Paylaştıkça ve sergiledikçe süreç çok daha keyifli hale geldi. Sonuçta sadece Borusanlıların değil toplumun da faydalanması ve zevk alması için müze fikrini hayata geçirdik. Nihai hedefimiz ise yeni medya üzerine bir müze açmak. Her şeyi planladık. Beş sene sonra inşaatı başlayacak. Yeri Salıpazarı'ndaki binamız. Borusan Contemporary ile insanların ayakları alışsın, bir izleyici kitlesi oluşsun. Sonra orada devam..."

Sönmez'in dediği gibi kurumsal bir gereklilik ya da Kocabıyık'ın dediği gibi tamamen duygusal olsun; fark etmez. Sonuçta Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk'te pek çok önemli sanatçının pek çok önemli eseri sergilenmekte. Üstelik de sürekli bir değişim dahilinde. Müze, hem ofis ortamını kuşatan sanat eserlerini hem de 3 ayrı geçici sergi alanındaki eserleri yaklaşık olarak 3 ayda bir değiştiriyor. Müzenin bu yazki değişimi 26 Mayıs'ta başladı. Yaşayan önemli çağdaş sanatçılardan Gerwald Rockenschaub'un elli kadar çalışmasından oluşan '4to2floors' isimli sergisi yanı sıra Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu'ndaki Robert Mapplethorpe, Shirley Shor, Chul Hyun Ahn ve Sol Lewitt'ın eserlerinden oluşan 'Segment#2' 2 Eylül'e kadar açık. İki serginin yapımcılığını da Dr. Necmi Sönmez üstleniyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 9 HAZİRAN 2012

..

4 Haziran 2012 Pazartesi

KÖY ENSTİTÜLERİ’NİN FOTOĞRAFLI SERÜVENİ



Bir bahar öğleüstü. Akşama vakit çok daha; gölgeler kısa. Hava tozlu ve kuru. Coğrafya ağaçsız. 4 genç kız bir duvar dibine çökmüş, eğleşiyor. Biri kitap, biri örgü, ikisi bağlamayla. Muhabbet yok. Bir başka genç kız az öteden izliyor onları. Mutlular mı? Değil gibi. Tebessümsüz yüzleri. Sadece o az ötedeki biraz eğleniyor sanki. Fotoğrafın sahibi Mustafa Güneri. Altındaki not şöyle: Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde boş zamanlarını değerlendiren kız öğrenciler.

Bir başkasında üç küçük delikanlı. İkisinin saçları kısa, birinde şapka. İkisi itinayla bahçe suluyor, diğeri yere eğilmiş bir şeyler ekip biçiyor ya da ekip biçiyormuş gibi yapıyor. Mevsim yine bahar, saat yine öğleüstü ama bu defa coğrafya ağaçlı. Fotoğraf, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği’nden. Altındaki notta Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde bahçe sulaması yazıyor.

Bir başkasında mevsim yaz. Ceketler çıkmış, gömlek kolları dirseğe kadar katlanmış, ayaklar çıplak. 7 delikanlı yere yerleşmiş, ellerine lazım gelen araç gereci almış, balık ağlarını onarıyor. Bir de amca başlarında; eksiği gediği tarifliyor. Fotoğraf yine İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği’nden. Notu da belli, nispeten: Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde balık ağlarını tamir eden öğrenciler.

DÜŞÜNEN TOPRAK KONUŞAN TOHUM

Bunlar ve daha fazlası nisan ortasından itibaren Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde sergilenmekte. Arşiv belgeleri, kişisel eşyalar ve tanıklıklarla birlikte… Köy Enstitülerine odaklanan serginin ismi ‘Düşünen Tohum Konuşan Toprak: Cumhuriyet’in Köy Enstitüleri 1940-1954’. Başta Köy Enstitüleri ve yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’ni, sonra dönemi taçlandıran köy öğretmenleri ve Cumhuriyet eğitimcilerini, en nihayetinde de Anadolu insanını anlamaya çalışan serginin işbirlikçisi İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı. Küratör Ekrem Işın ve ekibi 5000’i aşkın dokuman inceleyip iki ciltlik kapsamlı bir katalog kitap, film ve sözlü etkinlikler hazırlamış.

Bir bölümü ilk kez ortaya çıkan fotoğrafların kimi bizzat Tonguç’un objektifinden. Hepsi ufak, siyah-beyaz ve sisli. Br de her biri sanki kendinden hareketli; kendiliğinden gayretli. Kahramanlar ya duvar örüyor ya bahçe suluyor ya çatı kaplıyor ya inşaata tuğla taşıyor ya da dikiş dikiyor. İş hep çok ve vakit hiç yok. Koreografinin adı iş içinde eğitim. Ama bir yandan da mandolin, bağlama ve keman çalmalar, tiyatro sahnelemeler, kayak kaymalar… Belli belirsiz bir coşku. Hem bir sürü şey deneyip öğrenmenin hem üretmenin hem de ortaklaşa bir yaşamı paylaşmanın coşkusu bu.

Aslında çok sayıda trajik fotoğraf da var. Enstitülere gelen köylü çocukların ilk gün hatıraları bunlar. Her birinin bakışı donuk ve endişeli. Çoğu köylerinden ilk kez ayrılmış; at ve eşek sırtında ya da elverişsiz tabiat koşullarında yürüyerek enstitü kapısına ulaşmış. Sanki büyük bir deniz kazasından yeni kurtarılmış ve güç bela sahile taşınmışlar... Üzerlerinde eski püskü ve yamalı elbiseler, ayaklarında kat kat bezler. Belli ki üşümüşler.

Üşümüşler çünkü ülke savaştan yeni çıkmış ve Cumhuriyet, mirastan çok bir enkaz devralmış. Bu enkaza yüzde 80’i, kimi kaynaklara göre de yüzde 90’ı okuma yazma bilmeyen nüfus dâhil. Zaten hikâye öyle başlıyor. Nüfusun bu kadar büyük bir çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi Atatürk’ü çok rahatsız ediyor ama ne yapılabilir ki? 40.000 köyün 31.000’inde okul yok; köylere ulaşım, okul kurmak, öğretmen göndermek… Mümkün değil. Yapılabilecek tek şey, büyük şehirlerden Anadolu’nun köylerine uzanacak bir eğitim sistemi kurmak. Derken… Arayışlar, arayışlar ve Milli Eğitim Bakanları Saffet Arıkan ile Hasan-Âli Yücel’in dönemlerinde temelleri atılan Köy Enstitüleri; eğitim tarihimizin heyecanlı ve sürükleyici, ama aynı zamanda hüzünlü hikâyeleri...

KİREÇ KARARKEN KİMYA ÖĞRENMEK

Hikâye; Cumhuriyet’i yaşatma, demokrasiyi yerleştirme ve yepyeni bir insan tipi yetiştirme niyetiyle 1936’da Köy Eğitmen Kursları’nın açılmasıyla başlıyor. 17 Nisan 1940’a gelindiğinde ise dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde Köy Enstitüleri kuruluyor ve o tarihten itibaren köyden alınan çocukların eğitilip tekrar köye yollanması sistemine geçiliyor. Köy Eğitmen Kursları ve Köy Enstitüleri sayesinde, 1946-1947 ders yılı başına kadar 7.000 köyde okul açılıyor ve bu okullarda 8.500’den fazla eğitmenle 210 binden fazla öğrenci yetiştiriliyor.

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu eğitimci - yazar Pakize Türkoğlu Köy Enstitüleri’nin önemini, “Herkes eğitimin lüks bir ihtiyaç olduğunu sanır. Oysa Tonguç, enstitülerin ekonomik olarak kendilerine yetebilmeleri için üretim sırasında eğitim tekniğini geliştirdi. Bu yöntem; kireç kararken kimya, tuğla hesaplarken matematik öğretmeye dayanıyor. Köy enstitülerinin getirdiği yenilik budur." cümleleriyle anlatıyor. Ama… Öyle ya da böyle, sonunda; dış ve iç baskılarla 1946’da yavaşlayan enstitü süreci 1954’te sona eriyor. Pakize Hanım’a göre sebep, Köy Enstitüleri’nin toplumun 50 yıl ilerisinde olması. “Mandolin, keman, tiyatro… Halk bunlara alışık değildi.” diyor ve ekliyor Pakize Hanım: “Yapılanların önemi anlaşılamadı ve aksaklıkların giderilmesi için fırsat bile verilmedi.”

Artık… Olan oldu, biten bitti. Bize sadece serüveni fotoğraflarla izlemek ve belki de anlamaya çalışmak kaldı. O da uzaktan ve 27 Ekim’e kadar… 

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ/ HAZİRAN-TEMMUZ 2012 

..

Leonardo'nun orijinal eserleri neden gelmesin?

 
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tophane-i Amire Kültür Merkezi; Rönesans İtalya'sının üç ustası Michelangelo, Leonardo Da Vinci ve Raffaello'nun eserlerinin kopyalarını 'The Great Masters' (Büyük Ustalar) isimli sergide ağırlıyor. Küratörlerin gönlünde yatan aslan ise ustaların orijinal eserlerinden oluşan başka bir sergi.
 
'The Great Masters' sergisi Michelangelo'nun Davud Heykeli, Leonardo'nun Son Akşam Yemeği ve Raffaello'nun Atina Okulu freskinin detaylarını sesli rehber, dokunmatik ekran ve göz takip cihazı gibi teknolojik imkânlarla inceleme fırsatı sunuyor. Serginin küratörlerinden Alessandro Vezzosi, "Burada öğrenecek çok şey var. Ama neticede bu bir tiyatro sahnesi..." diyor ve ekliyor: "Bizim gönlümüzde yatan aslan; hem projesel anlamda hem de kişisel tatmin itibarıyla gerçek eserlerden oluşacak bir sergi. Hem bizim müzemizden -Floransa'daki Leonardo Müzesi (Museo Ideale Leoanardo Da Vinci)- hem de İtalya'daki diğer müzelerden toplanacak tablolar Türk izleyicisiyle buluşturulabilir. Bizim müzemizdeki eserlerin kimileri şu anda Japonya'da... Neden Türkiye'ye de gelmesin..."

Leonardo'nun kökleri İstanbul'da 

Eserlerin kopyalarını görsel olarak sunan 'The Great Masters', Rönesans dönemine ait pek çok bilgiyi de ziyaretçilere anlatıyor. Küratör Vezzosi'nin üzerinde durduğu bir ayrıntı var ki özellikle Türkleri ilgilendiriyor. Vezzosi'ye göre Leonardo'nun doğduğu 1452 ve Fatih'in İstanbul'u fethettiği 1453'te Floransa ile İstanbul arasında sıkı bağlantılar mevcut. Floransa'ya İstanbul pazarından birçok şeyin yanı sıra köleler de geliyor. Leonardo'nun annesi Caterina'nın da İstanbul'dan gelmiş bir köle olma ihtimali çok yüksek. Hatta soyadının bilinmemesi bunun önemli bir göstergesi. "Elimizde kesin belge yok ama mevcut bilgileri birleştirdiğimizde yüzde 90 oranında bir kesinlikle karşılaşıyoruz." diyen Vezzosi, Caterina'nın Karadeniz kıyılarından gelmiş olduğuna inanıyor.

Serginin diğer küratörü Francesco Buranelli ise 'The Great Masters'ın, yapıtların orijinallerini görmek isteyenler için davet mektubu niteliğinde olduğu görüşünde. "Bu sergi İtalya'nın sahip olduğu değerlerin küçük bir tanıtımı aslında. Rönesans döneminin en önemli örneklerinin birer kopyasını Türk izleyicisine sunuyoruz ve bunu yüksek teknolojiyle yapıyoruz. Orijinallerini yerlerinden oynatamadığımız için daha fazlasını isteyenleri İtalya'ya bekliyoruz!" diyen Buranelli'ye göre sergiyi kuş uçuşu gezmek en iyisi. Yani belli bir güzergâha takılmadan...

Sırlar açığa çıkıyor
 
Sergi, giriş bölümünde yer alan medya odasındaki 3 dakikalık filmle başlıyor. Sonrasında bir zaman çizelgesi... Çizelge, 16. yüzyıl İtalya'sındaki yaşama dair pek çok ayrıntı içeriyor. Örneğin kaç kişi okuma yazma biliyordu, bir işçi ne kadar kazanıyordu, insanlar nasıl yolculuk yapıyordu... Ardından bölüm bölüm önemli yapıtlar... Bir bölümde Leonardo'nun son bulunan eseri La Bella Princepessa, diğer bölümde en önemli eseri Son Yemek inceleniyor. Serginin en dikkat çekici parçası ise kopyası bire bir ölçülerle yapılan Michelangelo'nun Davud heykeli. Sergiye sonradan eklenen bir bölüm var ki o da Michelangelo ve Leonardo'nun Osmanlı ile bağlantısını açığa çıkarıyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 4 HAZİRAN 2012

..