Nasıl anlar nokta, zaman da onları
birleştiren çizgiyse; eşyalar nokta, onları birleştiren çizgi de hikâye
ve biz ancak hikâyeleri dinlediğimizde anlayabiliyoruz eşyanın dilini.
Bunun için de bahaneler gerekli. Tazelerinden biri: Caddebostan Kültür
Merkezi Sanat Galerisi'ndeki 'Meraklılarından Sıra Dışı Objeler Sergisi
II'.
'Şeylerin
Masumiyeti' isimli katalog kitabında, "Romanı yazdığım defterlerle
birlikte masamın üzerine koyduğum paslı anahtarlara, çerçeve içindeki
fotoğraflara, şeker kutularına, kerpetenlere, kahve fincanlarına ya da
çakmaklara bakarken, eşyaların aralarında konuştuklarını da
hissederdim." diyor ve ekliyor Orhan Pamuk: "Ama şeylerin sihrine,
insanların yıllar sonra bazı eşyalara bakarken yaşadıkları ve
yaşayamadıkları anların acısını kalplerinde aynı tazelikle
hissettiklerini gördüğüm zaman inanmaya başladım." Yine Pamuk'un
deyişiyle, şeyleri/eşyaları birleştiren çizgi hikâye. Nasıl anlar nokta,
zaman da onları birleştiren çizgiyse; eşyalar nokta, onları birleştiren
çizgi de hikâye. Ve biz ancak hikâyeleri dinlediğimizde anlayabiliyoruz
eşyanın dilini. Hikâyelerin anlatılması ve bu anlatış için bahaneler
bulunması işte bu sebeple çok gerekli. Bahanelerin en tazesi: Kadıköy
Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi'ndeki
'Meraklılarından Sıra Dışı Objeler Sergisi II'.
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Yapı Kredi Özel Bankacılık işbirliğiyle düzenlenen sergide; çoğumuzun evindeki gibi aileden kalan ve maddi değeri olmadığı için çok fazla önemsenmeyen ama manevi değeri nedeniyle de bir türlü atılmaya kıyılamayan şeyler var. Fakat mühim olan, hikâyeleri... Biri, rahmetli Muhlis Gülgör Beyefendi'nin 1926 yılında nişanlısına gönderdiği iki lamba ve bir mektubunki. Bahar dallı iki lambaya eşlik eden mektupta, "Lamba aydınlık demek, aydınlıksa mutluluk... Size bir ömür boyu mutluluk vaat ediyorum..." yazıyor. Muhlis Bey'in nişanlısı Şefika Hanım'ın karşılık niyetine hazırladığı hediye ise biri şeffaf, diğeri buzlu camdan iki mavi bardak... Onun mektubunda da, "... Ben de size bir çift bardak gönderiyorum. Mavi, sadakatin rengidir. Bardakların biri içini göstermez. Evliliğimiz süresince yaşayacağımız sıkıntıları ve aile sırlarımızı tıpkı bu bardak gibi içimde saklayacağım. Diğer bardak ise billur gibidir, içini gösterir. Sevinçlerimizi, güzellikleri ve mutlulukları ise bu bardağa koyacağım ki herkesle paylaşalım..." Torunları İlhan Molu'nun anlattığına bakılırsa aynen mektuplarda vaat ettikleri gibi geçmiş hayatları.
Bir de yüzük var ki; hikâyesini şimdiki sahibi Yıldız Anık'tan dinlemeli: "Babam evlenme hediyesi olarak elmas bir yüzük ve küpe alır anneme. Takılar o kadar pahalıdır ki babacığım aylarca bunların taksidini öder. Annem de yüzüğü ve küpeleri gözü gibi korur. Sadece gezmeye giderken takar. Babama çok kızdığı zamanlar bile babamın ona bu kadar pahalı bir hediye alması onu hep yumuşatır... Şimdi ne annem var ne de babam. Yüzüğü ben, küpeleri ablam aldı. Geçenlerde yüzüğü kuyumcuya götürdüm, temizletmek için... Çok şaşırdım, çünkü kuyumcu, 'Yıldız Hanım, bu elmas değil, sadece cam.' dedi. O anda aklıma annemin ona verdiği değer ve babamın aylarca taksit ödemesi geldi. Ama inanın yüzük, şu anda benim için eskisinden daha değerli."
24 Temmuz'a kadar ziyaret edilebilecek sergide ayrıca; ekonominin kötü olduğu savaş yıllarında Galata Köprüsü'nü kullananlardan alınan ve 'köprü müruriyesi' olarak adlandırılan ve üzerinde İstanbul Şehremaneti (İstanbul Belediyesi'nin o zamanki adı) yazan paralar ile yıkanmanın zor olduğu dönemlere mahsus pire kapanları var. Bir de epey hüzünlü bir hikâye: Osman Kaptan'a ait manatlar. Şöyle: Rusya ile ticaret yapan Osman Kaptan, 1917 yılında Samsun'dan Batum'a tütün getirir. Sıra parasını almaya gelir; altın ağır olur düşüncesiyle tütünün bedelini kâğıt banknot manat olarak alır ve ülkeye döner. O sırada Rusya'da ihtilal olunca manatlar tedavülden kalkar ve hiçbir değeri kalmaz. Sandıklar dolusu para yıllarca tavan arasında kalır, ta ki bu sergiye kadar...
JÜLİDE KARAHAN
ZAMAN KÜLTÜR 11 HAZİRAN 2012
..
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Yapı Kredi Özel Bankacılık işbirliğiyle düzenlenen sergide; çoğumuzun evindeki gibi aileden kalan ve maddi değeri olmadığı için çok fazla önemsenmeyen ama manevi değeri nedeniyle de bir türlü atılmaya kıyılamayan şeyler var. Fakat mühim olan, hikâyeleri... Biri, rahmetli Muhlis Gülgör Beyefendi'nin 1926 yılında nişanlısına gönderdiği iki lamba ve bir mektubunki. Bahar dallı iki lambaya eşlik eden mektupta, "Lamba aydınlık demek, aydınlıksa mutluluk... Size bir ömür boyu mutluluk vaat ediyorum..." yazıyor. Muhlis Bey'in nişanlısı Şefika Hanım'ın karşılık niyetine hazırladığı hediye ise biri şeffaf, diğeri buzlu camdan iki mavi bardak... Onun mektubunda da, "... Ben de size bir çift bardak gönderiyorum. Mavi, sadakatin rengidir. Bardakların biri içini göstermez. Evliliğimiz süresince yaşayacağımız sıkıntıları ve aile sırlarımızı tıpkı bu bardak gibi içimde saklayacağım. Diğer bardak ise billur gibidir, içini gösterir. Sevinçlerimizi, güzellikleri ve mutlulukları ise bu bardağa koyacağım ki herkesle paylaşalım..." Torunları İlhan Molu'nun anlattığına bakılırsa aynen mektuplarda vaat ettikleri gibi geçmiş hayatları.
Bir de yüzük var ki; hikâyesini şimdiki sahibi Yıldız Anık'tan dinlemeli: "Babam evlenme hediyesi olarak elmas bir yüzük ve küpe alır anneme. Takılar o kadar pahalıdır ki babacığım aylarca bunların taksidini öder. Annem de yüzüğü ve küpeleri gözü gibi korur. Sadece gezmeye giderken takar. Babama çok kızdığı zamanlar bile babamın ona bu kadar pahalı bir hediye alması onu hep yumuşatır... Şimdi ne annem var ne de babam. Yüzüğü ben, küpeleri ablam aldı. Geçenlerde yüzüğü kuyumcuya götürdüm, temizletmek için... Çok şaşırdım, çünkü kuyumcu, 'Yıldız Hanım, bu elmas değil, sadece cam.' dedi. O anda aklıma annemin ona verdiği değer ve babamın aylarca taksit ödemesi geldi. Ama inanın yüzük, şu anda benim için eskisinden daha değerli."
24 Temmuz'a kadar ziyaret edilebilecek sergide ayrıca; ekonominin kötü olduğu savaş yıllarında Galata Köprüsü'nü kullananlardan alınan ve 'köprü müruriyesi' olarak adlandırılan ve üzerinde İstanbul Şehremaneti (İstanbul Belediyesi'nin o zamanki adı) yazan paralar ile yıkanmanın zor olduğu dönemlere mahsus pire kapanları var. Bir de epey hüzünlü bir hikâye: Osman Kaptan'a ait manatlar. Şöyle: Rusya ile ticaret yapan Osman Kaptan, 1917 yılında Samsun'dan Batum'a tütün getirir. Sıra parasını almaya gelir; altın ağır olur düşüncesiyle tütünün bedelini kâğıt banknot manat olarak alır ve ülkeye döner. O sırada Rusya'da ihtilal olunca manatlar tedavülden kalkar ve hiçbir değeri kalmaz. Sandıklar dolusu para yıllarca tavan arasında kalır, ta ki bu sergiye kadar...
JÜLİDE KARAHAN
ZAMAN KÜLTÜR 11 HAZİRAN 2012
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder