21 Ocak 2006 Cumartesi

'Bir aileye iki şair yeter'

Kelimelerin mesken tuttuğu, sohbetlerin konusunun hep şiir ve edebiyat olduğu bir evde büyüyen Ömer Emre Yavuz; babası şair Hilmi Yavuz ve ağabeyi Ali Hikmet Yavuz gibi dizelerin peşine düşmemiş.

"Bir aileye iki şair yeter; ikisi karar üçü zarar." diyerek başka bir kapıdan, heykelle girmiş sanatın evrenine. Edebiyata ilgisini okuyucu olmakla sınırlayan Ömer Emre Yavuz, heykel malzemesiyle söyleşerek, tartışarak alternatif bir dünya kurmaya çalışıyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Heykel Bölümü mezunu olan ve aynı üniversitede doktora ve asistanlık yapan Yavuz, Mea Culpa (benim suçum) isimli ilk kişisel sergisini dün Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi Proje 4L'de açtı.

1972 doğumlu heykeltıraşın müzenin ikinci katında camdan bir fanusu andıran küçücük odaya yerleştirdiği 10 eseri, bilimkurgu bir filmin sahnesinden çıkıp gelmiş gibi. Metalin koyu grisi, kah uğurböceği, kah kartal başı, kah filmin bir kahramanı olarak çıkıyor karşınıza. "Nedir sizi harekete geçiren, heykel belleğinizi oluşturan?" dediğimizde "Belleğim 3000 yıllık bir heykel tarihinin devamı." oluyor Yavuz'un cevabı. İmgelerin, form tarihinin kökeni Mezopotamya, Mısır ve Anadolu uygarlıklarından yola çıktığını söyleyen Yavuz; erk ve zaman kavramlarını sorgulamış metalin grisinde. Toplumsal baskı mekanizmasının oluşturduğu hiçbir erki kabul etmeyen sanatçının suçu, belki de hurda malzemeyle bir iktidara karşı çıkmanın suçu. Dayatmalar sonucu insanlara uygulanan vahşetin dışavurumunu heykel yapmasının tematik sonucu olarak açıklayan Yavuz, "Neden hurda?" sorusuna; "Hurda, akıp giden zamanı ve bu zaman karşısında adeta hurdaya dönmüş insanı, insanlığın durumunu ve problemlerini temsil ediyor." diye cevap veriyor. Sanayi atığının estetiğine bambaşka bir anlam yükleyen heykeltıraş, "İyi bir dünyada yaşamıyoruz zaten, belki ben kötü tarafından bakıyorum ama... İstanbul vahşi bir şehir, yaşama alanı tanımıyor insana. Köyde bir ev hayali taşıyor çoğu kişi. Bu şehrin kaotik ortamında çalışıyor ve üretiyorum, belki o yüzden hırçın heykellerim." diyor.

Ağabeyi Ali Hikmet "Bir heykeltıraş, sadece yonttukları, tutup birleştirdikleri değildir. Yakından tanıyanlar için sanatçının eseri, çok farklı anlamlara da gebedir." diyerek "Anlamı ne bütün bunların?" sorusunu soruyor kardeşine ve cevapları açıklamaya kelimeler asla yetmiyor ona göre. "Ömer ne Necatigil gibi aslanları görmeye parka gitti ne de Rodin'in öğüdüne uyup hayvanat bahçesine..." sözleriyle oğlunu anlatan Hilmi Yavuz ise "Kafka'nın heykeltıraş olanı mı Ömer?" diye soruyordu çarşamba günü Zaman'daki köşesinde. Kafka'nın Değişim romanındaki Gregor Samsa aklımıza düşmüyor değil, eserlerdeki figürlere baktığımızda. Ve elbette şu soru: "Yoksa Kafka'nın yaptığı sorgulamada mı gizli bütün bunların anlamı?" Sanatçının cevabı ise sadece Kafka'nın değil, insanlığın sorgulaması...

Raslantısal olarak ortaya çıkmış, kendini metalin doğasına bırakıvermiş heykellerin çoğu hurdaymış bir zamanlar. Ömer Emre Yavuz, var olan malzemeyi kullanmak yerine onunla nasıl yoğrulduğunu şöyle anlatıyor: "Bir fikir oluyor önce kafamda. Onun için malzeme düşünüyorum. Hurdalıkları geziyorum; ama kafamdakini bulmam her zaman mümkün olmuyor. Malzeme patron olup yönlendiriyor beni. İlk çıktığım yoldan sapıyorum. Zaten sevdiğim, zevk aldığım tarafı da malzemeyle söyleşmek, tartışmak ve sonunda orta yolda buluşmak." Eserlerin isimsizliğine gelince; ismin bağlayıcı olduğundan yakınan sanatçı, "Ha, buymuş... demesin kimse, anlamlandırmayı kendisi yapsın." diyerek, anlam tabakalarıyla örtülü heykellerini anlamlandırmaya, düşünmeye davet ediyor izleyiciyi. Bu tabakalardan geçebilip kendine dair en temel problemi, insan ve insanlığın problemini bulabilene ne mutlu!

Jülide Karahan

21 Ocak 2006/Zaman

2 Ocak 2006 Pazartesi

'Kuleler, insanlığın içine düştüğü gurur ve yanılgıların eseri'

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından geleneksel olarak verilen 'Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne, bu yıl mimarlık dalındaki çalışmaları ile Doç. Dr. Turgut Cansever layık görüldü.

Çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yapan ve mesleği ile inancını bütünleştiren 85 yaşındaki bilge mimar, ilerlemiş yaşına rağmen bildiklerini bizimle paylaşırken hâlâ kürsüde anlattığı ilk dersin heyecanını taşıyordu. Kültürel değerlerin korunması için yıllardır verdiği mücadelenin böyle bir ödülle taçlandırılmış olması, son yıllarda içini burkan birçok hadisenin acısını bir nebze olsun hafifletmişti. Bakanlığın resmî açıklamasında "Türk mimarisinin tarihsel kökleri ile bağlantılarını koparmadan çağdaş çizgiyi yakalayabilmiş ender mimarlarımızdan biri" olarak tanıtılan Cansever'in eğitimci kimliğine ve yazdığı kitaplara vurgu yapılmış olması ayrıca sevindirmişti onu. Günümüz Türk mimarisinin en büyük sorununu kültürel kirlenmeye bağlayan Cansever ile ödül sevincini paylaşırken Türk mimarisinin başına gelenler üzerine söyleştik.

Kültürel değerlere verdiğiniz önemin 'Kültür ve Sanat Büyük Ödülü' ile taçlandırılması karşısındaki hislerininizi gözlerinizdeki pırıltının dışında tanımlasak?

Tabii, Bakan ve Müsteşar Bey şahsen arayarak sevindirdi beni. Kültür meselesinin şehir ve mimariye etkisi tamamen gündem dışında tutuluyor sanıyordum. 'Demek söylediklerimizi duyanlar varmış.' dedim kendi kendime. İki asırlık bir kültürel yöneliş yanılgısının bedelini ödediğimiz şu günlerde, değerlerimizin derinliğine benden başka önem verenlerin de olduğunu gördüm.

Sözünü ettiğiniz iki asırlık kültürel yöneliş yanılgısını biraz açar mısınız?

Türkiye'deki kültürel yöneliş yanılgısı çok eskiye dayanıyor. Tanzimatçılardan daha öncelere, III. Selim dönemine. Sadelik, incelik, vakar gibi büyük asri değerlerimize, Lâle Devri ile beraber Batı'nın barok ve rokoko özentisi karışmaya başlamış. Osmanlı sanat iradesini devam ettiren Sinan'ın talebelerinin son eserlerinden sonra Fransız saray hayatının yüzeysel zevkleri ilericilik diye ülkeye geliyor. İthal edilen şeyler asri değerlerimizle kıyaslanamayacak kadar süfli halbuki. III. Selim'e kadar şehirlerimizin bir meselesi yok, ama 19. yüzyıl Osmanlı entelektüelleri doğru düşünme yeteneğini kaybediyor. Neden kaybettiklerine gelince, "Bir kavmi şerre düşmedikçe helak etmeyiz." diyen ayet-i kerimeye bakmamız gerekiyor. Versailles önemli, Topkapı önemsiz sayılıyor. Düşünce sisteminde başlayan çözülme mimariyi de çöküşe sürüklüyor.

Peki bu çöküşün önüne geçmek için ne yapılmalı?

Mimarideki yanlışların temeli, düşünce siteminin bozulmasının maddi alana yansıması. İnanç ve ahlaki değerlerin kaybı da düşünce sistemindeki bozulmanın arkasında yatan gerçek. Meselelerin tartışılmaya başlanması lazım. Soru sormaktan 'soruyu soran, cevaplayan, ümmete öğreten ve ilk üçünü takdir eden' fayda görür. Ben soruyu sormaya çalıştım. Toplumun müsaade verdiği küçücük alanda bir şeyler yapmaya çalıştım. Bayındırlık Bakanlığı kadroları ile hiç geçinemedik ya neyse...

'Kültürel kirlenme Türk mimarisinin en büyük sorunu' diyorsunuz. Teknolojinin getirdiği bir kirlenme mi bu? Yani yapılan, yapılmak istenen yeni binalar mı sorun?

Dünyada kültürel çeşitlilik kaçınılmaz. Farklı tarih ve kültürel kökenlerden gelen toplumlar farklı yaklaşımlara sahip. Ama insanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü. Ortaçağ Avrupa'sında sadece rahipler mimarlık yapabiliyor. Yeryüzü ile oynanıyor sonuçta.

Hiç ümit yokmuş gibi konuşuyorsunuz...

Ümitsizlik, kâfire hastır. Başarı sağlayamıyorsak ya bilgimiz eksik, ya da kullanmıyoruz demektir. Bilgini tamamla, kalbini temizle, dik dur, ağır adımlarla ilerle, halk arkandan gelecektir. Mimarlara değil bütün insanlara tavsiyem bu. Varlığın yapısında çelişkiler ve çözümsüzlükler varsa onları çözmeli, açılan kapılar bizi zaten güzelliğe götürür. Problemleri çözüp İlahi iradeye teslim olmak lazım.

Üç kez Ağa Han Ödülü aldı

Ankara Türk Tarih Kurumu binası, Bodrum Ahmet Ertegün Evi yenilemesi ve Demir Turizm Kompleksi ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülen Cansever'in uygulanan diğer eserleri arasında; Çengelköy Sadullah Paşa Yalısı restorasyonu, Karatepe Açık Hava Müzesi, Salacak Çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı, Bodrum Sualtı Arkeoloji Enstitüsü ve Bağlarbaşı Türkiye Diyanet Vakfı İSAM binası yer alıyor.

Jülide Karahan

02 Ocak 2006/Zaman