6 Aralık 2006 Çarşamba

[Yıldıray Şahinler] Hepimiz birer barut fıçısıyız

İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sezonun en iddialı yapımı, Makedon yazar Dejan Dukovski'nin 'Barut Fıçısı' adlı oyunu. Yugoslavya'da sahnelendikten sonra küçük bir dünya turu atan oyunda iç savaş yok, etkileri var.

11 kısa sahneden oluşan Barut Fıçısı, Balkanlar üzerinden tüm dünyayı anlatıyor. Herkesin birbirini tanıdığı, yolların bir biçimde kesiştiği, yıllık dostlukların düşman kesildiği bir coğrafya, adeta bir barut fıçısı Balkanlar. 1969 doğumlu Dukovski'nin metnini Türkiye'ye getirip çeviren ve seyirciyle buluşturan Yıldıray Şahinler, "Söyleyecek sözüm var elbet. O yüzden bu oyunu seçtim. Oyun, Balkanlar'ın bir köşesinde geçiyor, iç savaş sonrasını anlatıyor; ama asıl derdimiz bu şehri, bu ülkeyi konuşmak." diyor. Şahinler ile 'Barut Fıçısı' etrafında söyleştik.

Oyunun çevirmeni, yönetmeni ve oyuncularından birisiniz. Barut Fıçısı'nın peşine neden düştünüz?

Evet, çok istedim Türkiye'de sahnelenmesini. Barut Fıçısı'nın filmini gördüm ilkin. 35. Antalya Film Festivali'nde ödül almıştı. Öyküsü çok doğru ve etkileyiciydi. Aradan yıllar geçti. Bir gün birkaç Sırp arkadaşla Kaş'taydık; muhabbet dönüp dolaşıp Barut Fıçısı'na geldi. Aslında metnin bir tiyatro oyunu olarak yazıldığını öğrendim. Araştırmaya başladım. Bir oyunun turnesi için Bosna'ya gittik. Sonra Belgrad'a geçtim. Sonunda elimde bir İngilizce bir Makedonca metinle döndüm. Bilge Emin, Makedonca'dan çevirdi, ben İngilizceden... Şehir Tiyatrosu'na önerdim. Tabii bütün bunlar çok uzun bir süreçte gerçekleşti.

Sadece metin güzel ve hikâye etkileyici diye mi seçtiniz bu oyunu? Yoksa bu ülkeye, bu şehre söylemek istediğiniz özel bir şeyler mi var?

Ben, o 'güzel' kelimesini plastik sanatlardaki gibi görmüyorum tiyatroda. Güzel metin, güzel oyun yok. Anlatabilecek bir şeyi varsa ve onu anlatabiliyorsa iyidir oyun. Özellikle anlattıkları bizim de yaşadıklarımızsa... Barut Fıçısı, bu şehirde oynanmalıydı. Derdimiz var, gerginiz, hepimiz birer barut fıçısıyız. Trafikte yanımızda giden adamın birazdan arabasından inerek bizi öldürüp öldürmeyeceğini bilmiyoruz. Bir şeyler yaşanıyor, insanlar ölüyor; ama nedenleri konuşulmuyor. Hiçbir terslik yokmuş, yaşanmamış gibi davranıyor, sonra unutup hayata kaldığı yerden devam ediyoruz. Oyunda tekrarlanan "Siz nasıl bu hale geldiniz evladım?" sözü, birbirimize sorduğumuz; ama kendimize sormadığımız bir soru. Bu hale nasıl geldiğimizi bilmiyor, konuşmuyor, tartışmıyoruz. Hatta neden bu kadar gergin olduğumuzu hatırlamıyoruz bile.

2005-2006 sezonunda da Balkan kökenli iki oyun izlemiştik. Matei Visniev'in 'Savaş ve Kadın'ı ile Nesrin Kazankaya'nın 'Dobrinja'da Düğün'ü. Balkan oyunlarını kendimize yakın mı buluyoruz?

Evet. Ben iki Balkan oyunu daha çevirdim mesela. Arkadaşlar, 'sen bir maden buldun, boyuna kazıyorsun' diyor. Biz çok yakınız birbirimize, aynı tepkileri veriyoruz. Batılı yazarların oyunlarında aynı yakınlığı, aynı özdeşliği bulamıyorum ben. Asıl sorunumuz kendi oyun yazarımızı üretememek aslında. Oyun yazarına ihtiyacımız var, metin sıkıntısı çekiyoruz. Devşirme metinlerle idare ediyoruz. Ben, Balkan metinlerini görünce Türk yazar bulmuş gibi seviniyorum. Balkanlar bize göre Batı, Avrupa'ya göre Doğu. Dukovski de, "Biz Avrupa'nın en doğusu değil, Asya'nın en batısındayız." diyor.

Barut Fıçısı'nda kendinize de rol vermenizin sebebi ne?

Benim derdim oyunu yönetmek ya da oynamak değildi. Barut Fıçısı'nın bu şehirde, bu ülkede oynanması gerektiğine inandım, neresinde duracağımı bilmiyordum. Andreja karakterinin hayata karşı duruşu rahmetli babama çok benziyor. Memleketin asıl meselesinin, insanların tepkisizliği olduğunu söylerdi babam da... Bir borç gibi bu karakteri oynamak istedim.

Arkadaşlar '1 YTL'lik adamsınız' diye dalga geçiyor

"1 YTL'ye tiyatro bileti, bana çok doğru gelmiyor. 1 liralık adam oldunuz diye dalga geçiyor arkadaşlar. Bedava olsaydı, siz zaten vergilerinizle ödüyorsunuz denseydi keşke. Biletler zaten pahalı değildi. İki ay sonra göreceğiz sonucu. Fiyatlar normale dönünce insanların ayakları tiyatroya alışmış olursa yanıldığımı kabul ederim. Şimdiki durumsa korkulduğu gibi değil. İzleyici profilinde çok fazla değişiklik yok, tinerci çocuklar falan gelmiyor. Tüm biletler bittiği için salona ek sandalyeler konuyor."

Jülide Karahan

06 Aralık 2006/Zaman

27 Kasım 2006 Pazartesi

İlhan Berk: Resmi bilmem, ama şiir beni bırakmaz

Şair İlhan Berk, yazarken, okurken ve çizerken defterlerine düştüğü notları, Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu'nda sergiliyor.

Şairin, "Yaşamadım ben, yazdım, okudum sadece. Hayat ya yaşanır ya yazılır zaten. Yaşasaydım yazmazdım." sözünü hatırlayınca defterlerin ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor. Şair İlhan Berk, otları, böcekleri, çiçekleri ellerinden tutup şiire dönüştürürken ressam Berk çizip yapıştırmış, ekleyip çıkarmış, derleyip toplamış. Bu karalamalar, kimi zaman 'Gri Sevgili'nin kâğıda ilk düştüğü ana götürüyor izleyeni, kimi zaman Umberto Eco, Dağlarca ya da Bachmann'ın bir sözüne, kimi zaman da alakasız bir telefon numarasına... Berk'in defter ve kitap kapakları, defterlerin sayfa sayfa kendileri, kitaplarının ilk baskıları ve bir de küçük belgesel 30 Aralık'a dek görülebilecekler arasında. 88 yaşındaki şair, işte bu defterler için geldi İstanbul'a. Kalacaktı da bir hafta. 3 Aralık'ta 'Arzın Merkezinde Buluşmalar' konferans dizisi kapsamında Oswald LeWinter ile söyleşecekti. Söyleşecek hâlâ, geri gelerek. Ama bekleyemedi, döndü Bodrum'a. İlhan Berk'le bu gitmekle kalmak arasındaki zamanda çakıl taşları gibi saçtığı defterlerini, resimlerini ve şiirini konuştuk.

Ressamlığınızı yıllarca sandıklarda saklayıp çıkarmadınız gün ışığına. Şimdi çoğu kişinin belki de mahrem sayacağı defterleri 'aman gizli bir şey kalmasın' dercesine döküyorsunuz ortaya, neden?

Evet, sakladım resim yaptığımı uzun süre. Resimden bahsetmek istemedim, kendi kendime yaptım. Şairlik bana yeter diyordum. Fakat öyle bir zaman geldi, bir baktım her şey açığa çıkmış. Resim üzerine bir kitap çıkardım hatta. O, dönüm noktası oldu. Gizlemeyi, saklamayı bıraktım. Hatta sergiler açtım. Yaptıklarım çok para eder hale geldi, tabii bana göre. Hoşuma da gitti bu.

Duygularını paylaştığı defterler, bir şairin mahremi değil mi?

Kitaplarımı yazarken kullandığım defterler bunlar, günlük değil, mahrem değil. Ben bir defter alırım, böyle kitap boyunda. Kapağı olur o defterin, eskir, yırtılır, yırtarım ya da. Karton yapıştırır, o kartonun üzerini istediğim gibi boyar, çizerim. İçlerinde şiir çalışırım. Bir sürü defterim var böyle, içlerinde çalışmalarım...

Şiir cehennem, resim mutluluktu. Şiir sizi sıkıyor, bunaltıyor, resim umutlandırıyordu. Yani resim sizin(di), ama şimdi para ediyor, herkes istiyor. Hâlâ eskisi gibi mutlu ediyor mu resim sizi?

Resim benim açılmaması gereken gizli bir alanımdı aslında. Çok bana özgü, çok benimdi. İlk zamanlar üzgün olduğumu gizlemeyeceğim. Resimden para kazanmam resmin bana vurduğu bir tokat da oldu. Artık, uzun süredir yapmıyorum zaten. Yığınla yapmıştım zamanında, onları sergiliyorum. Yeniden yapmıyorum. Yapamıyorum. Yapmak istesem de yapamıyorum. Resim bana gelmiyor. Şimdiye kadar kendim için yapmıştım, artık öyle değil ya, resim de gelmiyor işte. Şiiri beklerken defterlerimi karalarım hâlâ, o ayrı. Şiir de yürümüyor şimdilerde orası daha da ayrı. Epey oldu yazmıyorum. Bir şiir üç beş ayda ancak geliyor.

Ne oldu da şiir gelmez oldu?

Bilmiyorum. Heves gidiyor işte zaman zaman. Yaşam gidiyor, şiir de çıkıp gitmek istiyor. Şiirin ne yapacağı belli olmaz hiç. Geliyorum der, gelir; elinden tutar götürür. Sonra bırakıp gidiverir, ardından bakakalırsın. Yalnız, ne zaman geleceği belli olmasa da beni temelli bırakmaz, sadece bunu biliyorum.

Şiirlerinizdeki yalınlık, özleşme, tek bir kelimeye kadar inme; resim için çizgide karar kılma. Her şeyin köküne, kaynağına, özüne ulaşmaya çalışma. Neden?

Şiir canlı bir şey. O, öyle gelmiş demek. Ben karışamam. Yapacak bir şey yok. Bir arkadaş şiir yazmış, 'Bu şiirin bittiğini düşünüyorum, sence..?' diye soruyor bana. 'Şiir sana söylerdi bitse, bana sormana gerek kalmazdı.' dedim.

Şiirleriniz size tek bir kelimeyle 'Bittim ben' mi diyor artık?

Evet, söylüyor. Anlatacağını daha yalın, daha az kelimeyle diyor. Şiir böyle istiyor demek ki. Ben bir şey yapamam. Ya da birbirimizi tanıdık, az kelimeyle anlaşıyoruz artık.

Uzaktan, bilge bir şairin yanından Türk şiiri nasıl görülüyor?

Parlak, önü açık. Türk şiiri parlıyor. Dünya şiirinden geri kalır yanı yok. Yeni gelenler ciddiye alıyor onu. Dil biliyorlar, araştırıyorlar, dünya şiirini takip ediyorlar. Seviniyorum. Yenilikçi şairler var, çok beğeniyorum, seviyorum onları.

Mesela?

Birhan Keskin, Gonca Özmenli, Nilay Özer...

Şiiri sevin; şair olmaya kalkmayın!

Şiir, büyük sıkıntı. Dünyaya şiir gözlüğünü çıkarıp rahat rahat bakamıyor insan. Ne yapalım, başa gelen çekiliyor işte. Yalnız bu yükün altına kimsenin girmesini istemem. Hayatı güzel güzel yaşamaya bakın. Şiiri sevin; ama şair olmaya kalkmayın. Kapkaranlık bir şey. Şiir seven hırsızlık, katillik yapmaz; sonra insanı genç tutar şiir. Güzel şeyler bunlar. Ama ağız tadıyla yaşatmaz da dünyayı. Kabul görmez, para kazandırmaz, mutlu etmez bir kere. Uğraşılacak şey değil. Bir azınlık işi zaten. Varlığını bile herkes kabul etmiş değil. Şiir bir yol, çıkıp çıkmayacağı hiç belli değil.

Jülide Karahan

27 Kasım 2006/Zaman

15 Kasım 2006 Çarşamba

Kadın pabuçları barış için yollara düştü

Lefkoşa sokaklarının huzursuz sessizliği yollara düşen pabuçların topuk tıkırtılarıyla bozuldu. Kadın ayakkabıları önce birbirlerinin kapısını çaldı.

Kimileri eşikte lafa daldı, kimileri birer kahve içelim, fal kapatalım öyle çıkalım dedi, oyalandı. Birer ikişer toplandılar. Merdivenleri, sokakları, meydanları geçip, beraberce otobüs duraklarında bekleşip vardılar varacakları yere: Barut kokusu ve silah sesi duyulmayan bir dünyaya...

Ayakkabıları cesaretlendiren, seramik sanatçısı Ayhatun Ateşin oldu. Lefkoşa'nın bölünmüşlüğünden yola çıkarak meclisteki karar vericileri kadın pabucu ile özdeşleştiren Ateşin'in "Barışı Kadınlar Yapar: Sessiz Yürüyüş" isimli seramik eylemi, İlayda Sanat Galerisi'nde soluklanıyor bugünlerde. Farklı kimlik ve görüşleri ayakkabılara işleyen sanatçının dünya barışı için kadının üstlenmesi gereken misyonu vurgulamaktan öte bir isteği var: Ayakkabıların gönül birliğiyle çoğalması ve cesaretle, yılmadan, burkulmalara aldırmadan yola devam etmesi.

Kıbrıslı Türklerin hareketi

Her şey iyi, hoş, zarif de bu hikâye nasıl başladı? Şöyle: Mersin Üniversitesi, 2005'in mart ayında Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle bir sempozyum düzenler. Yirmi dört uluslararası kadın sanatçı buluşur. Güzel Sanatlar Müzesi'nin temeli de atılacaktır bu vesileyle. Savaşa karşı kadın sanatçıların diyecekleri, "Barışı kadınlar yapar" cümlesiyle özetlenir. Ayhatun Ateşin de 'Böylesi bir dünyada benim rolüm ne olmalı?' diye sorar ve cevabı 'savaş, barış, ayakkabı ve kadın' kelimelerinde bulur. Bulduklarından aldığı güçle Lefkoşa'nın bölünmüşlüğünü anlatan bir labirent harita tasarlar. "Labirentin çıkmaz sokakları savaşın çıkmazını, soğukluğunu ve acımasızlığını yansıtıyor." diyen sanatçı, önce Girne kapısını çıkış yapar. Gönül birliği eden ayakkabılar, ambargoları aşarak labirentten kurtulur ve barışa çıkar. Özgürlüğe kavuşan ilk pabuçların renginin neden kırmızı olduğunu "Seramikte kırmızı uran oksitten meydana gelir ve zehir ihtiva ettiği için kullanmak cesaret gerektirir." şeklinde açıklayan Ateşin, barışa çıkan ayakkabılardan birinin burnuna bir de kuş kondurduğunu çıtlatıyor. Bu kuş uçuyor, denizleri/ambargoları aşıyor ve dünyaya ulaşıyor. Pek bir ütopik gelmesin, zira gerçekten de ayakkabıların Mersin'de başlayan serüvenü İzmir, Lefkoşa, Londra ve İstanbul'da soluklandıktan sonra rota değiştirerek Kıbrıslı Türklerin hareketine dönüşmüş.

1961 Lefkoşa doğumlu sanatçının yürüdüğü yola gelirsek; kalabalık bir ailenin son ferdi, kendi deyimiyle tekne kazıntısı olarak başlamış onun hayatı. Çocukluğunda popüler olan "Her Şey Bitmiştir Artık" şarkısına inat, her bitişi yeni bir başlangıç sayan Ateşin, çok fazla etkinliğe imza atmış. Öyle ki, ninesinin "İğnenin deliğinden ipliği geçiren biri olsa, ben kocamın sökük donunu dikemez miyim?" sözlerini kulağına küpe edip dikiş kursuna bile gitmiş. Seramiğe merak saldığında ise kendini ateşten bir tutkunun yolunda buluvermiş.

Lefkoşa haritasının üzerine yerleştirilen seramik kadın ayakkabılarının galerinin duvarlarına yansıtılan bir animasyonla desteklendiği sergi, fotoğraf sanatından da nasibini almış ve Lefkoşa'nın tarihi mekânlarını İstanbul'a taşımış. Elden bırakmadan bir solukta okunuverecek kitap tadındaki "Sessiz Yürüyüş", kasım sonuna dek İlayda Sanat Galerisi'nde.

'Duyarlı ve cesur adımlar gerek'

"Yaşanmışlıkların hüzünlerini, acılarını, kayıplarını dile getirmekten hoşlanmıyorum. Ama geçmişi film karesi gibi kesip atamıyorum da. Geçmiş yansıyor çalışmalarıma. Kıbrıs için barış, ambargoların kalkması, Filistin için duvarların yıkılması... Ama aslında her şey insanca ve özgürce yaşayabilmek için. Sanatçının estetik kaygıları var tabii ki. Kil bir araç sadece. Ben umutlarımı sanatçı duyarlılığıyla öne çıkarıyorum. Barış için birlikte yürüyelim diyorum. Sessizce kapıları açalım istiyorum. Kadının mecliste olması ütopik gelebilir belki, ama feminist bir söylem olarak algılanmamalı bu. Daha naif, daha duyarlı ve daha cesur adımlar gerekli.”

Jülide Karahan

15 Kasım 2006/Zaman

12 Kasım 2006 Pazar

'Olmayan sergi'nin sarsıntısı da büyük oldu

Sanatçı ve Çanakkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Fatih Balcı'nın sanat dünyasındaki yüzeyselliğe tepki göstermek için tertiplediği 'oyun' basın ve sanat dünyasında tartışılmaya başlandı.

Gerçekte olmayan bir sergiyi varmış gibi göstererek pek çok yayında yer almasını sağlayan Balcı, kendisini tebrik eden ve 'en yakın zamanda görmeye geleceğim' diyen onlarca elektronik postayla karşılaşmıştı. Balcı'nın küratörlüğünü yaptığı 'Hacet' isimli sözde sergi, basında ilgiyle karşılanmış ve haberi, Birgün, Kanaltürk, cekirdeksanat.com, arkitera.com, sanatplatformu.com gibi yerli ve yabancı yaklaşık 15 gazete, TV, dergi ve internet sitesinde yayınlanmıştı. 10 Kasım'da 'sora eren' sergiyle ilgili gerçeği açıklayan Balcı, tebrik mesajlarının devam ettiğini; ancak bu kez 'bilinçli' tebrikler aldığını söylüyor. "Amacımız medya sektörünü eleştirmek değil, sanat sistemini sorgulamak. Sanat eseri olmadan, önemsenmeden sanat üzerine konuşuluyor." diyen Balcı, olmayan sergi fikrini sadece sanat ortamındaki yozlaşmaya dikkat çekmek için tasarladığını vurguluyor. Sanatçı, eleştirmen ve gazeteciler, Balcı'nın sanat ortamını 'silkeleme' amaçlı bu oyununu 'faydalı' ve gerekli buldu. Bakalım tartışmanın ucu nereye varacak?

Beral Madra (Eleştirmen)

"Fatih Balcı, beğenerek izlediğim bir sanatçı. Gerçekleşmeyen bu sergi, sanatçıların zaman zaman kullandığı bir yöntem. 1960'lar ve 70'lerde Yves Klein ve Daniel Buren bu tür eylemler yaptı. Balcı'nın iyi zamanlanmış bu işinin iki boyutu var: Birincisi sergiler bir izleyicinin yapıt görmeye geldiği yer olmaktan çıkıp, bir sınıfsal buluşma alanına dönüşüyor ve partileşiyor. İkincisi, sanal ortamda herkes yaptığı işi olduğundan çok daha fazla gösteriyor; özellikle şirket sanat merkezleri bu işi reklam ve medya dünyasındaki güçlerini kullanarak çok kolay yapıyor. Her bilgi gerçek midir? Bilgiyi sorgulamamız gerekmez mi? Öte yandan sergilerin işlevi nedir? Balcı, izleyiciyi bir sınamadan geçirdi. Çok başarılı bir iş."

Hakan Akçura (Sanatçı)

"Hacet'in açtığı tartışma haksız değil. Bugün, medyanın haber alma ve yayınlama kabulleri, gerçekten de o işin, o serginin var olup olmadığını bile sorgulamayan bir niteliksizlikte. Amaç kimseyi tufaya getirmek olmamalı. Kendisiyle yüzleşmesi gereken ortamı iyi belirlemek gerekiyor. Sergilerin sanat değerinin olmadığı vurgusuna katılmıyorum. Genel olarak bir nitelik düşüklüğünden bahsedilebilir; yolu doğru ilişkilerden geçen, doğru ata oynayan, sanatı bir "business" olarak gören sanatçının şansının arttığı doğru. Ama atölyesinde interneti ve cep telefonu olmayan, çok fazla insan görmeyi istemeyen bir yaşantıda kendi "dahice" üretimini sürdüren kaç sanatçı kalmıştır ve bir gün onları arayıp, bulmak kimin aklına gelecektir?"

Evrim Altuğ (Birgün Kültür-Sanat Editörü)

"Sergiden evvel bir ön haber yayınlandı gazetemizde. Hiçbir yorum eklenmeksizin hazırlanan haber, duyuru ve bilgilendirme görevini tamamen gazetecilik sorumluluğuyla yaptı. Bu sorumluluğun sorumsuzluk gibi anlaşılarak gazetecilerin duyarsızlıkla suçlanması, iletişim etiği adına abesle iştigal. Sergi, artık gerçek zaten. Sözde sergi sırasında alınan 'geri dönüşler' ise Türkiye'de ana akım sanat medyası ve sanat cemaatinin yokluğunun kanıtı. Yalnız, birkaç hafta önce Akbank Sanat Merkezi'ndeki 'Medya Olarak Söylenti' sergisinde gördüğümüz 'asılsız sergi davetiyeleri ve haberleri', bu 'sanat eyleminin' aslında sanat tarihsel bir fikir hırsızlığı olduğunu da düşündürüyor bana."

Cem Erciyes (Radikal Kültür-Sanat Editörü)

"Böyle bir şakanın yapılabileceğini hep düşünürdüm. Basın bültenleri üzerinden çalışıyoruz; bunlar light haberler diyerek çok önemsemiyoruz. Haberleri, medyayı iyi kullananlar belirliyor. İyi bir halkla ilişkiler şirketiyle çalışmak ve birkaç dost edinmek yeterli. Fatih Balcı daha büyük bir tanıtım çalışması yapsaydı, sonuç çok daha korkunç olabilir, sözde sergi haberine hepimiz yer verebilirdik. Ucuz atlattık. Neyin ne olduğunu bilen, araştıran muhabirler yetiştirmeliyiz. Güncel sanat ortamındaki yozlaşma söylemine gelirsek, ona katılmıyorum. Sanat ortamında her zaman farklı grup ve ekoller olur ve birbirini karalar dururlar. Vahim durumda olan sanat ortamı değil, medya."

Mehmet Güleryüz (Sanatçı)

"Çok güzel bir yaklaşım. Doğru olan tam da bu. Gerçi çürümüşlük ve yozlaşma çok ağır laflar. Her dönemde sanat ve düşünce ortamında fırsatlar kullanılır; fırsatçılar ve cehalet vardır. Plastik sanatların geçmişi tarih içinde doğru yerini bulmuş değil. Yaşayan ortam, görülmesinden çok duyulmasını önemsiyor. Görsel kaygılardan çok gariplik ve farklılık prim yapıyor. Fıkranın olduğu yerde edebiyata gerek duyulmuyor, sahte değerler oluşturuluyor."

Jülide Karahan

12 Kasım 2006/Zaman

11 Kasım 2006 Cumartesi

Olmayan sergiye ilgi büyüktü!

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim görevlisi Fatih Balcı, sanat dünyasındaki yüzeyselliğe ve çürümeye tepki göstermek için bir 'oyun' tertipledi. Gerçekte olmayan bir sergiyi varmış gibi göstererek bülten ve görsellerle destekleyen Balcı, yerli ve yabancı basına e-posta ile duyuru yaptı. Basının, olmayan bir sergiye duyduğu ilgi, onu bile şaşırttı.


Küratörlüğünü Fatih Balcı'nın yaptığı 'Hacet' isimli sergi, 15 Ekim'de açılacaktı. Şair Eşref Sokak, Tenha Çıkmazı No:13-Galata... adresindeki sergide, yerli ve yabancı 11 sanatçının işleri vardı. Küratör, dün sona eren serginin kavramsal çerçevesini şöyle açıklıyordu: "18. yüzyılın icadı olan 'sanat' kavramı, tüm ideallerini zaman içinde yitirdi. Daha iyi bir dünya için hareket edecekti; var olanı yeniden üretmenin aracı oldu. Güzel olanı arayacaktı; çirkinden daha çirkine övgüler yazdı. Şimdi ise bir boşlukta kendini oynamaya çalışıyor. Sanatçı ilan edilenler aslında sanatçı olmadıklarını, ama neyi yapsalar alkışlandıklarını söylüyor. Öyle ki devasa başarısızlıklar bile baş döndürücü bir sanatsal olaya dönüşebiliyor. Ölçütün olmadığı yerde sanat her şeyi kapsıyor."


Basında ilgiyle karşılanan serginin açılış haberi, Birgün, Kanaltürk, cekirdeksanat.com, arkitera.com, sanatplatformu.com gibi yerli ve yabancı yaklaşık 15 gazete, dergi ve internet sitesinde yayınlandı. Hatta basın bülteni alıcılara ulaşır ulaşmaz tebrik eden, daha fazla bilgi isteyen, 'en yakın zamanda görmeye geleceğim' diyen 70 kadar elektronik posta geldi küratöre. Her şey normal ve olması gerektiği gibiydi. Normal olmayan tek şey vardı: Gerçekte böyle bir sergi yoktu!


Sergiyi gezmeye gidenler, verilen adreste inşaat malzemesi satan firmaların barındığı bir iş hanı ve tostçu dükkanıyla karşılaştı. Bir sanatsal çalışma için var olması gereken tüm belirtilerin olduğu; (hacet.org adlı web sitesi, basın duyurusu, mail, afiş...) ama kendisinin ortada olmadığı bir çalışmaydı bu. Tıpkı, aslında sadece iletişim organlarında boy göstermek üzere kurgulanan diğer sergiler ve çalışmalar gibi. "Sergiyi birkaç kişinin dışında kimsenin gezmesini ya da aramasını beklemiyordum. Ama düşündüğümden daha fazla kişi ilgilendi galiba." diyen Dr. Fatih Balcı, amacının tüm belirtileri ortada olan sahte bir hastalığı teşhir etmek, sanat çevresindeki yozlaşma ve düzeysizliği ortaya çıkarmak olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Sergiyi web sitesinden takip edenlerin tebrik mesajları bir ay boyuncu geldi durdu; ama mekâna gidip de 'Bu adres yanlış yazılmış olabilir mi acaba?' diye dönen tek, Zaman muhabiri oldu. Ya kimse gezmeye gitmedi ya da gitti; ama sergiyi göremeyince üzerinde durmadı."


Uzun süredir sanat ortamını gözleyen ve yaşanan yozlaşmadan rahatsız olan Balcı, 'bir silkelenme olur' düşüncesiyle böyle bir sergi kurgulamış. Sergide eseri olan isimlerden bazıları gerçek, bazıları sahte. 'İsimlerin hepsi uydurma olsa anlaşılırdı.' diyen Balcı, şimdi gelecek tepkileri bekliyor.


Fransızlar da benzer bir 'oyun'a gelmişti


Geçmiş yıllarda Paris sanat çevresi benzer bir olay yaşadı. 1998'in Aralık ayında sanat camiası var olmayan sergiler için davetiyeler almaya başladı. Art Press dergisinde olmayan sergilerden birinin eleştirisi bile yayınlandı. Kimin gönderdiği bulunmayan sözde davetiyeler bir yıl boyunca sanat camiasını meşgul etti. Sonra da kimin yaptığı bilinmeden unutulup gitti. Geçtiğimiz aylarda bu davetiyeler, Aksanat'ta 'Medya Olarak Söylenti' başlıklı sergide izlenmişti.


Kaç sergide bundan fazlasını bulduk ki!


"Sergilerin gezildiğine inanmıyorum. Sponsorlar, süslü davetiyeler, açılış kokteylleri, yazılı ve görsel basında yazılıp çizilenlerden ibaret her şey. Sergiler basın için yapılıyor. Herkes isminin sanatla yan yana gelmesinin peşinde. Sponsorlar serginin niteliğini bile bilmez, bir küratöre devreder. Açılan sergilere ilgisizlik, işlerin etkisizliği, yenisi için mekânın telaşla boşaltılması... hep bu durumun sonuçları. Önemsenen tek şey, çalışmaların iletişim araçlarında dolaşıma girmesi. Klasik sanatta bir sorgu mekanizması vardı; ama güncel sanat, önüne konan her şeyi kabul ediyor. Kaygılar fark oluşturmak üzerine kurulu. Fark oluşturmanın kendisi erdem sayılıyor. Sergilerin çoğu, algımızı genişletmiyor, oyalıyor sadece. Bu durum, sanat nesnesi denen şeyin gittikçe gözden düşmesiyle alakalı. Bu sergiyi arayıp hiçbir şey bulamadıklarına inananlar, şu soruyu sormalılar kendilerine: "Kaç sergide bundan daha fazlasını bulduk ki?!”

Jülide Karahan

11 Kasım 2006/Zaman

1 Kasım 2006 Çarşamba

Ben sömürgeci dönemin ürünüyüm

Sudan kökenli yazar Cemal Mahcub (Jamal Mahjoub), dünyaya gözlerini herkesin eşit; ama bazılarının daha eşit olduğu bir ülkede, İngiltere'de açmış.

1960 doğumlu yazar İngiltere, Sudan ve Danimarka'dan sonra şimdi İspanya'da yaşıyor. Batı coğrafyasında "öteki" olmanın zorluğunu iliklerine kadar hissettiğini her fırsatta vurgulayan yazar, bu hali, roman kahramanlarının da yazgısı yapıyor. "Hiçbir şey Benetton reklamlarındaki kadar günlük güneşlik değil." diyen Mahcub, Türkiye'de Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Raşid'in Dürbünü ve Cinlerle Yolculuk ile tanındı. Mahcub, TÜYAP 25. İstanbul Kitap Fuarı'nın bu yılki yabancı konukları arasında. Ülkemizde geçtiğimiz ay Alametler Saati adlı yeni kitabı yayınlanan yazarla, yağmurlu bir İstanbul günü, doğduğu ülke Sudan'ı, Doğulu bir yazar olarak Batı'da yaşamanın anlamını ve eserlerini konuştuk.

Romanlarınız, Arap dünyasında özellikle Sudan'da nasıl karşılanıyor?

Bilmiyorum. Eserlerim Arapçaya çevrilmedi, yakın zamanda da çevrilecek gibi görünmüyor. Sudan'da da yaygın oldukları söylenemez. Kitaplarım hakkında bir şeyler kaleme almış Sudanlılar, genelde Batı'daki üniversitelerde çalışan akademisyenler.

Hikayeleriniz Sudan'ın tarihi zemininde geçiyor. Ülkenize olan vefa borcunuzu mu ödüyorsunuz?

Hayır, sadece o kadar değil. Öğrenme ve anlama ihtiyacı daha çok. Her şeyden önce ben ilgileniyorum Sudan'ın tarihiyle. Çünkü bu aynı zamanda benim hikayem. Sömürgeci dönemin ürünüyüm ben. Britanya 1898'de Sudan'a girmiş olmasaydı, annemle babam hiç tanışamayacaklardı mesela. Kendi hikayemi merak ediyorum.

Edebiyat, bir şeyleri öğretsin, anlatsın hatta değiştirsin istiyor musunuz? Daha doğrusu buna inanıyor musunuz?


Edebiyat, o 'bir şey' dediklerinizi değiştirebilir; ama doğrudan değil. Aslında eskiden edebiyatın doğrudan değiştirme gücü olduğuna inanırdım. İlk romanım, petrolün bulunuşu ve iç savaşa sürüklenen Sudan'la ilgiliydi. İnsanların görüşlerini etkilemeyi ummuştum; ancak işler öyle yürümüyor. Bunlar, bir romancının işi değil. İnsanların bakış açısı değişiyor tabii, ama bunun politik arenadaki meyvelerini toplamak mümkün görünmüyor.

Günün birinde Batı ile Doğu'nun uzlaşacağını düşünüyor musunuz?

Batı ile Doğu'nun uzlaşamayacağı bir nokta görmüyorum ben. Batı, pek çok şeyi Doğu'dan aldı. Ortak nokta çok aslında; ama farklılıklara vurgu yapılıyor, çatışmalar tetikleniyor. Batı, ayakta kalabilmek için kendine bir canavar aradı ve bu da 'Yeşil Tehlike' oldu.

'Tehlike'den kastınız İslamiyet mi?

Hayır. Ana problem hep aynı, ekonomik ve politik. Şu anda her şey bazı politik grupların elinde. Son üç yılı bir düşünün. Nedeni belirsiz savaşlar... Amaç petrolü kontrol etmek. İslamiyet, yaşadığımız çağa damgasını vuran Doğu-Batı çatışmasında kilit rol oynuyor gibi görünebilir. Ama esas sorun İslâmiyet değil, politik özgürlüksüzlük. İnsanların istekleri hep aynıdır. Yaşama hakkı, güvenlik, yemek, ev, iş, çocukları için daha iyi bir gelecek. Müslümanlar, dünyadaki tüm insanları öldürmek istiyor olabilir mi? Tabii ki hayır. İnsanları dinlemeyi reddederseniz onlar da saldırır.

Hikayelerinize dönersek, Batı'nın mistik Doğu edebiyatı arayışına cevap veriyor gibisiniz. Mistik ve etnik ayrıntılar, oryantalizm... Doğulu bir yazar Batı'ya illa böyle mi açılır?

Bilmiyorum. Bunu özellikle yapmaya çalışmıyorum. Kitaplarım Batı'ya sesleniyor; ama Doğu'ya da söyleyecek bir şeyleri olduğuna inanıyorum. Bazı klişeler olduğu ve bunların çok sattığı doğru. Ama ben gerçeklik üzerine kuruyorum romanlarımı. Eğer inandığımı, düşündüğümü, hissettiğimi yazmazsam bir süre sonra tıkanır, tükenirim. Bir de Türkiye'de üç tanesi yayımlandı; ama aslında benim yedi romanım var ve hepsi birbirinden farklı.

Kahramanlarınızı yollara düşürüyor ve çözümü o yollarda aratıyorsunuz. Yaşadığınız ülkeleri düşünürsek siz de yollardasınız, peki ne arıyorsunuz?

Ben daha iyisini arıyorum hep. Bir kitap yazmaya başlarken onun yazacağım en iyi roman olacağını düşünüyorum. Bitince de birkaç hafta 'evet, en iyisi bu oldu' diye mutlu mutlu dolanıyorum; ama sonra 'hayır galiba değil' demeye başlıyorum.

Amin Maalouf'u artık okumuyorum

Türkiye'de isminiz Amin Maalouf ile birlikte anılıyor. Mesela sizi tanımayan biri, herhangi bir kitapçıya girse ve 'Nasıldır?' dese, 'Çok iyidir, Amin Maalouf'u seviyorsanız mutlaka onu da seversiniz.' cevabıyla karşılaşıyor...

Birkaç kitabımız birbirine benziyor, Raşid'in Dürbünü mesela. Bazı benzer his ve düşüncelere sahip olmamız doğal. İkimiz de Doğu kökenliyiz ve Batı'da yaşıyoruz. Daha önce gerçekten okurdum onu; ama artık okumuyorum. Hatta yeni kitaplarını merak etmeme rağmen okumuyorum. Bütün kitaplarım düşünüldüğünde çok farklı olduğumuz anlaşılır. Onun yaptığı, tarihin bir parçasını alıp irdelemek. Ben tarihi kusursuz ya da mutlu bir tablo olarak aksettirme niyetinde değilim.

'Nobel politiktir'

"Orhan Pamuk'un Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Kar ve Benim Adım Kırmızı'sını okudum. Kar gerçekten iyiydi. Nobel'e gelince o zaten politik bir ödül ve politik bir karar. Taa başından beri. Orhan Pamuk ilk değil. Sadece dünyanın en iyi yazarı olmak yetmez. Büyük yazarların çoğu da almamıştır zaten. Formül şu: Çok iyi bir yazar ve ... Yanında 've' yoksa olmaz. Ama ne olursa olsun, Türkiye için çok sevindirici."

Jülide Karahan

01 Kasım 2006/Zaman

10 Ekim 2006 Salı

Bu serginin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi

Bir hafta süreyle Bakırköy Özgürlük Meydanı'nda sergilenmesi planlanan 'Yüzleşme' isimli enstalasyon (yerleştirme) çalışmasının başına gelmedik kalmadı.

Önce çöpe atıldı, sonra tartaklandı ve nihayet kaldırıldı. Bu yıl birincisi düzenlenen İFSAK Uluslararası İstanbul Fotoğraf Bienali kapsamında, küratörlüğünü Timurtaş Onan ve Sadık Demiröz'ün yaptığı 'Açık Alanlar, Parklar ve Meydanlar' sergisinin parçası olan çalışma, ilk olarak İstanbul'un kurtuluş günü kutlamalarına kurban gitti. 7 ayrı fotoğrafçının gerçek boyutta insan fotoğraflarından oluşan yerleştirmesi, her türlü resmî izne sahip olmasına rağmen 5 Ekim akşamı belediyeye bağlı temizlik şirketi çalışanları tarafından çöpe atıldı. Yaşanan telefon trafiği sonrası, zabıtanın kaldırılmasını istediği eseri, temizlik işçilerinin çöpe attığı anlaşıldı. Sanatçılardan Kadri Erdem, görevlilerle birlikte çöplüğe giderek fotoğrafları buldu. Toplanıp temizlenen fotoğraflar, kutlamaların ardından tekrar sergi alanına yerleştirildi. Ancak önceki gece de ciddi şekilde tahrip edilen çalışma, dün sabah saatlerinde sergi süresi bitmeden kaldırıldı.

Sokakta sanat bize ters!

İlkay Baliç (Bienal Koordinatörü): Açık alan sergileri çok hassas bir konu. Biz zaten Bakırköy Meydanı için çok zor izin alabilmiştik. Başımıza gelecekleri de göze aldık. Herhangi birinin zarar verme riski vardı. Ama bu olay tabii farklı, tahminimizin de ötesinde. İstanbul Valiliği, Büyükşehir Belediyesi, Bakırköy kaymakamı ve Emniyet müdüründen aldığımız izin belgesi projenin yanında asılı olduğu halde bize haber vermeden kaldırıp atmışlar. Gerçi kötü niyet yok. Belediye özür diliyor ve zararı karşılayacağını söylüyor. Galiba daha açık alan sergilerine alışamadık.

Kadri Erdem (Fotoğraf sanatçısı): Evim Bakırköy'de. 5 Ekim gecesi geç bir saatte eserlerin yerinde olmadığını fark ettim. Zabıta kaldırın demiş, temizlik işçileri de çöpe atmış. Bir yıllık emeğimizi çöpten çıkardık. Çok kötü bir gündü. Adam, senin bir sene uğraştığını bilmez ki. Halkın tepkisine kendimizi hazırlamıştık, ama yetkililerden böyle bir şey beklemiyorduk. Sanırım daha bu tür sanat etkinliklerine hazır değiliz.

Sadık Demiröz (Küratör): 'Açık alan sergilerini kaldıramıyoruz, hazır değiliz' diye kesip atmak yanlış olur. Bırakıp gitmemeli, insanlara ve yetkililere olayı anlatıp onları bilinçlendirmeliydik. Temizlik işçisi, yerleştirmenin ne olduğunu bilmez ki. İzin belgesini de oraya asmak yetmez. Ne olduğunu bile anlamadan atmışlar. Art niyet olduğunu zannetmiyorum.

Jülide Karahan

10 Ekim 2006/Zaman

28 Eylül 2006 Perşembe

Başrolde kendisi ve kedileri var

Mimarlığından çok ressam ve öykücü kimliğiyle tanınan Cihat Burak, kelimelerle dillendiremediği öykülerini tuvalinin kulağına fısıldamış.

Gazete haberine sığdırılamayacak kadar uzun bir yolun yalnız yolcusu Burak, İstanbul Modern Sanatlar Galerisi (İMSG)'nde küçük bir mola verdi. Resim, seramik, daha çok da desen ve baskıların katıklık ettiği mola, 21 Ekim'e dek sürecek.

Küçük bir retrospektif sayılabilecek molanın, çoğu isimsiz 60'ın üzerinde eserine, Cihat Burak'ın dost meclislerinden çıkan anı fotoğrafları ve yazıları eşlik ediyor. Günlük hayattan sahneleri anılara bağlayarak resmeden sanatçının tatlı eleştirileri göze çarparken, 1970'lerden sonra yüreğinin bir yerlerine ölüm düşüncesinin yerleştiği, mezarlık ve cami figürlerine düşkünlüğünden hissediliyor. Öykülerini önce kendisi için anlattığı ve bütün oyunları önce kendisi için oynadığı gibi, bütün resimleri de önce kendisi için yapmış sanki Burak. Sanatçının Paris'e ve resme uzanan yaşam öyküsünde keşfedilmeyi bekleyen kocaman ve kıyıları haritaya aktarılamayacak kadar belirsiz bir toprak parçası var. Her bir öykü nasıl yepyeni bir koya çıkıyorsa, her bir resmin yolu da başka bir patikaya düşüyor. İster renk seçimi, ister fon kullanımı, ister kurgusal yapı deyin, tuvale sığmayan bir şeyler var sanatçının eserlerinde. Delikız ve Zenci Kalınız öykülerini ve o eski Kedi'li günlerini (kedinin adı Kedi) anlattığı içtenlikle dökmüş boyalarını tuvaline Burak. İnsanlar, camiler, çeşmeler, kediler, gemiler, balıklar... İç içe geçmiş çizimler ancak baktıkça, yeniden yeniden baktıkça görülüyor.

Her eserde bir pati izi

'Kediler bilgedir' Burak'a göre. Bir kahve ya da sokak köşesinde bulurlar illa ki onu. 1915'te İstanbul'da başlayan denizli, balıklı ve illa ki kedili ömrünü 1994'te noktalayan sanatçı, kedicil yanını bazen uluorta bazen akla gelmedik binbir ayrıntıda gösteriyor. Renklerin arasında ya da boya dokusunda kenardan köşeden göz süzen kediler, sanatçının hayatında ve öykülerinde nasıldıysa resimlerinde de öyle değerli. Her eserde bir pati değilse de bir tırmık izi var mutlaka. Gerçi Ahmet Haşim'in, Salah Birsel'in, Tomris Uyar'ın, Haydar Ergülen'in incelikli kedi yazılarını düşününce kedinin kendini anlattırmak için öyküyü seçtiği düşünülebilir. Burak'ın kedileri de tercihlerini öyküden yana kullanmış kullanmasına; ama hiç nankörlük etmeden resminin de bir köşesine kıvrılmış.

Mimar olduğu için nasıl rahat resim yaptıysa, ressam olduğu için de rahat yazmış yazacağını Burak. Son röportajlarından birinde, "Resmini yapamadığım şeylerin öyküsünü yazarım." diyen Burak için, "Cihat'ı yadsıyan olabilir. Ama kimse kayıtsız kalamaz ona..." diyen Cemal Süreya haklı çıkmış ve yayınlanan üç öykü kitabı da günlerce konuşulmuş edebiyat dünyasında. 1982'de fantastik öğelere yer verdiği ilk kitabı 'Cardonlar'ı yayımlayan Cihat Burak, 1992'de yazdığı, kültürel değişimi işleyen 'Yakutiler' ile Yunus Nadi Armağanı'nı kazandı. Sanatçının aile arşivindeki el yazısı ve daktilo yazılarından derlenen ve 30 öyküden oluşan 'Zenci Kalınız!' ise, 2003 yılında yayımlandı. Dost meclisinde pervasızca anlatılmış, tekdüze yaşamı şenliklendirmiş öykülerde her şey gerçek ama her şey kurgu gibi, tıpkı resimlerdeki gibi. Cihat Burak'a ilişkin hiç değilse biraz ipucu edineyim diyenler 21 Ekim'e dek İMSG'ye uğrayabilir.

40'ından sonra saran sevda

1915 İstanbul doğumlu Cihat Burak, Galatasaray Lisesi'nin ardından 1937-1943 arasında Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nde eğitim alır. Fakat aklına ta ortaokul yıllarında düşen resim yapma sevdası peşini bırakmaz ve 40'ından sonra onu iyice içine alır. Bir süre resmi kurumlarda mimari projelerde çalışan Burak, Birleşmiş Milletler bursuyla Fransa'ya gider ve 1953-55 yılları arasında Paris'te resim eğitimi alır: "Paris'tesiniz... Her köşede bir güzellik çıkar karşınıza ve sizi resim yapmaya sevk eder..." diyen sanatçının Fransa'da yaptığı çalışmalardan oluşan ilk kişisel sergisi 1957'de İstanbul Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açılır. Burak, ölümüne dek 28 kişisel sergi açar ve çok sayıda karma sergide yer alır.

Rengin Ege

28 Eylül 2006/Zaman

12 Eylül 2006 Salı

Kâzım Karabekir Paşa'nın kayıp günlükleri nerede?

Milli Mücadele liderlerinden Kazım Karabekir Paşa'nın kamuoyuna hiç yansımayan eserleri ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Uzun yıllar yasaklı kalan ve düzensiz yayımlananlarla birlikte Karabekir'in evinin deposunda hiç açılmadan bekleyen notları, Kazım Karabekir Vakfı tarafından YKY'ye devredildi. Kızları Hayat Karabekir Feyzioğlu, Timsal Karabekir Yıldıran ve torunu Gülden Gazioğlu, arşivdeki tüm eserlerin basılacak olmasından çok memnun. Eserlerin 2007'de yayınlanacak ilk partisinde Paşa'nın bugüne kadar hiç bilinmeyen 'Günlükler'i de var. Yayınların editörlüğünü daha önce İnönü'nün 'Defterler'i ile Nihat Erim'in 'Günlükler'ini yayına hazırlayan tarihçi Ahmet Demirel yapıyor. Doç. Demirel, Karabekir'in de İnönü gibi Harbiye yıllarından başlayarak günlük notlar tuttuğunu; bu notlardan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın niye kurulduğu, Atatürk ile olan anlaşmazlıkların temelinde neler olduğu gibi gizli kalmış pek çok şey çıkacağını söylüyor. Ön tasnif sonucu arşivde 50 eser bulduklarını belirten Demirel, bunların arasında 'Hürcan' isimli bir romanın da varlığından bahsediyor.

Karabekir'in arşivinde yakın tarihimize dair yeni tartışmalar açacak 39 defter bulundu. 1906-1948 yılları arasında neredeyse günü gününe tutulmuş günlüklerin 1932-1938 yıllarına rastlayan bölümleri ise ortada yok. "Defterlerin ne yazık ki en önemli 6 yılı kayıp." diyen Doç. Dr. Demirel, 1938'in Atatürk'ün ölüm yılı olmasına ve o zamana kadar her şeyin Atatürk'ün kontrolünde gitmesine dikkat çekiyor. 'Peki, ne olmuş olabilir bu defterlere?' dediğimizde, Demirel, "Ya hiç yazmadı. Ya yazdı; ama çok güvenli bir yere sakladı ya da ailesi gizliyor." diye cevap veriyor. Karabekir'in, yazılarından bazılarını Cafer Tayyar Eğilmez Paşa'ya verdiğini ve bunların Paşa'nın evi yıkıldığında işçiler tarafından bulunduğunu hatırlatan Demirel, günlüklerin de ona veya bir başkasına verilmiş olabileceğini söylüyor. Karabekir'in büyük kızı Hayat Hanım da, "Biz de bilmiyoruz günlüklere ne olduğunu. Yazıp yazmadığı hakkında da bir bilgimiz yok. Ama kanımca yazmıştır." diyor. Karabekir'in küçük kızı Timsal Hanım ise kayıp günlüklerle aynı tarihe denk gelen günleri şöyle anlatıyor: "İzmir suikastından sonraki yıllar hem maddi hem de manevi açıdan çok zordu. Babamın bütün suçu, suikasta karışanların birinin yakınına selam vermesiymiş üstelik. Ama yine de kolay beraat etmemiş. 1927'de emekliye ayrılarak İstanbul'a yerleşen babamın 1938 yılına kadar çok dar bir çevre ile temas kurduğunu biliyorum. Bu dönemde yalnızca Nevzat Ayasbeyoğlu, Cafer Tayyar Eğilmez, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay ile görüşürmüş. Zaten evden çıktığı anda arkasında mutlaka polis takibi vardı."

Yasaklanan kitap

"Karabekir'in yazdıkları, Atatürk'ün 'Nutuk'ta anlattıklarından farklıdır. Bu yüzden Karabekir'in çeşitli kitapları yakıldı, yasaklandı veya hiç yayımlanamadı." diyen Demirel, yayına hazırlanan ilk kitaplar arasında çok tartışılan 'İstiklal Harbimizin Esasları'nın da olduğunu söylüyor. Bu kitap şöyle yazılmış: 1933'te Milliyet gazetesinin 'Ankaralı'nın Defteri' isimli sütununda yazılar yayınlanır. O dönemde gazetenin sahibi Siirt Milletvekili Mahmut Soydan, Mustafa Kemal Paşa'nın yanında yer alan isimlerdendir. Bu yazılar, Karabekir'i iddialara karşı kendini savunmak üzere harekete geçirir ve Paşa, gazeteye 7 mektup gönderir. Bunların 6'sı yayınlanır, 7'ncisi yayınlanmaz. Yerine, "Paşa mektup göndermekten vazgeçti." diye not düşülür. Köşesine çekilmiş olan Kazım Paşa, bu olay üzerine anılarını kaleme alır. Kitap, üç bin adet basılır; ama toplanarak yakılır. Ancak kitabın formaları basıldıkça, bunlardan beş tanesi Kazım Paşa'ya gönderilmiştir. Bunun üzerine Karabekir Paşa'nın Erenköy'deki köşkü 100 kadar sivil ve resmi polis tarafından basılır. Ev, didik didik edilir, formalar bulunamaz. Kitap, saklanabilen birkaç nüsha sayesinde 1951'de yayınlanabilir. Uzun süren mahkemeler sonucunda okuyucuya 60'ların sonunda ulaşır. Kazım Karabekir'in anlattığı Atatürk ile resmi tarihin anlattığı Atatürk arasında önemli farklılıklar vardır. Paşa, İstiklal Harbi'nin sadece Atatürk ve İnönü eksenli anlatılmasına itiraz eder. Nutuk'un Kurtuluş Savaşı'nın tek ana kaynağı olarak görülmesi ve okul kitaplarının da bu kaynak esas alınarak yazılması, Paşa'nın tepkisini çeker. En çok bilinen anlaşmazlıkları ise 'hilafet' konusunda yaşanmış. Atatürk, Vahdettin'in; Karabekir Abdülmecit'in halife olmasını istemiş. İstiklal Savaşı'nın önemli isimlerinden Kazım Karabekir, 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın başkanlığına seçildi. Parti, 1925'te Şeyh Said ayaklanması nedeniyle kapatıldı. Karabekir, Mustafa Kemal Paşa'ya karşı yapılan İzmir suikastı nedeniyle bazı partililerle birlikte yargılandıysa da beraat etti. Siyasi yaşamına 12 yıllık aradan sonra 1939'da İstanbul milletvekili olarak devam etti. 1946'da TBMM başkanlığına seçildi ve bu görevde iken 1948'de öldü.

Jülide Karahan

12 Eylül 2006/Zaman

7 Eylül 2006 Perşembe

'Ortadoğu kaynadıkça işsiz kalmayız'

Gökşin Sipahioğlu'nun yakın tarihi somutlaştıran pek çok fotoğrafı, bu günden itibaren İstanbul Modern Müzesi'nde 'Doğru Yerde, Doğru Zamanda' başlığı altında sergilenmeye başlıyor.

28 Aralık 1926 İzmir doğumlu Sipahioğlu'nun yarım yüzyıllık gazetecilik hayatının 119 fotoğrafı, 12 Kasım'a dek görülebilecek. Serginin küratörü Engin Özendes'in yaptığı derlemede 1956-1974 yılları arasındaki 'atlatma haber' niteliğindeki Sina, Arnavutluk, Küba füze krizi, Cibuti, Paris'te Mayıs 68 olayları ve benzerlerinin yanı sıra New York'ta Brigitte Bardot gibi seriler de var. Savaş meydanlarında bile bir an olsun kravatını çıkarmayan Sipahioğlu ile fotoğrafı ve kimi dünya meselelerini konuştuk.

Sizi doğru yerde doğru zamanda olduğunuz fotoğraflarınızla tanıyoruz. Peki ya doğru yerde doğru zamanda olmayı başaramadıklarınız...

Oldu tabii. Kennedy'nin cenazesini takip etmek istedim; ama başaramadım mesela. Çalıştığım gazete izin vermediği, gerekli görmediği için cenazeye gidemedim. Bu olaya çok üzülmüştüm.

Bildik, tanıdık olanlar bir kenara; arşivinizde yayınlanmayan, daha doğrusu sansürleyip de yayınlamadığınız fotoğraflarınız var mı?

Var tabii. Jacques Chirac ile Le Pen'in tokalaşırken çekilmiş bir fotoğrafı vardı, onu gizledik mesela. Gizlememiş olsaydık, Chirac imkanı yok seçilmezdi. Sonra Arafat ile Rocard'ın birlikte çekilmiş resimlerinin de yayınlanmasına izin vermedik.

Yassıada Mahkemesi'ni takip eden gazetecilerden birisiniz. O günlerden gizli saklı kalan hatıralarınız neler?

Yassıada izlenecekti. Patronlar ve yazı işleri müdürleri toplandı. Nasıl takip edelim, diye tartıştık. Ben duruşmaları kayda almayı teklif ettim; ama gazetenin genel müdürü 'Gazeteci, kalemiyle çalışır.' diye karşı çıktı. Sonunda genel müdürü ikna edebildim ve teyp götürdüm. Ne konuşuldu, ne oldu hepsini yayınladık. Avukatlar bile gazeteden takip ettiler olayı.

Yapmak isteyip de henüz yapamadığınız foto röportaj var mı?

Var. Amerika'da yaşayan önemli Türk ilim adamlarıyla röportaj yapmak istiyordum. Olmadı, içimde kaldı. Hüseyin Yılmaz mesela. Dünyanın en büyük fizikçilerinden. Einstein'ın teorisini değiştiren adam. Çobanken keşfediliyor. Okuma yazma öğrenip Amerika'ya gidiyor. Ve büyük bir fizikçi oluyor. Onunla görüşmeyi çok istemiştim, ama olmadı. Onun gibi bilim adamlarımız var daha. Bir de yapıp da yayınlatamadığım röportajım var. Nazım Hikmet'le en son röportajı yaptım, ama Türkiye'de kimse yayınlamak istemedi nedense. O da öyle içimde kaldı.

Bugün, nereye gidip nelerin ve kimlerin fotoğrafını çekmek istersiniz?

Dünyanın en büyük problemi neredeyse oraya gitmek isterim. Ortadoğu'ya, Filistin'e, Gazze'ye yani. Kim bu öldürülenler diye merak edip araştırmaya. Gerçi dünyayı kurtarmadan önce ülkemizin bir dolu hikâyesi var ya. Fotojurnalizm aslında zorlaştı. Dijital makineler, cep telefonları falan... Ama yine de Ortadoğu kaynadıkça ya da kaynatıldıkça foto muhabirleri işsiz kalmaz.

'Serginin 6-7 Eylül'e denk gelmesi tesadüf'

Tam 51 yıl önce İstanbul Ekspres Gazetesi'nde Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalanmasıyla ilgili haberi manşetten vererek halkı galeyana getirdiği iddia edilen Gökşin Sipahioğlu, son sergisinin 6-7 Eylül tarihlerine denk gelmesi sebebiyle yine suçlandığını söylüyor. Hürriyet gazetesinin önceki günkü 'Ünlü gazeteciden sergi için ilginç zamanlama' başlıklı haberinde serginin tarihi kadar isminin de dikkat çekici olduğuna değinilmesi konusunda Sipahioğlu, "Haber bulamayınca gazeteciler bir şey çıkarır. Geçmişte biz de böyle yapardık. Düşünmüyorlar tabii. Biri telefon açıp sorsa keşke. 20 sene çalıştığım gazete, beni aramadan sormadan böyle yazmış. 6-7 Eylül sonrası mahkemede beraat ettik." diyor. 6 Eylül 1955'te Selanik'te Atatürk'ün evine bomba atıldığı söylentileri üzerine İstanbul'da başlayan olaylarda üç kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmış; 73 kilise, bir fabrika, 8 ayazma ve 2 manastırın da aralarında bulunduğu 5 bin 538 gayrimenkul tahrip edilmişti.

Jülide Karahan

07 Eylül 2006/Zaman

27 Ağustos 2006 Pazar

Batı'nın geçmişiyle hesaplaştığı müze

İki ay önce Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından açılan ve Asya, Afrika, Amerika ile Okyanusya'daki medeniyetlerin eserlerini bir araya getiren 'Quai Branly Müzesi' tartışılmaya devam ediyor. Tartışmaların merkezinde müzenin, sömürgeciliğin izlerini taşıdığı fikri yer alıyor.

Eyfel Kulesi'nin gölgesindeki Quai Branly Müzesi kapılarını açtı açalı "Sen osun, ben buyum, şu öteki" tartışması sürüyor. Bir etnografya müzesinin sömürgeciliğin izlerini taşımasının normal olduğunu söyleyen yaklaşımlar, eserlerin çoğunun zorla alındığı ve ortaya yığılıverdiği görüşünün altında eziliyor. Diğer adıyla "Afrika, Asya, Okyanusya ve Amerika Kıtaları Sanat ve Medeniyetleri Müzesi"ni, bir ülkenin sömürgeci geçmişiyle hesaplaşması, bu geçmişi büyüteç altına alması düşüncesiyle olumlu bulanlar da yok değil. Bir üçüncü görüş ise müzenin, Batı'nın bir zamanlar sömürdüğü topraklardaki kültürler için döktüğü timsah gözyaşları olduğu yönünde. Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ise müzenin açılışı için yaptığı konuşmada, "Fransa için, çağlar boyunca, tarihte büyük çoğunlukla şiddet görmüş halklara haklarını vermek söz konusuydu. Kendilerine hoyratça davranılmış, aç gözlü ve kaba fatihler tarafından yok edilmiş halklara... Girişimimizin merkezinde, ırk merkezciliğin, Batı'nın, insanlığın kaderinin yalnızca kendi ellerinde olduğu gibi mantıksız ve kabul edilemez iddiasının reddedilmesi yatmaktadır." demişti. Müze, Batı dışındaki medeniyetlere saygılarını sunduğunu üstüne basa basa söylese de uluslararası basında; Fransız maceraperestlerin 20. yüzyıl başlarında sömürgelerden topladıkları eserlerin iade edilmeleri gerektiği yazılmaya devam ediyor. Eserler ile ilgili olarak 'ilkel sanatlar' yerine 'ilksel sanatlar' ifadelerinin kullanılması bile ortamı yumuşatmaya yetmiyor.

Duruşu ve vizyonu tartışıladursun, müzenin barındırdığı 3 bin 500'ü daimi olmak üzere 300 binden fazla eseri görmek isteyen yoğun bir kalabalık var Paris'te. Rodin, Orsay ya da Louvre müzelerinin önünde görmeye alışık olduğumuz turist kalabalığı değil bu bahsi geçen. Kuyrukta bekleyen "oralı öteki"lerle, St Michel ve Champ Elysee kahvelerinde değil; banliyö ve metro istasyonlarında karşılaşmıştık. 30'lu yaşlarını süren Anne Marie ve Venice, onlardan sadece ikisi. Gündelikçi olarak çalıştıkları bu şehirde ilk defa bir müzeyi merak ettiklerini ve görmeye geldiklerini söylüyorlar. Amerika yerlisi iki arkadaşı bu kadar heyecanlandıranın ne olduğunu sorduğumuzda, "Kendi ülkemizden bir şeyler görürüz belki. Çok özledik." cevabını alıyoruz. Anlaşılan o ki müze, Paris'teki pek çok göçmene geride kalan ülkelerinden bir şeyler hatırlatmayı vaat ediyor.

Bu vaatlerle müzenin kapısına gelenlere karıştığımızda bir tarafı çeşitli bitkilerle sarılmış kırmızılı beyazlı bir yığın, pardon mimari yapı karşılıyor bizi. Kırmızı, siyah ve beyaz hâkimiyetli girişten sonra ise türlü müzik aletleri yer alıyor; üstelik ses ve video görüntüsü destekli. Mesela ney'in yanına gidiyorsunuz, ney sesinin eşliğinde Mevlevîler dönmeye başlıyor ekranda. Kemençenin yanına gittiğinizde onun sesi ve bir Karadeniz delikanlısı... Müzik turundan sonra bilimkurgu bir film sahnesinden çıkmış hissi veren uzun bir koridordan geçiyorsunuz. Canınız sıkılmasın diye adım başı ayaklarınızın dibine türlü projeksiyon görüntüleri üşüşüyor. Bu postmodern yolculuktan sonra kendinizi tam gelecekte sanacakken koridor bitiyor ve birdenbire geçmiş zamanın içine düşüyorsunuz. Tezatlık ki ne tezatlık! Siz "Bina bitmemiş mi acaba? Böyle ani ve alakasız bir geçiş olabilir mi?" diye soradururken bir tarafta Asya ve Afrika, diğer tarafta Okyanusya ve Amerika aralıyor kapılarını. Yeni mekânımız plastik topraklı bir nehir yatağı. Engebeli araziye gün ışığı ulaşmıyor. Eserlerin zarar görmemesi ya da yaprakların gün ışığını geçirmediği vahşi bir orman hissini kuvvetlendirmek için olabilir ışıksızlık. Doğrusu ise birinci şık. Bu kadar şeyi birileri buralara kadar getirdiğine göre balta girmemiş orman değil karşımızdaki.

Türkiye'den de 2 bin eser var

Eserlere gelince Senegal'den kaya parçaları, Cezayir'den bir çeyiz sandığı, Hindistan'dan bir halı... Karanlık ve gizli bölmelerde Burkina Faso ya da Fas'tan heykeller... Çekmecelerde ise türlü takı ve giysiler... (Çekmece deyince nerede bizim yeni açılan Depo Müze'mizin sıcaklığı...) Serginin Asya Medeniyetleri bölümünde Anadolu'dan takı, gelinlik, kaftan gibi giysi ve aksesuarlar ile bıçak, kama, kılıç ve kalkan gibi savaş aletlerini görmek mümkün. Türkiye'den yaklaşık 2 bin eser barındıran koleksiyonun tümü, Paris müzelerini daha önce dolaşmış kişiler için tanıdık aslında. Çünkü Quai Branly, Paris'teki Musee de l'Homme'dan (İnsanlık Müzesi) 250 bin ve Arts d'Afrique et d'Oceanie'dan (Afrika ve Avustralya Sanatları Müzesi) 25.000 eseri kendi koleksiyonuna katmış. 100'den fazla videonun olduğu müzede iki geçici sergi salonu, bir multimedya galeri, oditoryum, açık hava tiyatrosu ve civarında sömürgeciliği araştıracak bir üniversite var.

Rengin Ege

27 Ağustos 2006/Zaman

20 Ağustos 2006 Pazar

'En sevdiğim U2 şarkısını henüz yazmadım'

Herkesin zaman zaman aklından geçirdiği; ama söylemeye değer bulmadığı hisleri kelimelere döküp dinleyicilerini her defasında şaşırtmayı başaran İrlandalı rock grubu U2'nin solisti ve söz yazarı Bono (Paul Hewson), en sevdiği U2 şarkısını henüz yazmadığını söylüyor.

Albümleri dünya çapında 130 milyon satan ve 14 Grammy ödüllü U2'de yaşananları 'sağ kroşeyi 15 santimle kaçıran bir boksörün yaşadıklarına' benzeten Bono, işi çok ilerletmelerine rağmen hâlâ yeterli olmadıkları görüşünde. "Sanat, ellerini derinin altına sokmaktır; göğüs kemiğini kıracaksın, göğüs kafesini yaracaksın, yoksa rock'n roll senin için bir çift ayakkabıdan, bir saç modelinden ibaret kalır." diyen sanatçı, 'yetersiz' oldukları fikrine kapılış sebebini şöyle açıklıyor: "Hâlâ yanımda koruma taşımadan bütün dünyayı gezebiliyorum. Nadiren birinden şan şöhret muamelesi görüyorum. Hayır, kesinlikle şöhret değilim ben."

U2 solistinin 'henüz şarkılaşmamış hikâyeler'ini anlattığı "Bono'nun Odasında" (Merkez Kitaplar, Çev: Pınar Öğünç) bir 'iç dökme' kitabı. Fransız müzik yazarı ve Bono'nun yakın arkadaşı Michka Assayas'ın kaleme aldığı kitapta; kimi zaman anne özlemi ve baba baskısıyla geçen çocukluk yılları, kimi zaman grup içinde yaşanan gerginlikler, kimi dünya liderleriyle yapılan görüşmeler çıkıyor okurun karşısına.

Kendini, üçüncü dünyanın borçlarını bitirmeye adamış zengin bir rock yıldızı

Bono, odasının kapılarını ardına kadar açmadan önce de U2'nin bir rock grubundan daha öte bir şey olduğunu biliyorduk. Sivil toplum kuruluşu gibi çalışan ve müzikle siyaset arasındaki yolda ilerleyen grup, insan hakları çiğnendiği gerekçesiyle Türkiye'de konser vermeye yanaşmıyor ve açları, yunusları, hastaları, kısacası dünyayı kurtarmaya kararlı görünüyor. Yalnız durum, bütün gün oturup dünya barışı ne olacak, diye merak edecek ve hippi sürüsü gibi takılınacak kadar da uzun boylu değil. Bono, yarı zamanlı bir hayırsever olduğu kadar yarı zamanlı bir işadamı da. "Dünya sandığımızdan daha uysal. Onu daha düzgün bir şekle sokmak elimizde. Büyük sorular sorup, büyük cevaplar istemeli." diyor ve kendini üçüncü dünyanın borçlarını bitirmeye adamış olsa da zengin bir rock yıldızı olmaktan kurtulamıyor. "Çok utanç verici bir fotoğraf aslında; ama kim olduğumu inkar edemem. Bütün paramı dağıtmam, sadece daha büyük bir yıldız olmamı sağlar." diyor Bono bu mevzuda.

2002-2004 yılları arasında yapılan söyleşilerin ucu, U2'nin öyküsünden Bob Dylan ve Rolling Stones'a; edebiyat ve resim tartışmalarından siyasi konulara dek uzanıyor. Dublin'de yaşayan, telefonda konuşan, sabahları yazı yazan, geceleri şarkı söyleyen, Amerikan Senatosu'ndan birileriyle konuşan, Elevation Partners'ın yönetim kurulunda oturan Bono, her şeyin en dibinde huzurun yattığını söylüyor. Yaptıklarını hayırseverlikten değil, adalet duygusundan yaptığını ve Bobby Shriver ile kurduğu DATA'nın (Borç, AIDS; ticaret, Afrika ama aynı zamanda demokrasi, sorumluluk ve şeffaflık) yarı zamanlı elçisi olunca iş arkadaşları tarafından usulünce hâlâ şarkıcı ve söz yazarı olarak çalıştığı konusunda uyarıldığını da eklemeden geçemiyor. Liderlerle yaptığı yuvarlak masa toplantılarını ve özellikle Bush ile ilgili duygularını da geçiştiriveriyor bu sohbetlerde. '

Annem ölünce kendimi terk edilmiş hissettim'

Konuşmalar geçmişe, özellikle de çocukluğa döndüğündeyse sözlerin üzerini bir sis perdesi kaplıyor. Geçmiş, ziyaret etmekten hoşlandığı bir yer değil Bono'nun, Geçmişe dair konuşup durdukça oraya döndüğü ve huysuzlaştığı da çayına yanlışlıkla attığı şekerden belli. Yazarın, onu heyecanlı ve güvensiz diye tanımlaması boşuna değil. "Annemin ölümü kendime olan güvenimi derinden etkiledi. Okuldan sonra eve gidiyordum; ama artık orası bir ev değildi. Annem yoktu. Kendimi terk edilmiş ve korkmuş hissettim. Sanırım korku çok çabuk öfkeye dönüşüyor. Benimki hâlâ içimde." diyen Bono'nun "Kim olduğunu sen biliyor musun?" sorusuna verdiği cevap ise "Deniyorum. Hayatta en zor şey; kendin olabilmek. Belki de çekip çıkaramadım onu henüz." oluyor.

Diğer rock yıldızlarına karşı dikatli olun!

"Rock yıldızı olmak isteyenler diğer rock yıldızlarına karşı dikkatli olsun. Kafamda yıllarca saklanan bir rock yıldızı robot resmi vardı. Bu resim; Elvis Presley'in deri ceketi, Jim Morrisson'un deri pantolonu, Lou Reed'in koca çerçeveli güneş gözlükleri ve Jerry Lee Lewis'in botlarından ibaretti."

Rock konserleri insanları kenetliyor

"11 Eylül ve Madison Square Garden konserinin ardından büyük şehir sakinlerini birbirine kenetleyen iki türlü olay olduğunu anladım. Ya korkunç bir felaket ya da bir rock konseri. En eğlenceli olay da en korkunç olay da benzer bir garip etki yapıyor ve insanlar kendilerini yalnız hissediyor."

Rengin Ege

20 Ağustos 2006/Zaman

9 Temmuz 2006 Pazar

Sanat içinde eylem, eylem içinde sanat

Dün saatler 12.00'yi gösterdiğinde Beyoğlu Akbank Kültür Sanat Merkezi'nin (Aksanat) kapısı önünde sanatlı bir eylem gerçekleşti.

Sanatçı, küratör ve sanat eleştirmenlerinden oluşan kalabalık, bu kez galerinin içi yerine dışında sergiledi 'iş'lerini. Konusu 'Aksanat'ın birinci katında Teknosa'nın açılacak olması' olarak belirlenen serginin görülmeye değer çalışmaları arasında "Sanat sokağa atılıyor", "Lütfen satmayın", "Parayla saadet olmaz" gibi sticker'lar vardı. Hemen kapı girişine yerleştirilen ve üzerinde büyük harflerle "Sanat" yazan paspas ile yanına düşülen "üstüne basıp geçiniz" yazılı not da oldukça dikkat çekti. Notu dinleyip paspasın üzerine basıp geçtiğimizde iç cephede artırılmış güvenlik önlemleri eşliğinde '25. Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergisi' gezilebiliyordu.

Bir ara orta yaşlı bir beyin de sessiz sedasız iştirak ettiği gözlendi eyleme; fakat eyleme karşı bir eylem yapma girişimiyle. Şöyle ki, bu bey üzerinde "Sorun Aksanat'ın neden kapatıldığı değil. Aksanat da benzerleri gibi toplumdan ve hayattan kopuk eserleri birbirinize pazarlayıp kendinizi satabileceğiniz bir dükkandan başka bir şey değil. Yıllardır kültürün alınıp satılmasına ses çıkarmayıp burada bilgisayar parçalarının satılacak olmasına tepkiniz çok komik. Yoksa sanatçı olduğunuza mı inandınız? Aksanat sizi bu kadar mı (y/s)abancılaştırdı kendinize." yazılı notunu bırakıp kalabalıkta kayboldu. Beral Madra, "Burası zaten hiç aklanmadı, 10 yıl önce açılışını Kenan Evren yaptı ne de olsa..." diyerek esen soğuk rüzgârı dağıttı. Pek çok sanatsal faaliyette olduğu gibi bir sansür vakası da yaşandı eylemde. Bir genç sanatçının "Aksalak" tasarımı, hakarete varacak ifadeler içerdiği gerekçesiyle bizzat kendisi tarafından mekândan uzaklaştırıldı.

Sanatçı Adnan Yıldız'ın yapılanların etkili olup olmaması değil, bir araya gelmenin ve birlikte tartışmanın öğrenilmesi gerekliliğine dikkat çektiği eyleme katılanlardan Bedri Baykam, "Beyoğlu'nda başka bir yer kiralanabilir. Halkın ayağının alışık olduğu bir yer burası. Sakıp Sabancı bunu görseydi kemikleri sızlardı." dedi. Sanat ve sanat üretiminin iktidar odaklarının aracı olduğunu söyleyen Beral Madra, "Büyük ve çok uluslu şirketler kendi imajları için sanatı bir araç olarak kullanıyor. Artık sanata yatırım yapmak, ilan vermekten, kampanya yapmaktan daha prestijli görülüyor." diyerek dile getirdi eleştirilerini. Sanatçı Handan Börütecene de "Etkili olamasak da önemli olan bir araya gelmek." diyerek Aksanat'ın özür bile dilenmeden kapatılmasını, elinde para tutanların 'ben size oyuncak verdim; şimdi geri alıyorum' demesine benzetti.

Toplanan sanatçılar Aksanat'ın giriş katının Teknosa yapılması karşısında tepkilerini ortaya koydu. Herkesin hemfikir olduğu şey ise bunun bir işe yaramayacağıydı. Borusan Sanat Galerisi'nin kapanmasıyla sanatçıların çabalarının bir işe yaramadığı tecrübe edilmişti. Borusan yönetimi, Beyoğlu galerisini kapattı. Bu kararın nedeni, para olmaması değil, ağırlığın müziğe verilmek istenmesiydi.

Jülide Karahan

09 Temmuz 2006/Zaman

27 Haziran 2006 Salı

Arif Mardin müzik 'dünya'sına veda etti

12 Grammy ödülünün yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2006 Kültür ve Sanat Üstün Başarı Ödülü'nün sahibi dünyaca ünlü müzik yapımcısı Arif Mardin 74 yaşında New York'ta hayata gözlerini yumdu.

Müzikle geçen 74 yıl, 40 yıllık meslek hayatına sığdırılan 12 Grammy ödülü, 40'tan fazla altın ve platin plak... Amerikan müzik piyasasına yarım asırdır damgasını vuran Arif Mardin, uzun süredir devam eden hastalığına yenik düştü. Pankreas kanseri nedeniyle önceki gece New York'ta hayata gözlerini yuman Mardin'in tezgahından kimler geçmedi ki... Aretha Franklin, Bee Gees, Chaka Khan, Diana Ross, Bette Midler, Whitney Houston, Phil Collins, Norah Jones, Ray Charles... Hayallerinin peşinde Amerika'ya giden Mardin'in cenazesi önümüzdeki günlerde İstanbul'da defnedilecek.

Arif Mardin ile en son, Hüseyin Sermet'in 13 Mayıs akşamı İş Sanat'ta verdiği ve Mardin'in gün ışığına çıkmamış klasik müzik eserlerini çaldığı konser vesilesiyle görüşmüştük. Piyano Suiti ve Piyanolu Beşli'nin dünya prömiyerinin yapıldığı geceye hastalığı nedeniyle katılamayan Mardin, "Bu seyahati göze alamıyorum. Türkiye'yi çok özlüyorum. Ablam ve ailesi orada. Eski arkadaşlar orada. İstanbul'umuza bayılıyorum. Hele yemekler..." demişti. "Artık emeklisiniz, çalışmayı özlüyor musunuz?" dediğimizde ise "Hayır, 1-2 proje yapıyorum oğlum Joe ile, fakat sağlık durumum o kadar iyi değil." demiş ve "Anılarımı yazıyorum ama. Bir şekilde güzel vakit geçiriyorum yani." diye eklemişti. 'Anılarınızda gençlere nasıl bir mesaj veriyorsunuz?' sorusuna "İdeallerinizi takip edin. Hiç vazgeçmeyin." cevabını vermişti kısaca. Kendisi de tüm zorluklara rağmen ideallerinin peşinde gitmişti. 1932 yılında İstanbul'da doğan Arif Mardin, üniversite eğitimine İstanbul Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nde başladı ve London School of Economics'te devam etti. Sonrasında ise babasının tüm itirazlarına rağmen sırtına yüklediği hayalleri ve hiç yanından ayrılmayan eşi Latife Hanım'la birlikte Amerika'ya giderek caz ustası Dizzy Gillespie ve aranjör Quincy Jones'la tanıştı. Müzik dünyası için büyük önem taşıyan 'Quincy Jones Bursu'nu alarak, Boston'daki Berklee Müzik Koleji'nde eğitim almaya hak kazanan ilk burslu öğrenci oldu. Atlantic Record'un kurucusu Ahmet Ertegün'ün "Birçok yapımcı her yeni projede bir parmak izi gibi tınıyı işlerken, Arif farklı türlere getirdiği bakışıyla müziğe kendi damgasını vuruyor." dediği Arif Mardin, 2001'de Atlantic Records'tan, 2004'te EMI'nin Eş Başkanlığı ve Manhattan Records'un Genel Müdürlüğü'nden emekli oldu.

Aldığı ödülleri burada saysak bitmez; ama Türk Amerikan Derneği ile Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ortaklaşa verdiği 2006 Kültür ve Sanat Dalında Üstün Başarı Ödülü en yenilerinden. Görüşmemizde 'Harika Çocuk' yasasının tekrar yürürlüğe konmasını vasiyet eden Mardin, "Türk insanı klasik müziğe biraz mesafeli yaklaşıyor. Bunun sorumlusu asık suratlarıyla klasik müzikçiler mi?" sorumuza da kızarak "Klasik müziği ya seversiniz veya sevmezsiniz. Plak şirketleri dinleyici sayısını büyütmek için birtakım yollara başvuruyorlar. Hafif müzik ve pop müzik ile sulandırılmış bir tür yaratmak istiyorlar. Ben idealistim ve bu tür tekniklere karşıyım. Yemekten anlamayan bir kişiye su katılmış yemek vermek benim prensiplerim dışındadır. Sorunuzda söylediğiniz 'asık suratlı' tabirine değiniyorum ve ben Bethooven'ın asık suratını 'hafif' klasik müziğe her zaman tercih ediyorum." demişti.

Jülide Karahan

27 Haziran 2006/Zaman

6 Haziran 2006 Salı

Geç oldu, güç oldu ama güzel oldu

Üç yıllık bir 'gelecek, geliyor, geldi' sürecinin ardından, 'ST' (Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi) kitapçı raflarına yerleşiverdi.

Bundan sonra her bahar, genç sanat tarihçilerinin çabasıyla sayfalarını açacak dergi, 'Sezer Tansuğ Sanat Vakfı' bünyesinde, Ömer Faruk Şerifoğlu'nun editörlüğünde hazırlanıyor. Vakfın kuruluşuyla ilgili hukuki süreç uzayınca ilk sayısının gün yüzüne çıkması geciken derginin yazıları da iyice demlenmiş, tavşankanı kıvamına gelmiş. Yani beklendiğine değmiş.

Ülkemizin sanat değerlerini keşfetme, değerlendirme ve yorumlamaya adanmış bir ömrün, 1998'de kaybettiğimiz Sezer Tansuğ'un anısını yaşatmak ve ondan kalan birikim ile enerjiyi çoğaltmak için yola çıkan ST, plastik sanatlar merkezli olsa da sanat tarihinin sınırlarını zorlayan bir yayın olmayı hedefliyor. "Sezer Tansuğ adını telaffuz etmeden Türkiye'de sanat tarihinden bahsetmek mümkün değil. Onun anısına bir kitap ya da albüm hazırlanır, okunur ve raflarda terk edilebilirdi; ama biz her bahar onu yeniden analım istedik." diyen Ömer Faruk Şerifoğlu, derginin, özellikle Anadolu'daki üniversitelerde, zihinleri işlek; ama kalemleri tutuk genç akademisyenleri heveslendireceğine inanıyor. Bilimsel çalışmalara sayfa sınırı gözetmeden yer veren ST, bunu yaparken akademizmin ağırlığı altında ezilmemeye ve popülizmin tuzaklarına düşmemeye özen gösteriyor. Sanat Tarihi ve Sezer Tansuğ adının iç içe geçtiği 'ST' harflerini kendine isim seçen derginin her sayısında 'Sezer Tansuğ için' başlıklı bir bölüm olacak ve Tansuğ'un daha önce hiç yayımlanmamış makalelerine, mektuplarına, notlarına ve artık klasikleşmiş metinlerine yer verilecek. Bu anlamda ST, dili kullanırken çalımları ve ironiyi seven Tansuğ'un o coşkulu üslubunun yaşatıldığı ve genç kuşaklara aktarıldığı bir mektep de sayılabilir. Ressamları "beni övüyor mu yeriyor mu anlayamadım" diye yakındıran Tansuğ; derginin taç yapraklı ilk sayısında Canan Beykal, Kaya Özsezgin, Enis Batur, Haşim Nur Gürel, Beşir Ayvazoğlu ve Turgay Gönenç'in kaleminden anlatılıyor.

Sanatın kadını, kadının sanatı

Her bahar, zihinlerimizde tam oturmamış bir kavramı kapsamlı şekilde incelemeyi hedefleyen derginin mercek altına aldığı ilk dosya konusu 'Sanat ve Kadın'. Dosya, Ahu Antmen ve Esra Aliçavuşoğlu'nun 2003 sonbaharında Canan Beykal ile yaptığı söyleşiyle açılıyor. Burcu Pelvanoğlu'nun kaleminden Hale (Salih) Asaf portresi ile devam eden dosyada Mehmet Üstünipek, Gül Sarıdikmen, Melishan Devrim ve Pelin Derviş'in çalışmaları var. Gelecek baharın dosya konusu da şimdiden belli: Türkiye'de heykel.

Sezer Tansuğ'un 1986 ile 1996 arasındaki sanatsal değişimi incelediği 'Son On Yılın Değerlendirilmesi' adlı makaleyle açılışı yapan demli metinler arasında ise Mehmet Kalpaklı, Tülün Değirmenci, Mustafa Koç, Ali Satan ve Ömer Faruk Şerifoğlu'nun kalemleri çalışmış. Sonuç olarak, ST hem ince bir zevk ürünü olan kapak ve iç tasarımı, hem de zengin içeriği ile sanat tarihi ve plastik sanatlarla ilgilenen okurların kütüphanelerinde yer alacak şık bir armağan olmuş. Ömer Faruk Şerifoğlu'nun 'yavaş yavaş acele eden' çalışma disiplini ve özverisiyle ortaya çıkan dergiyi eline alan herkes, sanırız bizim başlığa taşıdığımız sözü söylemeden edemeyecek: "Geç oldu, güç oldu, ama güzel oldu!"

Jülide Karahan

06 Haziran 2006/Zaman

21 Mayıs 2006 Pazar

Bartabas: At, soylu bir enstrüman gibidir

Dans, tiyatro, opera ve biniciliği 22 yıldır sözsüz bir öyküde birleştiren Zingaro Tiyatrosu, son masalı Battuta’yı İstanbul İstinye S Uluslararası Binicilik Merkezi’ne kurulmuş dev çadırda 25 Mayıs’a kadar anlatmaya devam ediyor. Mantığı temsil eden insanla duyguları temsil eden at arasındaki ilişkiyi farklı kültürlerden beslenerek sunan bu masala iki ayrı müzik grubu eşlik ediyor. Gösteride insanlar ve atlar hızlı; çünkü Zingaro’nun kurucusu Bartabas’a göre hayat denilen masalın kendisi hızlı.

Gerçek adı Clement Marty olan Bartabas’ın 1984’te kurduğu tiyatro, 1989’da Paris’in kuzeydoğusundaki daimi mekânı Aubervilliers’e yerleşmiş. Topluluğun 45 üyesi o gün bugündür eşleri, arkadaşları ve çocuklarıyla birlikte ‘devlet içinde devlet’ gibi yaşıyor orada. “Atlarla çalışmak bir felsefe, bir yaşam tarzı.” diyen 1957 doğumlu Bartabas’ın, Mazeppa ve Şaman isimli iki de uzun metrajlı filmi var. Gösterilerin amacının izleyiciyi kendi içinde bir keşfe çıkarmak olduğunu söyleyen Bartabas’la Zingaro’yu ve son masalını keşfe çıktık.

Atları, müziği ve tiyatroyu aynı gösteride buluşturmaya nasıl karar verdiniz?

Atlarla müziği birleştirmemin tek gerekçesi, atların dili olmaması. Atlar, duygularını kelimelerle ifade edemiyorlar; onları anlatacak tek şey müzik. Başlangıçta düşüncem, atların çalışmasını müzikle daha görünür kılmaktı. Bir metin oluşturmak söz konusu değildi. Zamanla benim bile hiç tahmin edemeyeceğim boyutlara ulaştı gösteriler.

Gençliğinizde bir kaza geçirmiş ve biniciliği bırakmak zorunda kalmış olabilir misiniz?

Evet olabilirim. Biniciydim. Yarışlara katılıyordum. Kazadan sonra yarışlara katılamadım. Ama atlardan da ayrılamazdım. Tutkuluydum. Bu çok iç açıcı bir hikâye değil aslında. Anlatmayı sevmiyorum. Ayrıca neyin neye yol açtığını söylemek de çok zor. Birçok çocuk ata biniyor; ama sonra başka işlere yöneliyor. Bu, sabırla ilgili bir şey. Herkes kendi tutkusunun peşinden gider.

Zingaro’yu nasıl yönetiyorsunuz? 22 yıl, dile kolay...

Biraz özel, değişik bir işleyişi var. Karavan, çadır ve tiyatrodan ibaret olan küçük bir köyde atlarla yaşıyoruz. Yaşamımız bir felsefeye dayanıyor aslında. Biniciler her gün iki üç saat çalışıyor. Ama herkesin kendi karavanı, ailesi ve özel yaşamı var. Birlikte yiyip içmiyoruz. Çalıştığımız yerde yaşıyoruz; ama keskin kurallarımız yok. 22 yıldır sürdüğüne göre kimse şikâyetçi değil. İnsanlara da atlara yaklaştığım gibi yaklaşıyorum. Onları üzmeden, yormadan...

Ölümünüzden sonra ne olacak?

Versailles Sarayı’nın eski ahırlarında bir binicilik akademisi kurdum. Gençler orada binicilik ve dans dersleri alıyor. Akademi, sanatın devamını sağlayacak. Özel bir kurum olduğu için o devam edebilir; ama Zingaro için aynı şeyi söyleyemem. Biter. Çünkü Zingaro’nun bir repertuarı yok. Bir koreograf gerekli. Aslında koreograf olsa da benden sonra süreceğini zannetmiyorum.

Binicilerin çocukları atlarla birlikte büyüyor, muhtemelen küçük yaşta ata binmeyi öğreniyorlar. Devam ettiremezler mi Zingaro’yu?

Zingaro öyle babadan oğula geçmiyor. Benim ailem de çocuklarım da bu işi yapmıyordu. 21 ve 17 yaşında iki oğlum var, çok iyi ata biniyorlar; ama binici değiller. Biri basketbolcu, birinin ne olacağı daha belli değil. Atlarla büyüyen her çocuk profesyonel binici olacak diyemeyiz. Ayrıca gelecekte sorun gösteriyi yapacak kişinin olmaması değil, koreograf olmaması olur.

Anlaşıldı, koreografi çok önemli. Yeni gösterileri nasıl oluşturuyorsunuz?

Bir müzisyenin beste yapması, bir kemancının kemanını kullanarak değişik sesler araması gibi... Kemancı için önemli olan keman değil o kemanla müzik yapmaktır. Benim için de at bir ifade şekli, her şeyden önce kendimi ifade etme şekli. Ama atlarla ifade edebileceğim duygular sınırlı. Sürekli yeni bir ifade biçimi bulmam gerekiyor. Önceki gösteride spritüel şeyler vardı mesela. Zingaro’da beni ilgilendiren attan öte atın insanla olan ilişkisi. Bir insanın ata davranışından insanın insana davranışına giden bir çizgi var. Onu yakalamaya çalışıyorum.

İnsanın atla ilişkisini biraz açar mısınız?

Bir atla iletişim kurarken kendi içinizdekine ulaşmaya çalışırsınız. Atlar ayna gibi, soylu bir enstrüman gibidir; sizin ona sunduğunuzun karşılığını verir. Diyalog oluşturmak, birlikte şiir yazmak gibi bir şey. Gösterilerdeki binicilik becerileri bir yana, amaç öz benliğe ulaşmak. Anın öncesi ve sonrası var. Müzik, dekor, kostüm ve binicilik ana hizmet ediyor, öncesi ve sonrasındaysa at ve insan arasındaki ilişki var. İzleyicilere insan ve at arasındaki bu bağı hissettirmek istiyorum. Bu bağ giderek karşılıklı bir tutkuya, bir başkaldırıya dönüşür zaten.

Bu başkaldırı özgürlük mü?

Özgürlük, herkese göre değişen bir kavram. Bana göre, özellikle vurguluyorum, tehlikesiz özgürlük olmaz. Günümüzde insanlar özgürlükten korkuyor. Çünkü hayatlarında hep bir şeylerin garantisini istiyorlar. Özgürlük söz konusu olunca o garanti ve güven çemberinden çıkıp, kişinin kendi sınırlarını aşması gerekir. Özgürlüğe giden yolun sonu bilinmez; her zaman risk ve tehlike doludur. Zingaro’nun tüm gösterilerinde özgürlük var ve özgürlük de asla tehlikesiz bir şey değil. Atlarla çalışıyoruz sonuçta.

Peki, Zingaro’nun atları özgür mü?

Binicilere her zaman söylediğim bir şey var: “Siz buraya kendi tercihinizle geldiniz. Ama atların tercihini bilmiyoruz. Onlar seçmediler, biz getirdik. Dolayısıyla atlara insanlara gösterdiğimizin iki katı saygı göstermeliyiz.” Her atın farklı bir karakteri vardır ve her biriyle iletişim kurmak için farklı davranış şekilleri geliştirmek gerekir.

Son gösteri Battuta hangi duyguları içeriyor?

Meydan okuma, özgürlük, tehlike, endişe ve neşe... Bir besteci bestesini ortaya koyarken bir düşünce aşamasından geçer. Ben de özgürlüğün risksiz olamayacağı düşüncesini uzun zamandır içimde tutuyordum ve sonucu Battuta oldu. Balkan çingeneleriyle çalışarak müzik adına risk aldık. Müzisyenler doğaçlama yapıyor ve müzikal açıdan tehlikeli bu. Ayrıca tüm gösteri boyunca atlar dörtnala koşuyor. Yapılacak bir yanlış hareketin geri dönüşü yok.

İzleyici tepkisi nasıl?

İzleyiciler tahminimden çok daha gürültücü. Gerçi bu zaten istediğimiz bir şeydi. Zingaro’nun diğer gösterilerinde alkış yasakken Battuta’da alkışı biz teşvik ediyoruz. Atları da çalıştırırken alkışa alıştırmıştık.

İstanbul’u nasıl değerlendiriyorsunuz? Geri döndüğünüzde Türkiye’ye dair ne kalacak aklınızda?

Gördüklerim bir şehri konuşmak için yeterli değil. Çok güzel ve baştan çıkarıcı diyebilirim; ama bunlar da orijinal cümleler olmaz. Aslında ben şehirleri insanlarıyla tanımaktan yanayım. Mimari ve tarih değil ilgimi çeken. Aklımda ne kalacağına gelince “Allahım Yarabbim ya...” lafı.

İstanbul’da güneş doğarken bir gösteri yapmak istediğinizi ve Türk müzisyenlerle çalışacağınızı duymuştum...

Evet, atım Caravaggio ile tam güneş doğarken, müzik eşliğinde bir gösteri yapmak istiyorum. Ama bu İstanbul’a özgü değil. Gittiğim her şehrin gün doğumunda yapıyorum aynı şeyi. İki Türk müzisyenle çalışmam aklınızı çelmesin. Kudsi Ergüner ve Nezih Uzel benimle diğer ülkelere de geliyor. Aslında “İstanbul’da Gündoğumu” isimli gösterinin yeri ve zamanını belirleyememiş olmamızın sebebi müzisyenlerin hâlâ gelememiş olması.

Jülide Karahan

21 Mayıs 2006/Zaman Pazar

10 Mayıs 2006 Çarşamba

Ben genç bir öykücüyüm

Refik Algan, 23 yıllık suskunluğun ardından geçtiğimiz yıl yayınladığı "Saat Kulesi, Kısa Metinler ve Hikâyeler" (YKY) adlı kitabıyla 42. Sait Faik Hikâye Ödülü'nü kazandı.

Adı kısa öyküyle özdeşleşen Algan, yenilik kaygısıyla yola çıktığını söylüyor ve kendini genç bir öykücü olarak nitelendiriyor. Her yazar gibi Sait Faik'in kendisi üzerinde hakkı olduğunu dile getiren Algan ile ödülü, kısa öykülerini ve öykücülüğümüzü konuştuk. Sözü de kısa kestik vesselâm...

Sait Faik ile gönül bağınız var mıydı? Bu ödülü almak sizin için ne ifade ediyor?

Sait Faik, ilk gençlik yıllarının vazgeçilmez hikâyecisi. Bütün Türkçe öğretmenleri gibi benimki de onun öykülerini okutmuştu bize. O yıllarda okunanların etkisi hiç silinmez bilir misiniz? Gümüş Saat çıkmaz aklımdan hiç.

Hikâyelerinizde Sait Faik'in hakkı var yani...

Türkiye'de öykü yazan herkesin, hatta her yazarın üzerinde hakkı vardır diyebilirim.

Sait Faik ödülünün çizgisinde görüyor musunuz kendinizi?

Sait Faik'in önemi, Türk hikâyesine yaptığı katkıdan ileri geliyor. Hikâye de gelişen bir edebiyat türü. Yenilik kaygısı taşıyan ve bunu birazcık başaran bir şeye ödül verilir. Ben yenilik kaygısıyla çıktım yola. Hikâyenin ufkunu genişletme kaygısı taşıyor kitabım. Başardım, başarmadım o ayrı. Çok satılabilir; ama öykünün gelişimine katkısı olmaz, neyleyim ben!

78-80'de başlayan edebiyat yolculuğunuza neden 23 yıl ara verdiniz?

İnsan denizde yüzmeyi kışın, kayak yapmayı yazın öğrenir. Çaba harcadığımız, üzerinde çok çalıştığımız şeylerden biraz uzak durunca taşlar daha sağlam oturuyor yerine. Daha uzak bir noktadan bakmayı öğreniyoruz.

Edebiyata uzaktan bakma isteği miydi tek sebep?

Edebiyata kırılmıştım. Kısa metinlerim ilk yayınlandığında hiç ilgi görmedi, çok yadırgandı, alay konusu oldu hatta. Hâlbuki dünyada zaten biliniyor ve uygulanıyordu. Neyse, araya dostlar girdi, kırgınlığım geçti, barıştık şimdi. Geçen sürede kültürel mirasımızı inceledim. Tasavvuf tarihi ve varoluşla ilgilendim. Günlükler dışında da yazıp çizmedim.

Edebiyatla barışır barışmaz art arda geldi mi metinler?

Evet, kişisel uğraşlar bitti. 24 saatimi edebiyata verebilirim şimdi.

O zaman yeni kitaplar da yoldadır...

İkinci kitap hazır. Kısa metin ve hikâyeler, hatta üçüncüsü de öyle.

Adınız kısa öyküyle anılmaya devam edecek, başka türler denemeyecek misiniz?

"Az söz er yüküdür/ Çok söz eşek yüküdür/ Bu söz sana yeter/ Eğer göğer var ise" diyor, Yunus Emre. Ama başka türler de deneyebilirim, deniyorum zaten. Aslında ben kıpkısa öykücü, öykücü ya da romancı olmaktan çok edebiyatçı olmak isterim. Yeteneğe ve ilhama inanmıyorum.

Kıpkısa öykülerinizi anlatır mısınız biraz?

Kıpkısa öykü şiirle akraba. Estetik bir düzen barındırması ve bunu göstermesi gerekir. Hesaplı kitaplıdır, arkasında çok ciddi bir teorik temel vardır. Ben bu temelin yanında rahat okunabilsin de istedim yalnız. Öykü, her şeyin başıydı aslında. Ateş yakılır, başında toplanılır, hikâyeler anlatılırdı.

Şimdi?

Şimdi ateş söndü. Televizyon açılıyor, hikâyeler dinlenmiyor.

Ateşi yeniden nasıl yakmalı?

Bilmiyorum...

Bunalım edebiyatı yapmanın anlamı yok!

"Türk edebiyatındaki en önemli sorun, kendini yazar ve şair görenlerin içinde bulundukları psikolojik durum. Uzun uzun cümlelerle kendini bulamamış metinler; öteki tarafta bunları anlamayan okuyucu, daha sonra da birbirini suçlayan okur ve yazar... Türkiye'de uzmanlık isteyen edebiyat ile popüler edebiyat ayrımı var. Edebiyat ve yazar metaya dönüşüyor. Yazdıkları da tüketim malzemesi olarak görülüyor. Yazar, ürettiğinin önüne çıkmamalı. Kendini biraz geride tutmalı. Beyoğlu'nda gezersin, durmadan sıkılırsın... Bunlar geride kaldı. Hiçlik ve yalnızlık problemlerini sosyoloji ve psikoloji çözeli yıllar oluyor. Bunalım edebiyatı yapmanın anlamı yok artık. Bunalıyorsan doktora git. Bunun bir sanat malzemesi olarak kullanılması yanlış. İhtiyar edebiyatı bu. Ben, genç bir öykücüyüm. Çünkü çoğu genç gibi yaşlı öyküler anlatmıyorum. Ben matematiksel, kuramsal yaklaşıyorum."

Jülide Karahan

10 Mayıs 2006/Zaman

6 Mayıs 2006 Cumartesi

İstanbul için erguvan vakti

İnsanın içinden güzel bir erguvan gölgesi bulup altına uzanmak, rüzgâr kuvvetlice eserse mor yağmura tutulmak, o yağmurun altında bir de şiir yazmak gelir. Yazamazsa da, Orhan Veli’nin ve nice şairlerin İstanbul şiirleri geçer aklından...

Dallı budaklı kara kuru bir ağaç, sihirli değnek değmiş gibi silme erguvan kesmişse bir sabah, vakit girmiş demektir. Artık İstanbul için vakit, erguvan vaktidir. Beklemeye gelmez; çünkü gelişleri gibi gidişleri de ansızın olur erguvanların. Bir bakmışsınız varlar, bir bakmışsınız yerlerini yeşil yapraklara bırakmışlar. Ziya Osman Saba, “Düşünceli yürürken bir yol dönemecinde/Çıkacak önümüze beyaz dallarla bahar/Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu/Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar” diye boşuna dememiş, zira erguvanlı baharlarda pek çok kimsenin
aklından çocukluğunun İstanbul'udur geçen.


İstanbul, İstanbul olalı beri erguvandır rengi. Haluk Dursun 'İstanbul'da Yaşama Sanatı' kitabında şehrin M.S. 330 yılında Constantinus tarafından kurulduğu zamanın erguvan mevsimi olduğunu hatırlatır. Surlar bitip şehrin kapıları açıldığı gün, tam da İstanbul'un pembeli morlu elbiselerini giydiği günlerden birine, 11 Mayıs'a denk gelir. Sokaklarda rutubetli duvarları süsleyen mor salkımlara, yan yana dizilmiş eski Rum evlerinin bahçelerindeki erguvan ağaçlarına bakar, dayanamaz koparıverirsiniz. Ama uzaktan öyle mi, mor küpeli erişilmez bir sevgili... Erguvan İstanbul Derneği'nin manevi kurucusu A. Süheyl Ünver, bir yazısında İstanbulluların, erguvanın tadını çıkaramadığından şöyle yakınır: “Erguvanı Boğaz'da görmeli, karadan geçip gitmek olmaz. Bu hem Boğaz'a hem erguvana hakarettir.” Ahmet Hamdi Tanpınar 'Beş Şehir'de; 'Gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa o da erguvandır.' der. Senelerdir Boğaziçi'nde Tanpınar'ın sözünü dinlemişçesine bir 'Erguvan Bayramı' kutlanır. İstanbullunun, ”Bahar oldu güzel, evde durulmaz/ Bu mevsimde erguvana doyulmaz” diyerek katıldığı şenlikleri bu yıl, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ, Ağaç AŞ ve Erguvan İstanbul Derneği düzenliyor. 29 Nisan Cumartesi günü, geciken nisan yağmurunun altında Sarıyer sırtlarına dikilen erguvan fidanları şahitliğinde başlayan şenlik, mayıs boyunca boğaz turlarıyla sürecek. Kıssadan hisse; şimdi vakit, Boğaz'ın iki yakasındaki erguvanlarla bayramlaşma vakti. Erguvanlar sabırsızca bekleşir. Dolmabahçe'de birer ikişer görünüp kaybolanlara pek bel bağlamayın, esas cemaat Yıldız Parkı girişindedir. Ortaköy'ün sosyetik birkaç mor küpelisinden sonra Kuruçeşme'ye geçince saflar halinde karşılarlar sizi. Arnavutköy'de artık işe iyiden iyiye mor salkımlar karışır. Hele Bebek'te öyle erguvanlarla rastlaşırsınız ki, semtin adına yaraşır. Aslında Rumelihisarı'na gelene kadar fazla heyecanlanmamak gerekir, zira Aşiyan ve Hisar'da takım takım, alay alay erguvan orduları üzerinize üzerinize yürür, esir alır bakışlarınızı. Bu esirlik Emirgan ve İstinye korusuna değin sürer. Rahata ancak Sarıyer sırtlarına vardığınızda kavuşursunuz. Boğaz'ın Anadolu yakasına gelince; Çubuklu Hidiv Korusu, Kanlıca tepeleri, Mihrabad Korusu ve Küçüksu Sevda Tepesi'nde tabiatın ölçülü ve muayyen programını uygulayan erguvanlar, görgüsüzlük edip fazlaca yormaz sizi. Vaniköy ve Fethi Paşa korularında öbek öbek toplaştıkları görülse de Rumelihisarı'ndaki gibi bir hücum söz konusu değildir. Paşabahçe sınırına gelindiğindeyse, “Yoklar, bittiler artık” dediğiniz anda siz, bir grup erguvanın selamıyla karşılaşır gözleriniz. Deniz tutması gibi sebeplerle Boğaziçi erguvanlarını göremeyeceğiz diye üzülenler olabilir. Avrupa yakasının 500'e yakın, Anadolu'nun ise 700'ü aşkın erguvanı sadece Boğaziçi'nde değildir. Yeter ki bayramlaşmak isteyin siz, daha makul yerlerde bekleyenleri elbet çıkar karşınıza. Sultanahmet'te Halide Edip Parkı, Topkapı Sarayı ile Aya İrini önü ve Gülhane Parkı'nda birtakım 'saraylı' erguvanlarla karşılaşmak mümkün. Onları kibirli bulursanız Fındıklı'da, Emirgan korusu girişinde, hatta Beyoğlu'nda birkaç konsolosluk bahçesinde çevre kahvelerden seyredilebilirler. Anadolu yakasında Fenerbahçe parkı ve Anadoluhisarı'ndaki Güzelce Cafe ile Fethipaşa Korusu'nda mahcup erguvanlarla kaynaşmak ise çok daha kolay. Hatta Fethipaşa Korusu'nda İBB sosyal tesislerinin güler yüzlü personeli özellikle de bir Fazlı Bey'i var ki erguvanlı sohbetlere dalmamak işten değil. Seferlere dönersek; mayıs ayı boyunca Turyol ve Erguvan Dostları Derneği işbirliği ile sıklaşan Boğaz turlarının saatleri hafta içi 13.00-14.00-15.00-16.00-17.00, hafta sonları 12.00-13.00-14.00-15.00-16.00-17.00-18.00-19.00. Eminönü, Kadıköy ve Üsküdar iskelelerinden kalkan teknelerle iki saat süren turlara katılmak için kişi başı 5 YTL ödemek yeterli. 7 yaşından küçüklere ise ücretsiz.

Jülide Karahan

6 Mayıs 2006/Zaman Cumaertesi

1 Mayıs 2006 Pazartesi

Tiyatrocu, dergisine sahip çıkmıyor

Tiyatrocular, tek tiyatro dergisi "Tiyatro... Tiyatro..."ya sahip çıkmıyor. Türkiye genelinde sadece 33 meslek insanının abone olduğu derginin yayın yönetmeni Mustafa Demirkanlı, "Onlar bizi önemsemese de biz onların ürettiklerini önemsemeye devam edeceğiz." diyor.

Türkiye'de 15 yıldır kesintisiz yayınlanan tiyatronun tek dergisi "Tiyatro... Tiyatro..."ya kendi sektörü sahip çıkmıyor. Derginin 325 abonesinin sadece 33'ü tiyatrocu. Ayda 3000 baskı yapan derginin Üstün Akmen, Orhan Alkaya, Mustafa Demirkanlı, Nihal Kuyumcu, Ahmet Levendoğlu, Ali Taygun ve A. Ertuğrul Timur'dan oluşan yayın kurulu "Her sektör kendi alanının yayınını destekler ama biz tiyatrocuların desteğini alamıyoruz. Mesleğin insanları bizi önemsemese de biz onların ürettiklerini önemsemeye devam edeceğiz." diyor. Eleştiri yazıları, oyun tanıtımları, söyleşiler ve inceleme-araştırma yazıları ile Türk tiyatro tarihinin 15 yıllık belleğini oluşturan "Tiyatro... Tiyatro...", zaman zaman kapanma tehlikesi geçirse ve kampanyalar düzenlese de tiyatroculara derdini anlatamıyor. Derginin derdini anlayan tiyatroculardan bazıları şunlar: Yıldız Kenter, Genco Erkal, Ayşe Lebriz, Efdal Gülbudak, Aliye Uzunatağan, Gülriz Sururi, Aziz Sarvan, Can Başak, Emre Kınay, Halit Ergenç.

Edebiyat alanında 220'ye yakın, plastik sanatlar alanında 10'a yakın yayın birbiriyle rekabet ederken tiyatronun sadece bir dergisi var. Derginin yayın yönetmeni Mustafa Demirkanlı, "Tiyatro gişeleri ve büyük kitabevlerinde satılan derginin fiyatı 5 YTL. Pahalı da değil. Ama tiyatro öğrencilerinin bile takip ettiğini sanmıyorum." diyor.

Geçtiğimiz aylarda "Çığlık!" isimli bir abone kampanyası başlatarak Devlet Tiyatroları oyuncularına derginin son sayısı ile yayın kurulu imzalı birer mektup gönderen "Tiyatro... Tiyatro...", 600 çağrıya 3'ü Sivas, 2'si İzmir'den sadece 5 cevap almış. "Şehir Tiyatroları'nda da durum farklı değil. Ödenekli kurum oyuncuları ve rejisörler dergi ile ilgilenmiyor. Onlar 'Theater Heute' ya da 'Play and Players' okuyorlardır diyeceğim ama 'Play and Players' kapanalı epeyi oldu." diyen Demirkanlı, dergiye sadece izleyicinin sahip çıktığını söylüyor. Kampanyaya katılanlardan Doç. Dr. Nurhan Tekerek tiyatrocuların abone olmamasını şöyle açıklıyor: "Pek çoğu memurluk yapıyor, tiyatroyu gerçekten dert edenlerin de ekonomik sorunlardan ötürü başı kalabalık. Ayrıca burada (D.T.) bizim en az iki katımız maaş alanlar var. Onlar ev, araba vs. derdinde. Bir tiyatro dergisinin yaşamasının önemini üzerinde düşündüklerini sanmıyorum."

Tiyatrocular: Bizim ayıbımız

Dergiyi takdir ettiklerini söyleyen tiyatrocular, neden düzenli almadıkları sorusunu biraz sıkıntılı yanıtlıyor. Haldun Dormen, "Abone değilim demeye utanıyorum ama değilim, bu bizim ayıbımız." derken Hadi Çaman, derginin pek çok oyuncu tarafından bilinmediğini ve meraklısının az olduğunu söyleyerek, "Meseleyi tiyatroculara indirgememek lazım. Halk da tiyatroyla ilgilenmediği gibi tiyatro yazılarını okumuyor." diyor. Her sayıyı beğenerek okuduğunu söyleyen Mustafa Avkıran, "Derginin nasıl zorluklarla çıktığını hiç düşünmüyoruz. Abone olmayan biri olarak bunu söylemek bana düşmez ama abone olunmalı. Sonuçta bir tane dergimiz var." diyor. Almakla okumanın aynı şey olmadığına dikkat çeken Gencay Gürün, dergiyi düzenli takip etmesine rağmen aboneliği hiç düşünmemiş olmasını şöyle açıklıyor: "Abonesinizdir, dergi gelir, çöpe atarsınız. Ama zaten bir tanecik dergimiz var. Konu onun yaşamının tehlikeye girmesiyse abone olmalıyız." Derginin genelde oyun eleştirilerine yer verdiğini, bu nedenle seyirciler tarafından tercih edildiğini söyleyen Nurullah Tuncer, "Tüketici olan onlar. Biz zaten olayın içindeyiz. Tiyatro izleyicisi ne olup bittiğini öğrenmek, gideceği oyunları seçmek için okuyor." diyor.

Jülide Karahan

01 Mayıs 2006/Zaman

3 Nisan 2006 Pazartesi

Bitmek bilmeyen savaşlar 'afişe' oldu

"Kolayca alev alabilir" anlamına gelen "Flammable" kelimesi Beyoğlu'nda gayet şık bir galerinin camında, üstelik bir alev resmiyle birlikte yazılmış duruyorsa içeride neler olduğunu merak etmez misiniz? Bir galerinin içinde ne olabilir ki...

Ortadoğu'dakileri aratmayacak patlamalar mesela; ama fikir bazında. Buradaki olay; kışkırtıcı afişlerle sosyal adaletsizliklere ve siyasal sorunlara dair mesajlar veren tasarımcı Yossi Lebel'in "Patlayıcı Fikirler" isimli sergisi. Adı geçen mekan ise Garanti Galeri.

17 poster ve 2 video çalışmasıyla İsrail-Filistin sorununu, Kosova'yı ve Çernobil'i irdeleyen sanatçı, "Amacım problemleri ortaya çıkarmak." diyor. Afişlerin ilettiği mesajlar, malzemelerin basitliğine karşın oldukça ağır ve keskin. İsrail-Filistin arasındaki barışın umutsuzluğunu, barışı narin bir canlı olarak ele alarak cam bir kavanoz içindeki ölü beyaz güvercin ile ya da bilekten kesik tokalaşan iki el ile anlatan sanatçı, "İsrail 2005" adlı afişte ise Davud Yıldızı'nı oluşturan eli silahlı askerleri sürekli savaş halindeki ülkeyi ve bitmeyen şiddeti sınırsız kısırdöngü içinde betimliyor. İsrail Hava Kuvvetleri'nden bir uçağı ürkütücü hayvanlar arasına yerleştiren Lemel, bir afişinde savaşın bölgede doğal hale geldiğine ve İsrail jet pilotunun tehlikeli bir tür olduğuna gönderme yaparken bir diğerinde ters dönmüş bir kaplumbağa ile Birleşmiş Milletler'in Bosna'daki çatışmaları engellemekte nasıl etkisiz kaldığına değiniyor.

Katıldığı uluslararası afiş yarışmalarında birçok ödül kazanan 1957 Kudüs doğumlu sanatçı; insanlar tepki vermeyip, sessizce dinledikleri zaman kendini başarısız buluyor. "Tartışmalı konularda benimle aynı görüşte olabilirler ya da olmayabilirler; ama ilgisiz kalmasınlar. İlgisiz kalırlarsa başarısız hissederim kendimi." diyen Yossi Lebel, bazen olağanüstü bir şey olabilir ve insanlar bir afiş kampanyası sonucunda eyleme geçebilir umudunu taşıyor sürekli. "İsrail'de politik olayların yoğunluğu o kadar güçlü ki, kendimi sürekli İsrailliler ile Filistinliler arasında bitip tükenmeyen savaşa ilişkin posterler düşünürken buluyorum. Azap çeken bu iki ulus arasındaki kaotik ilişkiyi durmadan kaşıyan görsel ve yazılı basın dünyası da bana ilham veriyor." diyen sanatçı mizahın gücüne de sonuna kadar inanıyor. Çalışmalarında "daha az daha çoktur" prensibine bağlı kalan sanatçı, basitleştirdikçe gerçekleşmesi zorlaşsa, şifrenin kırılma süreci uzun ve yorucu olsa da toplumun kendinden memnun halini balon gibi patlatmak için elinden geleni yapıyor. Camdaki uyarıyı dikkate almayıp sergiyi gezmeye niyetlenirseniz 13 Mayıs'a kadar vaktiniz var.

Jülide Karahan

03 Nisan 2006/Zaman

1 Nisan 2006 Cumartesi

Kırk yıllık hatırın yeri, Sade Kahve

Beklemenin hoşa gideceği hiç akla gelir miydi? Açık havada, aç karnına ve mis kokulu gözlemeler arasında üstelik...

Rumelihisarı'ndaki Sade Kahve, bu bekleme zamanlarında bile mutlu ediyor misafirlerini. Boş masadaki çatal bıçağa; Pablo Neruda, Melih Cevdet Anday, Özdemir Asaf, Nazım Hikmet, Orhan Veli ve Edip Cansever'in şiirleri eşlik ediyor. Beklediğiniz lezzetleri unutup Melih Cevdet Anday'ın "Maviyi anlarsın/ Denizi anlarsın/ Mavi denizi/ Zor anlarsın…" dizelerinin peşinden Boğaz'ın mavi denizini anlamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Böylece dalıp gitmişken neşeli bir garsonun getirdiği çayla Orhan Veli'nin "Çayın rengi ne kadar güzel,/ Sabah sabah,/ Açık havada!/ Hava ne kadar güzel!/ Çay ne kadar güzel!" mısraları dadanıyor çayınıza.

Rumelihisarı'nda, 1820 tarihi kadar eski bir Osmanlı konağının bahçesinde, çay-kahve-sohbet üçgeni Sade Kahve. Surların tarihine inat; "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine" diyerek neşenize neşe katıyor günün her saatinde, yılın her mevsiminde. Baharı yazı geçtik, kışın yağmurunda-karında uzatsanız ıslanacakken eliniz, masaların altındaki közlü mangallar izin vermiyor üşümenize. Mekân adını, kırk yıllık hatırın hakkını verecek şekilde bakır kaplı cezveler içinde mangal külünde pişen kahvesinden alıyor. Yoksa öyle 'sade'cik değil, aksine tam bir ayrıntılar cenneti. Meselaların birini, at arabasının içinde sıkılmayı bekleyen portakallar oluşturuyor. "Bana bunu sıkar mısınız?" deseniz emin olun kırmaz sizi kimse. "Çayımı kahvemi alır, Boğaz'ın mavisini yararak geçen gemilere bakar, eşimin dostumun sohbetini bile duymaz olurum dalganın sesinden..." diyorsanız yanılıyorsunuz. Sade Kahve izin vermez bu kadarına, ilginizi çekmek için yapar türlü numara. Tam siz seyre dalacakken kimi zaman alakasızca bir balkabağıdır gözünüze ilişen, kimi zaman eskimiş bakır bir havan. Bir garson ayaklarınız üşümesin diye masanızın altındaki közleri yenilemeye ya da kestane ve mısır ikram etmeye gelir. Başınızı kaldırırsınız bir an, niyetiniz hemen manzaraya geri dönmektir belki; ama artık çok geçtir. Önce direklere asılı dünya şehirlerinin tabelaları ödünç alır bakışınızı, sonra az ilerideki reçel kavanozları... Bir tadına baksam şunların diye iç geçirmeye başlar, tatlarına bakmadan da rahata kavuşamazsınız. Yapıldığında "Oduncubaşısı Konağı" diye anılan, sonraları mekânın sahibi Recep Aral'ın Paşa dedesi tarafından satın alınarak adı "Aral Yalısı" olarak değişen konak, denizin 3 metre bilemediniz 5 metre uzağında. Elinizi uzatsanız parmaklarınız suya değecek derler ya öyle işte.

"Bu kadar mı?" sorusunun cevabının hiçbir zaman "evet" olmayacağı Sade Kahve'de neredeyse her gün var bayramlık bir mesele. Dünya Tiyatro Günü'nü kutladı en son tüm misafirleriyle. Bütün masalara 2006 Ulusal Tiyatro Bildirisi yerleştirildi. 23 Nisan'larda çocuklara geleneksel kıyafetli macuncu bulup macun dağıtan, Cumhuriyet Bayramları’nda tâk kuran mekânın sahibi, elinden gelse daha neler yapacak kimbilir... Yakın zamanda kola yerine eski şerbetlerle karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Tulum peynirini Erzincan'dan, kaşarı Kars'tan, beyaz peyniri Ezine'den gelen Sade Kahve'nin küçücük bakır tavalardaki menemenini tatmadıysanız da artık İstanbul'da yaşamayın. Kahveye zaten laf yok, ya çayın lezzetine ne demeli? "Kaynak suyu kullanıyoruz da ondan" diyerek sırrını paylaşan Recep Aral bir de anısını anlatıyor: "Günün birinde çay tiryakileriyle ünlü Erzurum'dan bir misafir uğradı kahveye. Bir bardak çay ikram edip sorduk fikrini."Eyi, çok eyi" dedi, bizim de içimiz rahat etti." "Evimde dostları nasıl ağırlıyorsam burada da öyle. Dost meclisi genişledi sadece." diyen Aral, eskiye duyduğu özlemden olacak, yalnız yemekleri değil yaşamı da geleneksel hale getirmiş kahvesinde. Bahçedeki türlü yeşillik ve aksesuardan kalan yerlere yerleşen yazlık sinema sandalyelerinin her birinde bir tiyatrocunun adının yazması Sade Kahve'nin sanat kardeşliği örneklerinden sadece biri. Mekân, bahçenin bir köşesindeki naçizane kütüphanesi ile edebiyata da uzatıyor elini. Kitapları alın, karıştırın, okuyun, evinize götürün kimse karışmaz orada size. Nasıl yani diye sorduğumuzda, "Oluyor oluyor, üstelik burası kitap doğuruyor, bir kitapla giden iki kitapla dönüyor." diyor Recep Aral. Sanat kardeşliği; konağın taşlığı ve kahvenin kapalı mekânı olan birinci katta sürüyor tüm telaşıyla. Genç ressamların sergilerinin biri kapanıyor, diğeri açılıyor; duvarlar hiç boş kalmıyor, mekânın hiç boş kalmaması gibi... Konağı dışarıdan görünce ne kadar eskimiş diye üzülüp yıkılacağından korkabilirsiniz; ama merak etmeyin, her şey yolunda, bir şey olmaz ona. Yapılırken "göze, yangına, hırsızlığa" karşı yazılmış bir duası durur başköşesinde daima.

Jülide Karahan

1 Nisan 2006/Zaman Cumaertesi

23 Mart 2006 Perşembe

"Bize de derler 51'li"

Türk resminin Güzel Sanatlar Akademisi'nden 1951'de mezun olan beş ustası; Şadan Bezeyiş, Adnan Çoker, Turan Erol, Abdurrahman Öztoprak ve Orhan Peker'in eserleri, '1951 Mezunları/Çağdaşlar' sergisinde bir araya getirildi.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nden (şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi) 1951'de mezun olan Türk resminin beş büyük ustası; Şadan Bezeyiş, Adnan Çoker, Turan Erol, Abdurrahman Öztoprak ve Orhan Peker'in eserleri ilk kez bir araya geldi. İş Sanat Kibele Galerisi'ndeki "1951 Mezunları/Çağdaşlar Sergisi" ressamların ilk ve son dönemlerinden oluşan 90 eserini görücüye çıkardı. Günseli İnal'ın küratörlüğünü yaptığı sergi, beş arkadaşın eserlerini ilk defa yan yana görme fırsatını sunadursun biz de onlarla akademi, resim ve çağdaşlık ekseninde gidip gelen bir sohbete tanıklık ettik. Ancak Abdurrahman Öztürk rahatsızlığı nedeniyle, Orhan Peker de 1979'da vefat etmiş olduğu için aramızda bulunamadı.

Savaş dönemine denk gelen akademi yıllarında farklı atölyelerde çalışsalar da hep birlikteymiş bu beş usta. Rekabet elbette varmış, ama tatlıymış. Resmin toplum tarafından kabul görmediği zamanlarda dünya başka bir savaştan geçerken, onlar kendilerince bir savaş vermişler. Adnan Çoker, dönemi "Savaş yeni bitmiş, hiçbir şey yok. Bakkallardan topladığımız boş şeker çuvalları tuvallerimiz..." diye anlatıyor. Hepsinin unutamadığı anı ise 1 Nisan 1948'de akademide çıkan yangın. Bu günü hep bir ağızdan şöyle özetliyor ustalar: "Dersler bitmişti, evlere doğru yol alıyorduk. Siren ve bağırış sesleri sardı etrafı. O ânı en iyi öğretmenlerimizin 'Mazimiz yanıyor çocuklar...' sözleri açıklar. Daha üstüne ne diyelim ki."

Kalan binalarda eğitim, zaten az olan kitaplar da yangında yok olunca iyiden iyiye zorlaşmış. Müdür Zeki Faik İzer, kampanya başlatmış, biraz kitap alınmış, hatta Louvre Müzesi, kopyalarını yapmamak şartıyla 170 heykel göndermiş. Turan Erol bu durumu "Ne malzeme, ne kitap, ne röprodüksiyon var. Dünya sanatından 50 yıl geride kalmışız. Türk resmini çağdaş düzeye getirelim istiyoruz, ama nasıl bilmiyoruz." diye açıklarken sözü alan Adnan Çoker, "Picasso 'Araştırmıyorum, buluyorum.' demiş; ama o Picasso, bizim araştırmamız lazımdı. O zamanlar saçlarımız siyahtı, bedenimiz genç. Ruh doğduğunda bedenden ihtiyardır, beden ruhu gençleştirmek için uğraşır, bir de bakar kendi yaşlanmış." diyor.

'Gelelim aranızdaki tatlı rekabete' dediğimizde çağdaş fırçalar, lafı birbirlerine atıyor. "Turan, münazarayı anlat" diye atılıyor Çoker. "Sen anlat, baksana unutmamışsın." oluyor Turan Erol'un cevabı. Münazara modaymış o zamanlar ve senede 3 kez yapılırmış. Etkileri de diğer münazaraya dek sürermiş. Bunların birinde konu "Sanata üstatlar yoluyla mı, tabiat yoluyla mı gidilir?" imiş. Hikayeyi uzatmayalım, Turan'lar galip gelmiş. 'Peki akademinin şimdiki eğitim durumu' dediğimizde, ekibin cevabı "Durup dururken kızdırmayalım hocaları." oluyor. "Biz bu işe baş koymuştuk. Kızlarla falan işimiz olmazdı. Atölyelerden çıkmazdık. Sanat bizim için öğrencilikten sonra başladı. Şimdiki öğrenciler maşallah pek hızlı." ise bu konuda duyduğumuz diğer cümleler.

Türk resminin tarihine yolculuk

1950 sonrası estetik dinamiklerin temellendirilmesini sağlayan sergide Turan Erol'un duygusal peyzajları, özellikle de iki büyük Ağrı Dağı tablosu ve Orhan Peker'in soyut somut gidiş gelişleri arasında kalan Aliye Berger portresi dikkat çekici. Mekanda ilerledikçe Abdurrahman Öztoprak'ın geometrik keskin çizgileri, Adnan Çoker'in siyah hakimiyeti ve Şadan Bezeyiş'in renk denemeleri arasındaki kırmızılı-lacivertli dinamik formları karşılıyor izleyeni. Serginin küratörü Günseli İnal, amacının popüler kültür tahribatına karşı resmin köklerine, en azından yakın tarihine inebilmek olduğunu söylüyor: "1950 sonrası yenilenme süreçlerinde yaşanan büyük dünya savaşlarını belleklerden silmek, savaşlarda ve savaş sonrası yıkımı onarabilmek ve değişen zaman mekan kavramını algılayabilmek için yüzyılın ikinci yarısını çok iyi okumak lazım." Beş ustanın çağdaş olduklarına ama modern olmadıklarına dikkat çeken İnal, "Çağdaş nedir, modern nedir?" sorusunu tartışmaya açıyor. Sergi, 29 Nisan'a kadar açık kalacak.

Jülide Karahan

23 Mart 2006/Zaman

12 Mart 2006 Pazar

Cemil Meriç 90 yaşında

"Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla... Ben kalemle doğmuşum." diyen yazar ve düşünür Cemil Meriç'in dostlarıyla okurları, önceki akşam onun 90. doğum yılını kutlamak üzere bir araya geldi.

Akşamın geç saatlerinde Atatürk Kültür Merkezi Küçük Salon'daki toplantının bir sebebi de Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'nün hazırladığı Cemil Meriç kitabının tanıtımıydı. 1955'te yazdığı Jurnal'de "Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları..." diyen Cemil Meriç haklı çıktı. Kitap, bu kıymetli şişeyi aşina ellere ulaştıracak dalgalardan biri.

12 Aralık 1916'da Hatay Reyhanlı'da doğan, 1955'te gözlerindeki miyobunun artması sonucu gün ışığına hasret kalan ve 13 Haziran 1987'de aramızdan ayrılan Meriç'in "Pandoranın kutusundaki tek tesellim" dediği kızı Ümit Meriç anlattı babasını önce. "Ömrü boyunca yalnız kalan bu insan, ölümünden sonra her geçen gün daha çok kişiye ulaşıyor, daha çok kalabalıklaşıyor babamın etrafı." diyen Ümit Meriç, bütün olup biteni "ama süzgeci"nden geçiren babası için "O, sahiden öldü mü?" diye sorduğunda, salondaki kalabalığın aklına Üstad'ın "Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun; kağıda yani ebediyete. Zavallı çocuk bilmiyorsun ki ebediyet sümüklü böceğin izleri kadar aldatıcı." cümleleri düştü. Ümit Meriç sorusunun cevabını, "Hiç zannetmem. Bu gece burada. Daha önce buradaki insanların evlerindeydi. Yarın bu insanların evlerinde olacak. Bir abajurun altında, bir masa lambasının ışığında kendini okumaya devam edecek babam." sözleri, Üstad'ın zamanı saçlarından yakalamış olduğunu gösterdi. Ümit Meriç'ten sonra "Kitleleri hem kendine hayran bırakan, hem kızdıran Cemil Meriç irfanlıdır." diyerek İlber Ortaylı aldı sözü. "Dünyayı göremeyen, yerinden kıpırdayamayan, ama kütüphanesindeki kitapları ezbere bilen bu bilge kişiye beni yabancılaşmaktan kurtardığı için teşekkür ediyorum." diyen Ortaylı'yı Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa İsen'in konuşması takip etti. Nereden geldiği bilinmeyen kuşlara benzer kelimeler zaten salonu doldurmuştu, ama her zamanki gibi bulutlara güven olmadı ve Cemil Meriç Belgeseli'nin gösterilmesinin ardından başlayan sağanak, Ruhi Ayangil yönetimindeki Klasik Türk Müziği konseri boyunca devam etti.

Kültür Bakanlığı'ndan armağan kitap

Murat Yılmaz'ın yayına hazırladığı Cemil Meriç kitabında; Üstad'ın hayatı, ilk yazısı, fikirleri, lisanı, şiiri, sohbeti, eserleri ve kaynakçası dostlarının ve sevenlerinin kaleminden anlatılıyor. Mahmut Ali Meriç, Ümit Meriç ve Mehmet Can Doğan arşivlerinden alınan fotoğraflar ve Meriç'in kendi el yazısıyla tuttuğu notlarla zenginleşen anı kitap, onun ardından söylenen ve yazılan kısa metinlerle sona eriyor. Meriç'in 1928'de Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıkan ilk yazısının yanı sıra yazarın kaleminden çıkmış mektuplara ve şiirlere de birer bölüm ayrılmış kitapta. Cemil Meriç bir taraftan "Şiir bir iman sanatıdır.", diğer taraftan "Şiir gerçeği çarpıtmadır." diyerek ikilemde kalsa da bir dönem şiir yazmaktan geri durmamış. Meriç'in eserlerinden sıkça alıntı yapan kitap, onun aklının Avrupa'da, gönlünün Asya'da olduğunu bir kez daha gösteriyor okurlarına. "Konya yolculuklarımda (1966-67) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası, yani kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli 'sen bizden değilsin' dedi. Sen bizden değilsin. Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi... Avrupa'yı tanımamak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?" Onun "Mağaradakiler"de sorduğu bu sorunun cevabı bir yana... Pek çok farklı ismin tahlilini içeren kitapta, Murat Beyazyüz ve Erol Göka'nın Meriç'in "Kronoloji: Aptalların tarihi..." sözünü hatırlatarak ve sıkça özür dileyerek yazdıkları alışılmadık psikobiyografi dikkat çekiyor.

Jülide Karahan

12 Mart 2006/Zaman