2 Ağustos 2008 Cumartesi

Unkapanı'nın içinde sergi var!

Unkapanı İMÇ’de açılan ‘bağımsız sanat inisiyatifi’ 5533, dördüncü sergisini ağırlıyor. Mekânın kurucuları Marcus Graf, Volkan Aslan ve Nancy Atakan. 5533, devletin katılmadığı, tüm etkinliğin büyük firmalar tarafından yürütüldüğü güncel sanat ortamını dengelemek uğruna bir gayret.


Küçük, bağımsız, fakir, mutlu ve artık uluslararası bir mekan Unkapanı İMÇ’deki 5533. Şu sıralar 4. sergileri ‘Miguel Rothschild Plays Miguel Rothschild’ başlıklı video programını buluşturuyorlar izleyiciyle. Kim bilir daha kimleri ve neleri buluşturacaklar...
Adını 5. Blok’taki kapı numarasından alan 5533’ün kurucuları Marcus Graf, Volkan Aslan ve Nancy Atakan. Üçü de Türkiye sanat ortamındaki endüstrileşmeyi es geçip bağımsız işler yapmak isteyenlerden. Öyle büyük büyük sözlerin yer aldığı manifestoları yok ama bu, konunun konuyu açtığı bir söyleşi yapıp çetrefilli alanlara girmemize hiç de engel değil...

Altı ay önce uçan daire gibi indiniz İMÇ’ye. Nasıl, herkes birbirine alıştı mı?
Marcus Graf: Esnaf ve seyirci 10. İstanbul Bienalinden alışkındı zaten. Ama yine de şaşırmıyor değiller. Şaşırtmak iyi, korkutmak kötü. Şaşırtmaya ve hafif hafif etkilemeye çalışıyoruz. Ama bizim ‘dünyayı ve İMÇ’yi değiştirelim, insanları eğitelim’ gibi bir misyonumuz yok.
Nancy Atakan: Bienalden sonra bir anket çalışması yapmıştık. Öğrendik ki insanlar memnun. Anlamadılar ama memnunlar. Kimse ‘bu ne saçma şey, bir daha gelmesin...’ demedi.

5533 gibi bir mekan hepinizin zaten hayali miydi? Yoksa tesadüflerle mi hayata karıştı?
NA: Aklımda her zaman böyle bir yer açmak vardı. Burasının olabileceğini, merkezin dışında diye düşünmemiştim hiç. 10. İstanbul Bienaliyle bu önyargım kırıldı ve aile yadigarı mekanı değerlendirmeye karar verdim.

Çaycı Nuri’nin küratörlüğündeki Vitrin sergisi epey konuşulmuştu. Bu uygulama devam edecek mi?
NA: Evet. Aralıkta bir Vitrin sergisi daha olacak. Seçici yine esnaftan. Kim olacağı belli değil daha, ama manifaturacı olan yan komşu çok hevesli.

Epey gezen oluyor mu sergileri?
VA: İlk zamanlar merak edip gelen çoktu. Hatta Çaycı Nuri sayesinde çok popüler de olduk. Gazete ve televizyonlar atladı hemen.

Çaycı Nuri bir halkla ilişkiler çalışması mıydı?
MG: Öyle düşünen çok oldu. O niyetle yola çıkmış olsaydık çok başarılı olacakmışız demek. Ama bu, bizim için doğal bir süreçti. Esnafla iletişim kuralım istedik sadece.

Esnaf tamam. Peki ya genel sanat izleyicisi?
VA: İzleyici için burayı konumlandırmak çok zor. Kavramlar uçuşuyor. Off space mi, open space mi, inisiyatif mi pek anlaşılmıyor.

Nesiniz hakikaten?
VA: Ticari amaç gütmeyen bir sanat mekanı.
MG: Bence bir inisiyatif. Bağımsız sanat merkezi de diyebiliriz ama merkez için pek ufak. Aslında üçümüz de güncel sanatla ilgileniyor, toplumun ve kültür alanının aktif bir parçası olmak istiyoruz. Dahası olmaya mecburuz. Çünkü biz yapmazsak kimse yapmaz. Derdimiz bu.

Sanatın politik iktidar ve piyasayla kurduğu çetrefil ve sabıkalı ilişkinin neresinde duruyorsunuz bu durumda?
MG: Şöyle anlatayım... Sağlıklı ve güçlü bir sanat ortamının üç tane ana oyuncusu vardır. Devlet, özel sanat kurumları ve bağımsız sivil inisiyatifler. Türkiye’deki üçgende devlet çok zayıf. Ortam özel kurumların elinde. Güç onlarda olduğu için onlara karşı bir korku da gelişmiş. Dengesizlik var. Denge sivil inisiyatiflerle kurulabilir ancak.

Siz o korkuyu geliştiren tarafta da bulundunuz uzun süre...
MG: Evet. 2003- 2007 yıllarında Siemens Sanat’ta yoğun bir tempoda çalıştım. 14 sergi yaptım, 100’den fazla sanatçıyla çalıştım.

Bağımsız insiyatifler pek çok kimse için başlangıç noktası sayılabilir mi?
MG: Tabii ki. Pek çok kişi büyük galeri ve resmi kurumlarla çalışmadan önce buralarda çalışıyor. Böyle bir mekanın özgürlüğü farklı.

Siemens Sanat’tan neden ayrıldınız?
MG: Bir sorun yoktu. Ama kurum kimliğiyle ben bütünleşmeye başlamıştım. Oradan emekli olmak istemedim. Hem bana, hem kuruma yeni bir kan gerekliydi. Bir kurum ile çalıştığınızda çok şey öğreniyorsunuz ama yönetime uymak gerekiyor. Avantajı da dezavantajı da var. Dezavantaj, bu kurumların çok büyük ve hantal olması. Avantaj ise bütçeleme, zamanlama, pazarlama gibi konularda tecrübe kazanmak.

Sansür oluyor mu?
MG: O her yerde var. Burada da... Bulunduğunuz mekanda varolan mevcut kurallara göre oynayacaksınız oyunu. Kuralları aşmaya, esnetmeye çalışabilirsiniz ama bir anda höt diye ‘biz gelip kıracağız’ olmaz. Centilmenlik anlaşmasında aşırı siyaset, yani propaganda ve pornografi siyah beyaz. İMÇ’de de pornografi gösteremeyiz. Zaten muhafazakar bir mekan, toplumsal tabaka belli. Bunu belki evinizde bile yapamazsınız. Hafif hafif aşılıyor ama birden olmaz.

Şirketler isimlerinin sanatla anılmasını istiyor ve sanatı destekliyor. Sanatçılar da üretimlerini sergilemek... Bu durumda, alan ve satanın memnun olması gerekmez mi?
MG: Bu şirketler çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Hepsi kapılarını kapatsa ne yapacağız? Borusan kapandı, böyle kaldık. Devlet yok olursa, kurumlar yok olursa, inisiyatifler nereye kadar... 5533 için de sponsor arıyoruz mesela. Sponsorsuz; benim paramla, onun parasıyla olmaz. Devlette sergi açmayın, kurumda açmayın, oturup köşeye ağlayın. Olmaz ki. Kenara çekilmek ve şikayet etmek yanlış.

O meşhur ‘sanat sonunda halka indi’ cümlesi 5533 için de kuruldu. Bu nasıl bir istek ve sonuç?
NA: Orada kastedilen sanatın merkezden çevreye geçmesi.
MG: O kadar basit olsaydı; sanat, 50-60 senedir halkın bir parçası olurdu. Bu çaba 80’lerden beri epey hızlandı. Bazıları kötü niyetli olarak bunu bir halkla ilişkiler faaliyeti ya da şehri pazarlama aracı olarak kullanıyor. Bütün kurumlar, büyüklü küçüklü, sanatı halka indirmeye çalışıyor. Çünkü sanat, toplumla ilişki kurmak ve toplumun bir parçası olmak istiyor. Ama ‘inmek’ yanlış bir kullanım. İndirirsek popülerleştiriyor, kolaylaştırıp sığlaştırıyoruz. Çiçek böcek meseleleri... Ben istiyorum ki sanat halka inmesin, halk sanata yükselsin. Neden insanlar sanatla ilgilenmiyor? Çünkü erken yaşlarda doğru düzgün bir sanat eğitimi verilmiyor. Bu kuşaklar hep kayıp.

Güncel sanat, hayatın içinde olmayı bu kadar dert edindiği halde neden uzak kalıyor?
MG: Aslında çok basit bir açıklaması var bunun. Güncel sanat bir uzmanlık alanı. İçinde karmaşık terimler var. Aynı şey matematik için de geçerli. Çözemeseniz de saygı duyarsınız. Güncel sanat da öyle. Terimleri, yaklaşımları ve referansları var. Bu referanslar tabii ki hayatla ilgili. Ama içe dönük ve sanatsal biçimde. Bu referansları bilmeden çözmek çok güç.

Matematiğin ‘hayatın içinde olayım’ diye bir kaygısı yok ki...
MG: Biz herkes güncel sanatla ilgilensin demiyoruz. Ama insanlara bir şans vermek lazım. Talep beklersek daha çok bekleriz. Bu yüzden kendi ziyaretçilerimizi yetiştirmemiz gerekiyor. 2001’de Türkiye’ye geldiğimde hiçbir şey yoktu. Müze, galeri, inisiyatif... Hiç. Son 6-7 senede müthiş şeyler oldu. Gelişme ve istek var. Yavaş yavaş. İnsanların kafasında bir ‘tık’ oluyor. Bir çentik. Bunu yapmalıyız en azından. Bienal, kurumlar, sivil inisiyatifler ile dergi ve gazeteler çok önemli.

Artık sanattan kaçamaz mıyız yani?
MG: Kaçamayız. 1980’lerde inanılmaz yatırımlar oldu. Mesela Almanya’da beş sene içinde 200 müze açıldı. Türkiye de şimdi öyle bir durumda. Sanatla ilgileniliyor. Altında başka bir yönelim yoksa çok güzel bu. Ben kendi adıma politik göndermeli işlerden nefret ediyorum. Baktım, anladım, öğrendim. Eeee... Sanat eseri çok katmanlı ve toplumsal olmalı; siyasal da olabilir ama bir yandan da bireysel olup referans vermeli. Şaşırmalı ve anlayamamalıyız ki, ‘tamam’ deyip bir kenara koymayalım, üzerine gidip anlamaya çalışalım.


Jülide Karahan

02.08.2008/Radikal


Hiç yorum yok: