On İspanyol fotoğrafçının yapıtlarından oluşan “Kuşaklararası Geçişler”, edebiyata fırsat vermeyen bir sergi. Herhangi bir alıntı, espri ya da geyik yaptırmıyor insana. Boşluksuz, dopdolu. Tek tek değil ama bütün olarak düşünüldüğünde; fotoğrafların hikâyeleri öyle güçlü ki, bazıları yalan bile olsa; bile bile lades…
Şubat ayı boyunca Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde izlenen sergi, güvenlik aşılıp salona girildiği an itibariyle çekip çevirmiyor aslında izleyiciyi. Karşılaşılan ilk fotoğraflar, Cristóbal Hara’nın gerçeklikle kurgu arasındaki belirsiz çizgiyi temelli yok saydığı son dönem renkli kareleri. Uzun yıllar Henri Cartier Bresson’un ‘karar anı’ doğrultusunda siyah beyaz belgesel kareler çeken sanatçının renkleri keşfetmesi karşısındaki heyecanından olsa gerek bu…
Ama merdivenlerin ilk basamağından itibaren, alt katta değişik bir dünyanın bekliyor olduğu hissediliyor hemen. Bu hissi daha ilk kareden veren, sanatçı olarak Ouka Leele adını kullanan Bárbara Allende Gil’in yarı resim yarı fotoğraf yapıtları. Karşılaşılan ilk fotoğrafın ismi bile durumu anlatmak için yeterli: “Nereye gidiyorsun aşkım, bardaktaki havayla ve cam levhada denizle, aşkım?” 1987’de çekilmiş/boyanmış bu fotoğraf/resim; üzerine arılar konmuş bir yürek, dengesini kaybetmiş bir bardak, pembeli ve masasız bir masa örtüsü ile fondaki köy evlerinden ibaret. Dünya, renk, kompozisyon, ışık; her biri şaşırtıyor insanı. Salvador Dali’nin resimlerini andıran fotoğraflarda nesneleri insanlaştıran ve günlük yaşamı şiirleştiren rüyamsı görüntüler çoğunlukta.
Ve film kopar…
Pek çok fotoğraf sever, henüz, tatmin olmamış olabilir. Ama film, birazdan, bir dizi kocaman siyah beyaz belgesel kare karşısında kopar. Bunlar; Cristina Garcia Rodero’nun 1973’ten itibaren 15 yıl üzerinde çalıştığı ve İspanya’daki festival, gelenek ve ritüelleri konu ettiği ‘Gizlenen İspanya’ serisindeki fotoğraflar…
Rodero’nun elinde kamerası tüm ülkeyi dolaşarak kaybolmaya yüz tutmuş şenlik ve ayinleri belgelediği fotoğraflardan oluşan küçük ama dev seçki, izleyiciyi; geçmiş ile derin ve karanlık İspanya’ya götürüyor adeta. Bu görüntüler arasında insanlar, ifadeler, aksesuarlar, ayinler, endişeler, korkular, hikâyeler, ışıklı gölgeler ve daha neler neler... İlmeği kaçmış kazak gibi sökülmekteler. Duvar kenarına çökmüş beyaz elbiseli ve takma kanatlı beş küçük kız; ağlayan, gülen, şaşıran, merak eden ve kayıtsız kalan sayısız sevimli ifadeyle gerçek olamayacak kadar gerçek.
Sergide; “O sadece bir fotoğrafçı ya da görsel bir şair ya da birdenbire ortaya çıkan bir yeni-kavramsalcı ya da uluslararası alanda önde gelen bir figür değil…” değerlendirmesiyle sınıflandırılamaz bir sanatçı olarak sunulan Chema Madoz’un yapıtları da epey dikkat çekici. Kendisini bir nesne yontucusu olarak gören sanatçının mazgala dizdiği tabaklar, kafese hapsettiği bulut, aynaya çıkardığı merdiven ve iğneyle dizdiği su damlaları gerçekten etkileyici. Madoz’un günlük nesneler üzerinde yaptığı muzip değişiklikler, hoş garipliklerle birlikte komik benzerliklerin zevkini de tattırıyor izleyiciye.
Birkaç saat
Sergiyi hakkıyla gezmek için birkaç saat gerektiği çoktan anlaşıldı. Sırada Bleda & Rosa’nın “Savaş Alanları” serisinden bir seçki var. Geçmişi geri getiren bu çalışma; ekin, zeytinlik, kayalık, fundalık ve çalılık fotoğraflarından ibaret. Etraf soğuk, sessiz ve kıpırtısız. Geçmişte bu yerlerde büyük savaşlar yapıldığı düşünüldüğünde hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı hissediliyor, üstelik ürpertiyle…
İnsanların yokluklarıyla fark edildiği bir diğer seçki de Ferran Frexia’nın Avrupa kentlerindeki otel, yurt ve lokantaların fotoğraflarından oluşan dizisi. “Segusso Pansiyonu” ve “Göl Lokantası” isimli çalışmalardaki masalar, kat izleri duran yeni ütülenmiş beyaz örtüleri ve komik bir şekle şıklık olsun diye sokulmuş peçeteleriyle bekleyiş halindeler. Eylemlerin askıya alındığı bu görüntüler, yakın gelecekte cereyan edecek hikâyelere yol verir gibiler. Belirsiz bir bekleyiş ve durmuş bir zaman duygusu veren fotoğraflarda hissedilenler arasında; ayrıntılar ve ışık-gölge karşıtlığına olan düşkünlük de var.
Bütün bunlardan sonra Angel Marcos’un anlık çekimleri dijital işlemden geçirerek ürettiği ‘Küba’da’ serisi, tansiyonu ve romantizmi nispeten düşürüyor. Gerçeklikten aldığı pozlara kurgu ekleyen sanatçının bu seriyle yapmaya çalıştığı, Havana’nın kaybolma noktasında olan geçmişini ve çürümek üzere olan siluetini yakalamak. Çukurlarla dolu sokaklar, dökülen sıvalar, lime lime merdivenler, yaşlı binalar ve çökmek üzere olan kemerler; beş uçlu yıldız, Marksist ve komünist liderlerin portreleri ve sloganlarla tam da bu sebeple renklenmiş.
Küçük oda
Galerinin küçük odasında ise Alberto García-Alix’in 1980 ve 1990’larda çektiği fotoğraflar karşılıyor izleyiciyi. İspanyol kültürünün kimi tanınmış yüzlerinin siyah beyaz görüntülerinde en çok ışık-gölge ayrıntıları gizli.
Güçlü bir ışık-gölge ayrıntısı da uluslararası moda ve reklamcılık geçmişine sahip olan Javier Vallhonrat’tan. Sanatçının, Zürich’teki Teknik Mühendislik Okulu’nun baş harflerinden hareketle EHT ismini verdiği dizisinde; fotoğrafa atfedilen ‘gerçek nosyonu’ ile fotoğrafın yalan söyleme yeteneği sorgulanıyor. Ürkütücü evler ve romantik bir havaya bürünen garip doğa parçalarından ibaret kareler; emlakçı broşürü ile korku filmi arasında gidip gelmekte. En genel ifadeyle vurgulanmak istenense, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı…
Son ve artık yorgun olarak Xavier Ribas’ın Barselona’nın kenar mahallelerinde çektiği Pazar dinlence ve eğlencelerine şahitlik ediyor izleyici. Ve böylece tamamlanıyor sergi gezisi.
Serginin küratörü Oliva Maria Rubio’nun İspanya Dışişleri ve Kültür bakanlıkları ile İspanya Ankara Büyükelçiliği’nin işbirliği, Cervantes Enstitüsü ve SEACEX’in organizasyonuyla gerçekleştirdiği bu kusursuz derlemenin ardından söylenebilecek tek bir şey kalıyor bize: Keşke bizim de böyle bir sergimiz olsa ve dünyayı dolaşsa...
Jülide Karahan/ Photo Digital Mart-Nisan 2009
..............
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder