27 Ekim 2007 Cumartesi

TÜYAP'ta çifte fuar

ARTİST 2007'nin onur sanatçısı Saim Bugay, hiç katılmadığı, dahası katılmayı 'Sanatın panayırı olmaz' diye reddettiği bir fuara, ödül almak için gidecek ilk defa. Sanatçının tedirginliği, ödül almanın bildik heyecanından ziyade kendi deyişiyle 'Doğrucu Davut'luğundan.

Heykeltıraş Saim Bugay'ın "Oraya çıkacağız, elimize ödülü verecekler. Kısa da olsa bir konuşma isteyecekler. Bakalım ne edeceğiz?" diye dertlenmesinin sebebi, bu tür fuarları yıllardır eleştirmesi. "Sanatın panayırı olmaz, ben oralara heykel meykel vermem diye söylen dur, sonra git ödül al. Olacak iş değil." diyen Bugay, tören sırasında bu gerçeği itiraf edip etmeme konusunda kararsız. Zira, ödül bir tarafa, TÜYAP'ın ARTİST İstanbul Sanat Fuarı'nda küçük bir retrospektif sergisi de açılacak.

Saim Bugay, Fındıklı'daki atölyesinde, üzerinde her zamanki kahverengi yeleği; kâh tatlı tatlı anlattı, kâh sinirlenip küfrü bastı. Çok zayıflamış olsa, kendi deyişiyle 'o şerefsiz troid' kalp yetmezliği çıkarıp iştah bırakmasa da heykel yontma isteğinde yok bir değişiklik. Durmuyor eli. Ya bıyığını yoluyor, ya ceplerini deliyor. Matkabı, atölyeyi, çalışmayı yasaklamış doktor. Ama o, cepleri delik gezeceğine heykele sarılıyor yine de. Heykellerinde belli belirsiz hissedilen bağımlılık duygusu, onun ahşaba bağımlılığından güç buluyor olsa gerek. "Ben kendimi beğenmiş bir adamım. Biliyorum heykeli" diyor sürekli. Peki, yok mu hiç sonradan öğrendikleri? Olmaz mı, bir Japon'dan bitmiş heykele erimiş mum yerine çiçekyağı sürmeyi öğrenmiş mesela...

Atölyeyi epey derli toplu, hatta tenha görünce 'Hayırdır' diyoruz ve yeni heykellerinin bir-iki aya kalmaz sergileneceğini öğreniyoruz. Üç senedir sergi açmayan heykeltıraş, yıla birkaç sergi sığdıranlara şaşırmadan ve kızmadan edemiyor: "Ayıp. Satmak için hep. Bugün para kazansınlar bakalım, yarına ne kalacak? Bir avuç heykeltıraşız şu ülkede zaten."

Postmodern değil, höstmodern

Yakında Kare Sanat Galerisi'nde açılacak sergisinin adını sorduğumuzda biz de alıyoruz nasibimizi. "Yav nedir bu laf takıntısı" diye başlayan Bugay, açıyor ağzını yumuyor gözünü: "İsme lüzum var mı? Heykelin, dahası yapıtın altına yazı yazmak; becerememek, beceremediğini de kabul etmek demek. Benim işim kelimelerle değil, malzemeyle. Yazı yazacak olsaydım edebiyatçı olurdum."

Harlamışken kolay sönmüyor heykeltıraşın öfkesi: "Bu insanlar yerleştirme diyerek saçmalıyor iyice. Sanat mı bu? Postmodern değil, höstmodern şeyler bunlar." Eskiden idarecilerin sanattan korktuğunu hatırlatarak ekliyor Bugay: "Sanatçı dediğin düşünür, çalışır. Şimdi video yapıyor öğrenciler. Neden, çünkü kolay. Sanatı parayla saptırıyorlar. Küreselleşme gelmiş, ulusdevlet bitmiş. Neden bitsin; seninki bitmiyor, bizimki niye bitsin?" Değiştirelim konuyu. Güzel şeylerden bahsedelim. Saim Bugay'ın neden dur durak bilmeden heykel yaptığından mesela. Eli durmadığından mı sade; yok mu başka bir sebebi? "Elbette var; diyeceklerim var bir kere. Heykel, sadece biçimden ibaret değil ki. İçeriği de hissedilmeli. Kimi kavramları mesleğimin dilinde söylemek istiyor ve yontuyorum işte."

Muhasebeci heykeltıraş olur mu?

1934 Mersin doğumlu sanatçı, kendini bildi bileli eline geçirdiğini eğip büker, yontup keser, hatta boş bulduğu yerlere de desen çizermiş. Bir pazar giydirip süslemişler, 'Yeter artık duvarları boyadığın; istemiyoruz seni, pazara götürüp satacağız' demişler de yine duramamış. "Bir şey dürtüyordu. Annem ud, dayım keman çalardı. Keman istedim; almadılar, paraları yok tabii. Keman yaptım kendime. Tahta, sabun, tebeşir... Ne bulursam yontuyordum." diyen Bugay'ın Akademi'ye girmek gibi bir niyeti olmamış ilk gençliğinde. Muhasebeci olmuş ama ortalığı kirletmeden, balkonda, devam etmiş yontmaya.

Evli ve iki çocuklu sanatçının ilk usta işi ailece tanıdıkları olan bir kızın büstü. Kimse tanımasın ama kendisi bakınca o kız olduğunu anlasın istemiş. "Kıza âşığım, büstünü yapıcam. Sardım dolap telini. Alçı ile çimentoyu karıp yapıştıra yapıştıra bitirdim. Kimse, karım bile anlamadı. Anladıysa da ses etmedi garip. 'Doğrucu Davut'um ya, söyledim gerçi sonra" diye anlatıyor o günleri Bugay.

Lise hocasının teşvikiyle yüklenmiş büstü, doğru Akademi'ye. Zühtü Müridoğlu'nun 'Ülen gir şu sınava' lafıyla yeniden öğrenci olmuş 28 yaşında. 1962'de girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'nden 67'de birincilikle mezun olunca ver elini Avrupa. Beş yıl Paris'te ahşap heykel üzerine çalışıp da yurda dönünce 'Doğrucu Davut'luk ve eski solcu hikâyeleriyle boşta kalmış bir süre. Sonra ahşap atölyesi ve kukla sanat dalı.

'Öğretmek zorundayım ben'

Öğrencilerine kukla yapmayı, ahşap yontmayı öğretiyor hâlâ. "Öğretmek zorundayım çünkü yok başka kimse. Kukla bölümündeki asistanların yetişmesini bekliyorum işte" diyen Bugay'ın hayvan figürlerine yönelmesinin bir sebebi de Akademi'nin aksilikleri. Sanatçının, 'Heykelin de karikatürü oluyormuş' diye eleştirenlere cevabı, "Belki de artık dalga geçme zamanı..."

Jülide Karahan

27 Ekim 2007/Radikal

Hiç yorum yok: