22 Kasım 2010 Pazartesi

KÜÇÜK BİR MASALDAN BÜYÜK BİR HİKÂYEYE

‘Prensesin Uykusu’nda masallarla gerçek hayatın klişelerini örtüştüren Çağan Irmak, çok büyük bir hikâye anlatmaya hazırlanıyor.

‘Prensesin Uykusu’ güler yüzlü, umutlu bir film. Nasıl oldu bu?

Filmin çıkış noktası Redd’in aynı isimli şarkısı. Son birkaç yıldır kafamı kurcalayan bir konu vardı. İnsanlar çok fazla depresyona girmeye başladı. Yani ruhumuzda dolduramadığımız bir boşluk var. Büyükşehirde özellikle. Ve bu umutsuzluk, depresyon… Her şeyi tam yerli yerinde olan insanlar bile kendilerini mutsuz hissediyor. Nedenini bilmiyorum. Ama hem kendimi hem seyirciyi hayata umutla baktıracak, hayatın bize verilmiş bir armağan olduğunu hem kendime hem ona hatırlatacak bir film yapmak istedim. ‘Prensesin Uykusu’ en hafif filmim. Çünkü hayatı hafife alıyor. Bir anlamda da hayatın bize verilmiş bir armağan olduğuna inanıyor. Gülümsemek çok önemli. Gülümsemekle ilgili bir şey var filmde. Şimdi açıklarsam çok büyük bir sürprizi bozarım. Masalların hayatımızda ne kadar yer kapladığıyla ilgili bir şey bu. Niyetim masalların klişesiyle gerçek hayatın klişelerini örtüştürmek.

Sandıkta bekleyen bir senaryo değildi bu değil mi? İlk kez?

Evet, ilk defa sandıkları açmadım. İlk kez yeni bir senaryo olarak kendi kendine ortaya çıktı bu film. Redd’in şarkısından esinlendim ve şarkının anlattıklarını Halkalı’da bir mahalleye uyarladım.

Son yıllarda çok duyuyor, görüyoruz. Mutlu olmanın yolları, çözümler, meditasyon vs…

Çaresi var mı? Tüm bunlar sadece kendini inandırmaya çalışmak da olabilir. Ya da sana iyi gelen bana iyi gelir mi? Fiks mönüleri hayata uygun bulmuyorum. Her insan kendi çözümünü bulmalı ve bu da ancak sorgulamayla mümkün.

29’a kadar mutsuz, kendini oradan oraya vuran ve öfkeli bir Çağan Irmak… Sonra?

Evet, o zamana kadar öyleydi. Nedenini şimdi biliyorum. Çünkü film yapmak istiyordum. Beni öfkeli, sinirli ve mutsuz eden şey film yapamamaktı. Artık yapıyorum. Bu anlamda çok sakinim.

Kılıçları indirdiniz yani?

İndirdim, evet.

Kasım’da vizyona giren filmleriniz aldı yürüdü. Tesadüf mü? Yoksa…

Evet, iş yapan iki filmim, ‘Babam ve Oğlum’ ve ‘Issız Adam’, kasımda vizyona girdi. Denk geldi. Diğer filmlerim de hiç iş yapmadı bu arada. Öncelikle bu bir taktik değil. Onu beceremiyorum. Nasıl anlatsam? Her filmin, aynı bizim gibi bir yolculuğu var. Kendine ait. İş yapmayan filmlerim kötü müydü? Hayır. Sadece kiminin yolculuğu ağır aksak. ‘Karanlıktakiler’ öyle mesela. Şimdi şimdi izlenir oldu. Bazı filmler bir anda yayılır, bazıları da zaman geçtikçe demlenir ve tavsiyeyle izlenir. ‘Ulak’ ve ‘Mustafa Hakkında Her Şey’ de öyle oldu.

‘Prensesin Uykusu’ bitti. Yine mutsuz ve zayıf zamanlar mı başlıyor? Yine varlığın kaybolması isteği?

Nedenini biliyorsunuz. İnsanlara ruhunuzu açmak zor ve yaralayan bir şey. Filmle bunu yapıyorsunuz ve insanlar kendi fikirleriyle üzerinize üzerinize gelmeye başlıyor. Siz de bir ruh çıplaklığı içinde oluyorsunuz. Aslında keyifli bir sohbetin arkasından eve döndüğünüzde de hissedebiliyorsunuz aynı şeyi. Ruh üşümesi o. Olay, ‘Bu kadar anlatmasa mıydım?’ sorusu...

Neyse ki sonsuz bir süreç değil. Yeni bir anlatım başlıyor çünkü: ‘Koca Sinan’. Çok merak edilen bir proje bu. Evet; nedir, ne değildir?

Öncelikle bu bir Mimar Sinan filmi ama Mimar Sinan’ın hayatını anlatmıyor. Bir dönemi anlatıyor. Bethoven’in 9. senfoniyi yazdığı dönemi anlatan bir film var (Bethoven’i Anlamak)… Bir dönemden yola çıkıyor ama onun hayatını anlatan en iyi film. ‘Koca Sinan’ da bir dönemden yola çıkıyor. Süleymaniye Camii’nin yapım sürecinden… Ama bence her şeyi anlatıyor. Çünkü Mimar Sinan’ın hayatının özeti orada.

Yedi yıllık bir süreci mi göreceğiz sadece?

Yok. Çocukluk ve gençlik de var ama bakın şunu diyorum… Tam cümleyi kurayım. Biz Mimar Sinan’ın hayat hikâyesini anlatmak için yola çıkmıyoruz. Bu film; Mimar Sinan’ın Mimar Sinan olarak dünya görüşü, yaptığı eserler, Kanuni ile kavgası ve bir sürü şeyi anlatıyor. Evet, doğal olarak hayatını da anlatıyor. Tam cümle bu.

Filmin cümlesi ne?

Koca Sinan büyük bir dünyayı kapsıyor, bir sürü şey anlatıyor. Azınlık olmak, çoğunluk olmak, iktidar olmak, iktidarın karşısında olmak... Filmin cümlesi belki de şu olacak: ‘Taş deyip de geçme evlat, o senden önce de vardı, senden sonra da olacak.’ Çok uzun bir zaman dilimi. Hayat, dünya, ait olduğumuz yerler… Pek çok kimsenin Âlemlerin Rabbi dediği şey var ya; ya da ‘En-el Hak’, işte o var. Evet; ‘En-el Hakk’ üzerine bir film bu. Yaratmak, yaratılmak ve yaradılış üzerine bir film.

Biraz epik bir anlatım mı?

Öyle. Epik sinemayı özledim ben. Çok büyük bir fikri olan bir film bu. Hayata dair sıcak ve samimi filmler yapıyoruz ama Türk ve Dünya sineması epik dediğimiz şeyi kaybetti. Neden kalkıp gerçekten çok iddialı bir şey yapmayalım ki? Fikriyle iddialı ama… Öyle filmler biraz eskide kaldı. ‘Solaris’ mesela ya da ‘Contact’... Büyük fikirlerden sıyrılmak istiyoruz. Büyük bir şey söylediğimizde büyük alay ve büyük hakaretleri de göze almak gerekiyor, belki bundan kaçıyoruz. Bu film her şeyi göze alıyor. Aradan kaçmıyor, sıyrılmıyor. Evet, ben buyum, büyük düşünüyorum, hayata dair büyük bir fikrim var. Bunu yapmak çok riskli. Büyük fikirler büyük hakaretlere de maruz kalıyor çünkü. Belki de bundan korktuğu için epik sinemayı terk etti insanlar.

Büyüdükçe hayalleriniz büyümeye devam mı ediyor?

Bu ‘içimdeki çocuğu sakladım’ martavallarından nefret ediyorum. Tabii ki bir çocuk tarafımız var. Olacak. Çünkü işimiz bir yandan son derece eğlenceli bir çocuk işi. Bir oyun oynuyoruz burada. Kendime hayranlık kısmını biran önce bitirmek istiyorum. Bizden önce yüz yıllık bir sinema tarihi var.

Koca Sinan’ı anlatırken öyle bir güven ve hayranlık sergilediniz ki…

Tabii ki kendimize güveniyoruz ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Metin çok büyük şeyler söylüyor ve bunlar benim de inandığım şeyler. Ben bunların bir anlamda elçisi olacağım. Belki çoğu kişinin bildiği şeyler, hayata bakışla ilgili, En-el Hakk ile ilgili. Bir kez daha söylüyorum: Çok büyük bir şey söylemeye hazırlanıyorum.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ KASIM 2010

...

Hiç yorum yok: