22 Şubat 2007 Perşembe

Öykülerim meşru müdafaaya girer

Hüseyin Sorgun adını, tiyatro perdeleri kapandıktan sonra görmeye alışmıştık bu sayfada. Bu kez perde yok; ama oyun yerli yerinde. Sorgun'un kendi küçük oyunları var sahnede. Duygulara isim ve beden aramaya çıkan Sorgun, öyküde bulmuş aradıklarını.

"Kurguladığım hikâyeler, hayata bakışımda meşru müdafaalar oldu hep." diyen yazarın niyeti, dairenin dışına itilmiş kimseleri anlatmak bu hikâyelerde.

Onunla yapılan bu söyleşi, yaza özenmiş bir kış öğle sonrasında vakit ikindiye eğilirken Sultanahmet Meydanı'nda gerçekleşti. 40'ına bir iki basamağı kalan bir yazarın, yazmanın nasıl yazgıya dönüştüğüne dikkat çeken cümleleri dairenin dışına itti bizi. Sorgun, zamandan çalarak yazdığı öykülerini anlatırken vakit akşama vardı, kayıt cihazı izinsizce 'tık' etti. Silkindik. Huzursuzluğumuz belki de yaşamayı özlediğimiz o başka kişi olamamaktandı. Onu yaşasak mutlu oluverecektik. Düşlediğimiz kendi cennetlerimizde yaşayamıyor muyuz yoksa, tıpkı Sorgun'un ilk öykü kitabı Salyangoz'daki (Everest Yayınları) Adem'le Havva gibi. Şehirden kaçsak, domates yetiştirsek her şey yoluna girecek mi?

Öykünün adı neden salyangoz?

Altı ay kabuğunda yaşayan ve çok romantik şekilde bir yağmur çisentisiyle kendini dışarı atan bir hayvan salyangoz. Hepimiz bazı değer mekanizmalarının içinde yaşıyoruz ve bir gün kendi var ettiğimiz kabukları terk edip dışarı çıkıveriyoruz. O andan itibaren de birtakım sorunlar yaşıyor ve yeniden kabuğumuza çekilmek istiyoruz. Salyangoz öyküsünde iki insanın, özünde bir insanın, koca bir toplumun bir araya gelerek var edemediği şeyler var. Bir ters akıntıyla başlayan hikâye, hayata meydan okuyor aslında. Bütün iyi niyet temennilerimize rağmen ne tek başımıza ne de bir arada mutlu olabiliyoruz.

Neden mutlu olamıyoruz?

Çünkü bir arayış halindeyiz. Bulma değil de arama, arama, arama... Ne arayacağımızı da bilmiyoruz üstelik. Bir motif yok elimizde. Bir memnuniyetsizlik hastalığı var. Şu an çok dillendirilen kıyamet sendromuyla bağlantılı görüyorum ben bu halleri.
Gazetecililik, tiyatro eleştirmenliği, öykü yazarlığı... Başından beri istediğiniz bu muydu, yoksa zamanın sırtınıza yüklediği birikimler anlatmayı zorunluluk haline mi getirdi?
Her şey bir yolculuk aslında. Yazmaktan keyif alıyorum ve bunu sürdürmek için bahaneler arıyorum. Baştan beri hep bir ana omurga var ve o ana omurga yazının bizzat kendisi. O yazıya dokunan bütün görüntüler, yazının sahih türevleri, benim bahanelerim.

Bu türevler arasından öyküyü nasıl çekip çıkardınız?

Bulunduğun toplumla kurduğun ilişki sıkıysa acın ve kaygın artıyor. İnsanın kendine, topluma ve insanlara karşı farkındalığı arttıkça başka türlü bir sorumluluk gelişiyor. Kurguladığım hikâyeler, benim hayata bakışımda meşru müdafaalar oldu hep. Yaşadığımız gerçeklere meşru müdafaa ölçüsünde bir tepki doğurmaya çalıştım. Bir şeyleri deşifre etmiş olmanın ve her şeyin sıradanlaşmasının verdiği can sıkıntısıyla ne yapabilirim diye düşündüm ve bu düşüncenin görüntüsü hikâye oldu.

Neden hep hayatın aksayan yanlarına bakıyorsunuz? Hiç mi yok düzgün giden bir şey?

Cesare Pavase, edebiyatta hep mutsuz evliliklerden bahsedilmesini, mutlu evlilik üzerine edilebilecek bir söz olmamasına bağlar. Dairenin dışına bakmamdan kaynaklanıyor bu. Niyetim, dairenin dışına itilmiş insanları anlatmak. Onlar beni çok ilgilendiriyor. Kaybedişleri seviyorum. Bir daire çiziliyor ve içindekiler görece mutlu yaşıyorsa; ama diğerleri susuzluk kıskacında kavruluyorsa... Bu insanların da dairenin içinde olması gerekiyorsa, ama olamıyorlarsa... Başka türlü, mutlu bir edebiyat düşünemiyorum böyle bir durumda.

Karakterleriniz uzun bir toplama işleminin neresinde hata yaptıklarını düşünüyor sürekli. Sizin deyişinizle dairenin dışındalar. Peki, siz neresindesiniz o dairenin?

Ben içine girmemeyi tercih ediyorum. Yazarken dairenin tamamen dışına çıkıyorum. Yazıyla kurduğum ilişki başka bir kişiyi de ortaya çıkardı. Yazı, bilince vurulmuş artezyen kuyuları. Yazarken sen de değişip dönüşüyorsun. Bilinç düzeyime o kadar çok artezyen açtım ki, alt akıntılarla yüzey akıntılar birbirine karıştı. Alt metinde kendi kişiliğimi keşfettim. O keşifle birlikte o karakterlerle buluştum. Onlara ses vermek benim için ihtiyaç oldu.

Jülide Karahan

22 Şubat 2007/Zaman

Hiç yorum yok: