21 Aralık 2010 Salı

KAYNAĞIM GELENEK DEĞİL, İÇİM

Nispeten eski bir dizi ‘Aşk Yakar'ın Belda'sından (Ece Sükan) bir replik: “Ama bu bir Ergin İnan… ‘İnsan'! Nasıl ele geçirdin bunu?” Esas kızın coşkusundan anlıyoruz ki ekrandaki tablo pek değerli. Geçen yıl İstanbul Modern'de açılan ‘Gelenekten Çağdaşa' isimli sergiyi gezmemiş, elimize bir müzayede kataloğu almamış olabiliriz. Mühim değil. Dizideki o pek değerli tablonun sanatçısını tanımak için 15 Aralık öğle ve akşam haberleri iyi bir fırsat.

Ressam Ergin İnan, 2010 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü İstanbul Modern Müzesi ve tarihçi Cemal Kafadar ile birlikte 15 Aralık Çarşamba günü 11.00 itibarıyla Köşk'te yapılacak bir törenle alacak. Tören sırasında İnan'la ilgili 10 dakikalık bir VTR de gösterilecek. Orada yakın çekim eserleri, burada iç dünyası…

Ödülün gerekçesinde “… Modern ve evrensel olanla gelenekseli buluşturma çabaları için Ergin İnan'a...” ifadesi geçiyor. Resminizde gelenekle çağdaşı buluşturma gibi bir çabanız var mı?

Aslında yok. Öyle bir çabam, geleneği resme yansıtmak gibi bir amacım hiçbir zaman olmadı. Ama resim bir amaçla yapılmaz zaten. Bir düşünce koymaya çalışıyorsanız biçimleme kaygısı ortaya çıkar ve özgürlük ortadan kalkar. Ben her zaman kendimi kendi iç dünyama bırakmışımdır. Bir şeyi bahane ederek, planlayarak yaparsam olmaz. Benim için en önemli kaynak içtedir. Ama tabii içimiz çocukluktan itibaren pek çok şeyden beslenir. Malatya'da doğdum, geleneksel sanatlarla bir arada büyüdüm, bu memlekette yaşadım ve var oldum. Gelenekseli özümsedim muhakkak.

Minyatür ve hat motifleri kullanmanız geleneksel sanatı bugüne taşıma çabası içinde olduğunuz izlenimi veriyor olabilir mi?

Olabilir. Ama özellikle yapılmış bir şey değil bu. Ben de soruyorum zaman zaman ‘niye o eski yazıyı aldım da bu tabloya koydum' diye… Sahaflara gider, eski kitaplara sık sık bakarım. Geçmişe gitmek gibi bir şey bu. Küçücük bir kâğıt parçasına severek yaklaşır ve eski yazıda geçmişin izlerini görürüm. Onu alıp eve götürmek ve resmime dâhil etmek isterim. Düşününce sebebi çocukluğa kadar gider... Her şey gidip bir şekilde çocukluğa bağlanıyor zaten.

Eski yazıyla ilk karşılaşmanız?

4 -5 yaşlarımdaydım. Bahçede sundurma içerisinde eski kitaplar vardı. Oraya girmek yasaktı ama yine de gidip karıştırırdım. Evde kiracıydık biz, o kitaplar da başkasının, belki de ev sahibinindi.

Eski yazıya karşı içgüdüsel bir yöneliş mi sizinki?

O kesin. Eski yazıyı sezgisel olarak resme yapıştırıyorum. Onun orada olması gerektiğini hissediyorum. Resmin içinde çok yoğruldum ben, onun için o eski yazıyı nereye koyacağımı sezgisel olarak biliyorum. Koyuyorum, sonra da üzerine bir arı çiziyorum mesela… Yazı arıyı anlatıyor çıkıyor. Böyle çok şey, tesadüf demek istemiyorum, oluyor. Sahaflarda çok hikâyem var benim.

Birini anlatır mısınız?

İbrahim Hakkı Hazretleri'ni hiç bilmiyordum. Sahaflara gider, bilmeden alırdım. Yine eski bir kitap buldum, gökyüzüyle ilgili çizimler de var içinde. Sayfalar eski, taş baskı. İki resim yapıyordum o sırada; biri Âdem, biri Havva. Sayfaları resmimde kullanmaya başladım. Çalışıyorum bir gün... Berlin'den tanıdığım tiyatrocu Çetin İpekkaya ziyarete gelecek. Pazar kuruluyor evin yakınlarında, gideyim de bir karpuz alayım bari dedim. Satıcının üzerinde bir şalvar vardı, gri mavi renkli çok değişik bir şey. Sordum, ‘nerelisin, bu hangi yörenin şalvarı' diye. ‘Ben İbrahim Hakkı Hazretleri'nin memleketindenim' dedi adam. Bir şey söyleyemedim tabii, bilmiyorum İbrahim Hakkı Hazretleri'ni. Aldım karpuzu, gittim eve. Çetin İpekkaya geldi, laf lafı açtı. Nasıl oldu bilmiyorum, o da İbrahim Hakkı Hazretleri'nden bahsetmeye başladı. Resmimdeki şekillerin Marifetname'den olduğunun farkında değil tabii. Sonra gittim Türkçesini buldum, Marifetname'yi okudum. Sadece susayan suyu değil, su da susayanı buluyor.

Bir hikâye de Mesnevi'den o zaman…

İki ressam var, biri Doğulu, biri Batılı (Frenk). Bir yarışma var. Bu iki ressam karşılıklı iki duvarda hünerlerini gösteriyor. Doğulu olan kılı kırk yararcasına çalışıyor; evrenin tüm ayrıntılarını ortaya çıkarmak, çizmek, göstermek istiyor. Batılı devamlı duvarı perdahlıyor, cilalıyor yani. Duvar öyle bir hâle geliyor ki adeta ayna. Güneş doğuyor. Doğulunun resmi Batılının duvarına yansıyor. Bu hikâyeyi çok severim işte.

Sizin için nasıl? İnce ince mi, hikâyedeki gibi…

İnce ince. Ben resimde iç dünyamla hesaplaşırım. Yapmadan duramadığım için yaparım. Çağdaş sanat biraz daha hesaplı kitaplı; bir düşünce, bir söylem odaklı. Bir şeylere - para ya da görüntü - hizmet ediyor. Benim için öyle değil. Geçtiğimiz günlerde Gilbert & George'un devasa resimlerini gördüm, hepsi bilgisayar çıkışlı, hepsi tekdüze. Eskiden Rubens ve diğerleri bir sürü insan çalıştırır ve devasa eserler yaparlardı. Ama küçük Rubens'ler ve eskizler daha bir başka. Büyüdükçe, resme başka eller değdikçe bir şey eksiliyor. Gilbert & George'un devasa resimlerinde de öyle, bir şey eksik.

O şey ne?

His, ruh, öz… İçin yansıması. Fırça sürüşte, boyanın katında var oluyor o şey. Elden resme geçiyor. Bakıyorum, çağdaş sanatta o eksik. Ben öyle bir yola girmek istemedim hiç.

Elinizden çıkaramadığınız, kendinize sakladığınız eserler var mı?

İlk yıllardan var. 67'deki ilk sergimde grotesk figürler vardı, kendime dönük. Onlar hakikaten önemlidir benim için. O zaman da almak isteyenler olmuştu ama satmadım. İlk böcekli işim de bende durur. 69'da yapmıştım.

İlk çiziminiz?

Hatçe Bacı. Komşumuzdu, duvar komşumuz. Çok yaşlıydı. Ben 4-5 yaşlarındaydım. Toprağa su döker, çıkan şekilleri izler, ‘ne yapıyorsun' diyenlere ‘Hatçe Bacı'yı çiziyorum' derdim. Devamlı resim yaptım sonra, defter kenarlarına falan. Lisede yavaş yavaş kendimi bulmaya başladım. Bir hocamız sürekli perspektif çizdirirdi. Bir gün bahçede özgürce bir şey çiziyordum, çıplak bir insan figürü, bıkmış olmalıyım perspektiften... Çocuklar etrafıma toplandı, hoca gördü, resmi istedi. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim, resim çıplak diye utandım, resmi yırtıverdim. Büyük bir ceza aldım sonra. Hem karneme 1 geldi, hem tekdir cezası aldım. Sonra tabii bitirmelerde en yüksek notu alarak geçtim.

O kendini yavaş yavaş bulma, içe dönme zamanlarında; neyim, ne yapıyorum, neraden geliyorum, nereye gidiyorum gibi sorular sarar etrafımızı. Sizin sorunuz neden ‘ben ben miyim'?

Yalnız kaldığımda şöyle sorarım onu: İlyas mı ben, ben mi İlyas…

Neden İlyas?

Her şeyi söylemek de iyi değil ama… İkinci ismim İlyas benim. Anneannem bir rüya görmüş. Bence rüya, ona göre gerçek… Ben yeni doğmuşum, bir iki aylık ya varım ya yok. Anneannem namaz kılarken ağlamış mıyım ne, biri beşiğimi sallamış, adının Hızır İlyas olduğunu söylemiş. Anneannem namazı bitirdiğinde kaybolmuş. Oradan geliyor olabilir o sorular. ‘İlyas mı ben, ben mi İlyas' ve ‘ben ben miyim'...

‘Dünyadaki en zor şey insanın kendisi olabilmesidir.' diyor ‘Kara Kitap'. Siz kendiniz olabildiniz mi?

Olmaya çalışıyorum. En çok resimlerin içinde kendimim. Hatta garip gelebilir ama resim yaparken tam anlamıyla o resim oluyorum.

Jülide Karahan

Zaman Pazar / 12 Aralık 2010

.............

Hiç yorum yok: