14 Şubat 2008 Perşembe

'Sol'un resmini çizemeyiz artık'

'Son Ders' adlı filmde 'Söylemek istediklerini erteleme' diyen Saffet Hoca, yani Ferhan Şensoy, 'Ben Saffet Hoca değilim, istediklerimi yaptım ve yapıyorum' diyor.

Saffet hocanın (Ferhan Şensoy) 'Son Ders'te üniversiteli gençlere öğrettiği, müfredat yerine şu cümle: "Söylemek istediklerini erteleme." 12 Mart döneminin beş solcu arkadaşı, polisten kaçmak için yolları ayırıp yıllar sonra buluştuğunda biri davadan dönmüş, diğeri köşeyi... Söz verdiği gibi yaşayan da var tabii. Saffet ise kavgayla olmayacaksa kalemle diyerek hoca olmuş İsveç'te. Ömrü kısalınca da ertelediği cümleleri söyleyebilmek için dönmüş ülkeye. Dünya küçük; beş arkadaşla birlikte yakın tarih, duyarsız gençlik, komedi, dram ve aşkın yolu kesişmiş aynı filmde. Mustafa Uğur Yağcıoğlu ile Iraz Okumuş'un yönettiği 'Son Ders'in yükü en çok Ferhan Şensoy'un üzerinde...

Saffet hocadan çalarak; diyelim ki bu son röportajınız. Sonradan keşke dememek için ne söylersiniz?

Bu zor, normal sorulara geçelim. Saffet hoca, ertelemiş hayatında bir sürü şeyi. Ben öyle biri değilim, ertelemedim. İstediklerimi yaptım ve yapıyorum.

Yönetmen, 'Son Ders'in senaryosuyla geldiğinde 'Bu rol çok dramatik, bana gitmez' demediniz mi?

Dedim tabii. 'Komedi mi?' diye sordum ilkin. 'Değil abi' dedi. Biraz duraladım. Senaryoyu okumaya kerhen başladım. İzleyici, adımı görünce bir komiklik var diye düşünüyor. Sokakta bile gülüyorlar bana. Ama senaryoyu sevdim. Öğrenciliğimi hatırladım. 70'lerin başında üniversitede mimarlık öğrencisiydim. Gençlik, politikanın içindeydi o zaman. Şimdiki gibi değil. Filmde bu işleniyor zaten.

O günün gençleri, bu günün anne babaları şimdiki kuşağı apolitik görüyor. Filmde bolca iğneleme var bu konuda. Sizin görüşünüz?

Filmde anlatıldığı gibi görüyorum gençliği. Politikayla ilgilenmeyen, kendi dünyasına kapanmış, çabuk tüketen... F tipi internet gençliği diyorum ben. Seçim öncesi çoğu nereye oy vereceğini bile bilmiyor. Şaşkın ve dalgalılar.

Gerçekten külliyen ilgisizler mi? Yoksa filmdeki Ulaş'ın babası gibi 'çekingenleştirilmiş' bireylerin çocukları olduklarından mı?

Herkes kendi yaşadıklarını oğlu yaşamasın istiyor tabii. Öyle yetiştirilmiş bir 12 Eylül sonrası kuşağı, hatta birkaç kuşağı var. Doğru. Göz göre göre, kasıtlı olarak apolitize edildi gençlik.

Filmde sol üzerine epey klişe var. Jean Baby'nin 'En Güzel Dünya'sı, Deniz Gezmiş'in yeşil parkası..

Devrimcilik bir dünya görüşü; sadece yeşil parkayla betimlenemez ama Deniz Gezmiş'in parkası herkesin özendiği, hayranlık duyduğu bir şey.

Şimdi nasıl çizebiliriz solun resmini?

Çizemeyebiliriz şimdi. Çünkü aktif bir sol yok artık. Kayboldu, paramparça oldu. Sosyal demokrat kalmadı. Köşeyi dönen çok. Eskiden Dev-Genç üyesiydi, sonra Anavatan Partisi'nden milletvekili oldu kimileri... Peşinden gidilecek bir sol rüzgârı esmiyor artık.

Böyle bir rüzgâr esmezken gençler kime oy verecekleri konusunda bocalamakta haklı değiller mi?

Bir anlamda haklılar ama kime oy vereceklerini düşünüp mevcut partileri analiz etmiş değiller. MHP ve AKP'nin farkı nedir, CHP'nin durumu nedir? Asıl önemlisi bir dünya görüşleri yok.

Siz hangi partiye oy verdiniz?

CHP'ye tabii ki, alternatifsiz olarak.

Kötünün iyisi diye mi? Politikalarını(!) desteklediğiniz için mi?

Evet, ehven-i şer. Bu taraf mı, diğer taraf mı? Tabii ki CHP tarafıydı. Parti, politika üretebiliyor mu bilemem ama Deniz Baykal, seçim öncesi ve sonrası çok güzel politika üretiyor. Seçim öncesi sağdan oy bekliyordu, ona göre davrandı. Şimdi solcu kesildi. Onun yüzünden CHP bu hale geldi zaten.

Sinema ve televizyonun 12 Mart ve 12 Eylül'den fazlaca beslenmesi o dönemle yüzleşebilecek bir özgürlük ortamındayız gibi algılanabilir mi?

Evet, olabilir. Özellikle 12 Mart çokça işleniyor. İyi de oluyor. Yakın Cumhuriyet tarihini bilmeyen bir kuşak var çünkü. O dönemle hesaplaşmak bugün daha kolay. Daha özgür bir ortam.

Demokratikleşme yönünde yol mu kat ettik?

Şu anda öyle bir yönde gittiğimizi sanmıyorum ama tabii ki bir yerlere vardı ülke. Ve varılmış noktadan geriye gidilmez. Kimi özgürlükler ve haklar edinilmişse onlardan vazgeçmek çok zordur. Çark edip orta çağa dönemeyiz. Farklı siyasi dönemlerden geçilir; çalkantılar, hatta askeri darbeler olur ama geri gidilmez.

'Geri gidiyoruz.' diyorlar ama rahat mı olalım?

Birilerinin geri götürme çabaları var, evet. Ama dediğim gibi kolay kolay geri gidilmez.

Film, gençler tarafından izlendiğinde onların midesine en çok ne oturacak?

Saffet Hocanın diğer hocalardan farkına takılacak onlar. Çarpılacaklar. Müfredat yok, kitap yok, not tutmak yok... 'Dersi ben değil, hayat verir' diyor, 'Aşkınızı ertelemeyin' diyor Saffet Hoca.

Toplum psikolojisi dersinin kitabı yok belki...

Olur mu, bütün derslerin çalışılacak kitabı vardır. Mimarlık okurken bir bavul kitabım vardı; statik, yüksek matematik... Fransa'da konservatuar okumaya gidince sekreterliğe sorduğum ilk soru kitapları nereden alacağım oldu. 'Ne kitabı, yok öyle bir şey' dediler. Ben zannediyorum ki Yunan tiyatrosu, Dünya tiyatrosu okunacak. Hocalardan biri 'kütüphane ikinci katta' dedi. İsteyen gider okur, dersler uygulamalı.

Filmde eğitim sistemi de masaya yatırılıyor yani...

Eski anlayış, kitaplar, müfredat... Saffet'e şaşırıyor diğer hocalar. Aslında öyle hocalarımız var. Mesela Tahir Alanga hocamız vardı Galatasaray'da. İlk derste Nihat Sami Banarlı'nın edebiyat kitabı, defter, kalem bekliyoruz biz. O, mümessile toplattı kitapları. Bu okunmayacak, Sait Faik'in külliyatını alın dedi. Yan sınıfta mefailün failün okuyorlar...

Mimarlığa nasıl girdiniz peki, hasbel kader mi?

Değil. Hasbel kader değil. Tiyatro sevdasına kapılmıştım ama babam çok laf etti. Ben de Akademiye girdim. Dekor yapar, tiyatrodan uzaklaşmam diye. Öğrenciyken devam ettim tiyatroya, Grup Oyuncuları'nda. Evden gizli. Yaşlı bir adamı oynuyordum. Beyaz sürerdim kaşlarıma. Bir akşam eve geldim, çıkmamış boya, anladı annem. İtiraf ettim.

Sonra tiyatroyla evlendiniz. Nasıl durum?

Geçen hafta Milliyet Pazar'da bir haber vardı; bir sürü oyun kapalı gişe oynuyor diye. Dolu olmayan bir tek biz varız herhalde. Böyle bir hareket yok bence. Seyirci erozyonu devam ediyor. İzleyici 'bu akşam şu oyun, öbür akşam öteki' diye bir takipte değil. 'Bu akşam oyun var mı?' diye geçerken gelebiliyorlar. 'Pazartesi oyun var mı?' diye soran bile var...

Dolu olanlar nasıl doluyor peki?

Suni bir doluluk. Tiyatro izleyicisinde öyle bir ilerleme olduğunu sanmıyorum. Salonları küçük olan tiyatrolar doluyor olabilir. 80 kişiliktir, dolar. Toplu satışlarla, davetiyelerle de dolar salonlar. Burası, İstanbul'un en büyük salonlarından; 550 kişilik. 80 kişi gelince boş kaldı demektir.

Jülide Karahan

14 Şubat 2008/Radikal

Hiç yorum yok: