Yola edebiyatçı olmak için çıkan bir gazetecinin, Ekrem Dumanlı'nın ilk öykü kitabı çıktı. Dumanlı, 'Anlık Hikâyeler' başlığı altında okuyucuyu tedirgin anların muammalı gerginliğine çağırıyor.
Kilitli kapılardan aşağıya doğru inmeye başladığında pek fark edilmezdi geldiği. Ama kartlı kapıdan yazı işleri katına geçip, gazetenin (Zaman) bembeyazlığında koyu renk takım elbisesi ve cüssesiyle belirdiğinde; her defasında bir telaş, bir el ayak karışması, bir tedirginlik, bir korku sarardı çalışanları. “Ekrem Bey geliyor” fısıltıları ve kaş göz işaretlerini, bilgisayar ekranına iyice gömülen gözler izlerdi. Hele masalar arasında dolaşmaya başladığında ve kimi masalara yaklaşıp “Nasıl gidiyor?” diye sorduğunda... İnsan kendini, biraz evvel büyük büyük nineden kalma çok değerli bir vazoyu kırmış gibi hissederdi. Ekrem Dumanlı’yla gazetede karşılaşmanın ‘Anlık Hikâyesi’ işte böyleydi.
Meğer gazetede telaş, korku ve tedirginlik yayarak dolaştığı bütün o günlerde, kendi içinde, tam da o duyguları yaşayan kahramanlar büyütürmüş Dumanlı. Sonra da onlara gece karanlığından dağ çileği kırmızısına, huzurlu ölüm mavisinden beklenen penaltının capcanlı yeşiline hikâyeler giydirirmiş.
Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın epeydir ‘kapının arkasında’ sakladığı ‘Anlık Hikâyeler’i Everest Yayınları’ndan çıktı. Açık arayanların sıraya girdiği ve hatta ‘militan parkalı adamların kapı eşiğini tuttuğu’ şu günlerde üstelik. Yöneticilik ve gazetecilik sorumluluğu altında her gün ‘yeni, farklı ve önemli’nin peşinde koşarken bir yandan da edebiyat ve sanattan kopmamak için çırpınıp duran kocaman bir adamın öyküleri bunlar. Endişe, iç hesaplaşma, kaygı, korku ve çıkış arzusuyla örülmüşler; evet, ama ilmek kaçar kaçmaz da aşka sığınmasını çok iyi biliyorlar.
Okurun mekân yolculuğu
Altı farklı zaman ve mekânda üç aşağı beş yukarı benzer tedirgin an’ları bulup fotoğraflayan Dumanlı’nın hikâyeleri, sayfalar ilerledikçe mutlu sona daha bir yaklaşıyor. Takip edilme, yakalanma ve hatta öldürülme tedirginliğiyle ‘Kapının Arkasında’ başlayan seyirde, ilkin 12 Eylül öncesine gidiyor okuyucu. Olan bitenin, oturduğu daireyi şaşıran sarhoş komşunun kapıları karıştırmasından ibaret olduğunu kahramanla birlikte anladığında; ufak bir gülümsemeyle ancak çıkabiliyor korkunun koynundan. Ama 96 sayfalık kitabın içinden hemen öyle çıkıp gitmesi mümkün değil artık.
Kendini, beklenen penaltıyı sonunda ve iyi ki atabilen bir futbolcunun sağ omzu üzerinde bulduğunda ‘ya gol olmazsa’ heyecanını iyice bir hissediyor içinde. Bu arada ‘yürümeyi ve koşmayı herkesin bildiğini; asıl önemlisinin düşmeyi bilmek olduğunu’ da kahramanla birlikte sindiriyor elbette. Üçüncü hikâyeyle, henüz rahat bir nefes bile alamadan; lüks bir tripleksin iki katı arasına sıkışmış kapkaranlık bir asansörde buluyor kendini sonra. Eski bakan, yeni işadamı kahramanla birlikte kıpkısa ama upuzun bir bekleyişe geçtiğinde ölümün sesini de duyuyor içinde. Kahramanın düşüncesinde fotoğrafçı değil, foto muhabirlerle birlikte basın toplantılarında ve uçak yolculuklarında gezinmesinin hemen ardından ‘kaçınılmaz son’la kaçınılmaz olarak karşılaşıyor. Ve bir sürü sorunun yanı sıra ‘o kadar güvenliğin içinde ölümün insanı nasıl da kolay yakaladığı’ muammasıyla ortada kalakalıyor.
Tüm bu iç sıkıntı ve umutsuzluklar; saat başını bekleyen ‘İntihar’da hayatın anlamını sorguladıkça ölümün gerçekliğiyle yüzleşen bir kadın yazarın kelimelerinde tırmanarak sürüyor. Medyanın dümen suyundan nasiplenmiş ünlü yazar, ölümün kıyısında oturmuş kendi aksine bakarken bile düşünmeden edemiyor: “Olay duyulur duyulmaz gazetecilerin koşuşup geleceğini hayal ediyor. İnternet sitelerinden Flaş!, Flaş!, Flaş! diye yapılan anonsların ardından kameraların önce apartmanı, sonra sokağı esir alması ve ertesi gün gazetelerin birinci sayfaları. Mendeburlar, sanki kitaplarından tek bir satır okudular.”
Bu kadar gerilip tedirgin olduktan sonra ‘Ayrılık’ başlığı haklı olarak irkiltiyor okuru. Sanki sigara ve kahveyi kahramanla birlikte o da içiyor ardı ardına. Ama sonunda ‘Buligum’un yaptığı o içten ve beklenmedik hamle, tam olarak sayfa 83 itibariyle okuru öyle bir mutlandırıyor ki; yavuklusunu arayıp ‘Düğünü ne zaman yapıyoruz uşağum!’ diyesi geliyor. Hatta belki arayıp diyor da; zira hikâyenin öyle içinde... Bunca endişe, korku, heyecan ve helecanın ardından, adından da belli olduğu üzere ‘Dağ Çileği’ renkli bir son hikâye bekliyor okuru. Türlü çeşit girizgâh arayışı ve endişe depolayışını izleyen ‘Ne zaman?’ sorusu bu beklentiyi fazla fazla karşılıyor. Ve kitabın arka kapağı huzurlu bir gülümseyişle kapanıyor.
‘Anlık Hikâyeler’in yazarı Ekrem Dumanlı da böylesi bir huzur içinde olmalı. Çünkü yazar olma isteğiyle dönemin efsanesi İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne kaydolan ama aradığını fiil çatılarını anlatarak bulamayarak gazeteciliğe yönelen Dumanlı’nın ilk edebi denemesi bu. Gücü elinde tutanlarla o güce itaat etmek zorunda kalanlara yer değiştirttiği ‘Son Duruşma’ isimli tiyatro oyununu saymazsak tabii...
Sonunda istediği anlamda bir yazar Dumanlı. Yazacağı yeni hikâye ve romanlarla önünde ‘Anlık Hikâyeler’in sonuncusu ‘Dağ Çileği’ndeki gibi yeni bir kapı açılıyor; fark ediliyor bu. Kimse değilse de dikkatli okur “İşte benim dağ çileğim” mırıltısını duyabiliyor üstelik. Ayrıca edebiyatın sığınağında bir gazeteciden siyasetin cerbezeli gündemi yerine gerçekten ‘yeni, farklı ve kişiye göre değişse de önemli’ hikâyeler dinlemekten de gayet memnun.
KİTAPTAN
Asansör
...
Gürültülü ve ürpertici bir yığılma sesi. Ani bir sarsılış. Zifiri bir karanlık.
Az önceki ışık huzmeleri zihnini kamaştırıyor. Daracık asansörün dipsiz bir derinliğe doğru yuvarlandığını düşünüyor ve ani bir refleksle tutunacak bir cisim arıyor. Bir pençeye dönüşen elleriyle herhangi bir şeyi yakalamak, ona sımsıkı sarılmak istiyor. Alarm düğmesine basıyor panikle. Alarm zili çalışmıyor. Bir daha basıyor düğmeye, bir daha, bir daha.
“Allah kahretsin! Kırk yılda bir lazım olur; o zaman da çalışmaz!”
Pişmanlık kaplıyor içini. Karısının tripleks deyip tutturmasına, zorla taşınmalarına içerliyor. “İlle de bahçeli bir ev olsun,” deyişi geliyor aklına. Güvenlik kulübesindeki görevlilere seslenmek istiyor.
“Çok uzak! Duymazlar sesimi.”
Ne yapsa boşuna!
Dağ Çileği
...
“Ne zaman?”
Şaşırıp kalıyor. Dağ Çileği tebessümle bir kez daha konuşuyor:
“Ne zaman evlenme teklifi yapacaksın bana?”
Her şey bir anda tuzla buz oluyor. Bütün evren adeta yeniden inşa oluyor. İlk şaşkınlığı üzerinden atar atmaz gözlerine bakıyor. Işıl ışıl gözleri. Sanki ay bir yandan Boğaz’da yakamozlar çiziyor; bir yandan da onun gözlerinde parlıyor. Takılıp kalıyor o parıltıya. Sonra hemen toparlanıyor ve kısık bir sesle sevgiliden medet umuyor. Sesinin tam duyulmadığını fark ederek yine bir pot kırdığını düşünüyor ve aceleyle aynı cümleyi; bu sefer daha bir gür sesle tekrar ediyor:
“Benimle evlenir misin?”
Derin bir sessizlik ikisini de çepeçevre kuşatıyor. Her şey biraz sonra söylenecek kısa bir cümleye kilitleniyor. Saniyeler uzun bir zaman dilimine demir atmış adeta. Ay biraz daha parlıyor kızın yüzünde. Martılar daha bir sevgiyle kanat çırpıyor üzerlerinde. Ve incecik dudaklardan hafif bir mırıltı süzülüyor:
“Evet.”
...
Her şey bir anda ve çok büyük bir hızla gözünün önünden geçiveriyor. Çocukluk, lise yılları, İstanbul, iş hayatı... Ve yeni bir kapı açılıyor önünde. Sadece kendinin duyabileceği kadar kısık bir mırıltı dökülüyor dudaklarından:
“İşte benim dağ çileğim.”
ANLIK HIKÂYELER
Ekrem Dumanlı
Everest Yayınları
96 sayfa
7.5 TL.
JÜLİDE KARAHAN
RADİKAL KİTAP /21 AĞUSTOS 2009
.......
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder