Dört yıl aradan sonra Londra’da kişisel bir sergi açmaya hazırlanan Haluk Akakçe “Hayal gücü benim en büyük sorumluluğum” diyor.
Sanatçı Haluk Akakçe ile İstanbul defterini birkaç mevsimliğine kapatmaya hazırlandığı günlerde Sofa Otel’de buluştuk. Üzerinde rahat bir kıyafet, yüzünde tatlı bir gülümseme… 4 yıl aradan sonra Londra’da kişisel bir sergi açacak olmanın heyecanı var üzerinde. Sergi, Alison Jacques Gallery’de 29 Nisan’dan itibaren görülebilecek. Önce New York’a gidip sergisinin eksik ve gediklerini tamamlayacak, sonra Londra’ya geçecek Akakçe. Onun aklında insanın özüne daha ne kadar inebileceği ya da enerjinin yaşam düzlemindeki yeni tezahürleri; bizim defterimizde “Eseriniz sizden alındığı fiyatın 3 katına satıldığında ne hissediyorsunuz?” ya da “New York, Londra, İstanbul… Her bir şehirde bambaşka hayatlar mı yaşıyorsunuz?” minvalinde sorular… Bu, evdeki hesabın çarşıya uymadığı bir söyleşi.
Kamusal bir projeye öneri olarak hazırladığınız ‘Cennet Bahçesinden’ isimli dev ağaç formunun dalları arasında ilerleyen, ilerlerken bir yandan gerileyen kırmızı bir top/elma çarpıyor göze. İlerledikçe gerilemek ve aynı noktaya sonsuz kere gelmek… Nasıl bir his bu?
Vermek isteğim his geçmişle geleceğin durduramadığımız, bizim kontrolümüzde olmayan bağlantısı. Geçmiş nasıl geleceği etkiliyorsa, gelecek de geçmişi etkileyebilir. Umutlarla yansıttığımız gelecek hayali ve tecrübesi bugün yaşadıklarımızı belirliyor. Ben buna inanıyorum. Şu an olduğumuz kişinin geleceği, gelecek geldiğinde bambaşka birinin şimdisi olabiliyor. Karşınıza biri çıkıyor ve külliyen değişiyorsunuz. Hayat sürpriz, beklenmedik tesadüf ya da kader; ne denir bilmiyorum ama o kadar dolu ki bunlarla. Çalışmalarımda yaşam maceramızdaki sihri bir şekilde anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya çalışıyorum.
Bugün çok istediği bir şey iki sene sonra gerçekleştiğinde, o gün bu günkü kişi olmadığı için o şeyi de artık istemiyor olabiliyor insan...
Ne kadar garip değil mi? Ama nedense belli bir yaşa kadar ben bunun farkında değildim. Kendim için gelecek hayal edip oraya gitmek üzere… Neyse. Ben kendimle çok vakit geçirirdim. Ulaşmak istediğim idealler vardı fakat hayat beni bile o kadar çok şaşırttı ki… Artık sorgulamıyorum. Sadece iyi niyet ve olabildiğince temiz kalple yaşamın ellerine kendimi teslim ediyorum. Beni nereye götürürse götürsünler hislerimden korkmuyorum. Bizi biz yapan değerleri anlayabilmemiz için uzak kutuplara gitmemiz gerekebiliyor. Belki de yeni bir boyuta ulaşmanın tek yolu budur.
Kendinizi arıyorsunuz diyebilir miyiz? Orhan Pamuk Kara Kitap’ta uyarmıştı yalnız: “Dünyadaki en zor şey insanın kendisi olabilmesidir.”
Ömür boyu verdiğimiz bir mücadele demek istemiyorum, atıldığımız bir macera hayat. İnsanın kendini araması, kapasitesini keşfetmesi çok önemli. Ruh, beyin ve kalp bize biçilen öykülerden çok daha fazla tecrübe potansiyeline sahip ve bunu arayıp bulmak bizim görevimiz. Dahası yaratıcıya karşı sorumluluğumuz. Kim olduğumuzu anlamak ve bunu yaparken de O’na olan saygıdan ödün vermemek… Özellikle hayal gücünü gerektiren işler için gerekli bu. Hayal gücü benim en büyük sorumluluğum. Ben desteklemezsem kimse desteklemez. Bu yüzden “Bütün dünya sana sırtını dönse bile ben dönmeyeceğim. Ben senin arkadaşınım.” diyorum kendime. İnsan bunu söyleyebilmeli. Çünkü bazen ruhumuz ve bedenimiz ayrılabiliyor. Toplum, aile, herkes… Bir şeyler söyleyerek bize içinde yaşamamız gereken bir evren kuruyor, duvarlar örüyor. Bu durumda ruh bir kenarda sessizce bekliyor. Onu hatırlamak gerekiyor. “Ben seni seviyorum, her şeye rağmen” demek…
Sormak durumundayım. Güncellik adına…
Korumayı mı soracaksınız?
Yok. Ama tamam; oradan gidelim. Popüler kültüre bunca hizmet niye?
Bir hayat içinde birkaç hayatı yaşayabilme gücü kadar müthiş bir şey yok. Ben bunu seviyorum ve gerekli buluyorum. İçimdeki bambaşka özelliklerin dışarı çıkmasına izin veriyorum. Hayat bir tiyatro sahnesi gibi. Mesela şu görüntümle söyleyeceğim şeyler, garip bir şapkayla söyleyeceklerimden farklı. O garip şapkalı kişi benim Mualla Paker’in oğlu Haluk olarak yapamadığım şeyleri yapabiliyor. Bambaşka şeyleri... Ben bu oyunu seviyorum. Hayata renk katmayı, günü eğlenceli kılmayı, insanları şaşırtmayı… Gülmeyi, eğlenmeyi, özgürlüğü seviyorum. Dışavurumum kimilerine kötü geliyor olsa da ben şunu biliyorum: Böyle bir konuma gelmek için kendime izin verdim. Kimsenin istediği paketin içine girmeyeceğim.
Bu, klasik bir ‘kendini ispatlamış sanatçı davranışı’ mı?
Sanatçıysanız daha önemli. Bazen kendimizi bir döngü içinde buluruz ve bu durum işlerimizi etkiler, sıradanlaştırır. Farklılaşmak ve özgürlüğü tatmak gerekir. Bir an gelir “Ben bu boyaları püskürteceğim” dersiniz. Artık kendinizi ispatlamışsınızdır. Aynı tavır. Çok çalıştım, çok çaba sarf ettim. En büyük şansım bu benim. Özel ve iyi bir eğitim alabilmem için çaba sarf eden biri daha var tabii: annem.
Anneniz Mualla Hanım popüler kültür hizmetine ne diyor?
Çok memnun değil ama zamanla biraz kabullendi. Eskiden çok kızıyordu. Birkaç yıl önce Paris’te bir sergim vardı. Annemle de neredeyse 1,5 senedir görüşmemiştik. Yanıma geldi. Saçlarım çok uzundu o zaman, bir de kıvırcık. Arkadaşlarım ‘yürüyen bulut’ diyordu bana. Paris sokaklarında turistler fotoğraf çekmek istiyordu, o derece. Annem otele geldi, kapıyı açtım. Yaptığı ilk şey resepsiyonu arayıp “Berber var mı?” diye sormak oldu. Bir de, bunu söylemek çok zor ama bazen yanlış insanlarla zaman geçirdiğimi, dostluk kurduğumu söylüyor. “Bu kadar eğitim, görgü, terbiye; ne alaka” diyor. Ama ben herkese, her şeye meraklıyım. Hepimiz bir yaşama doğuyoruz sonuçta. Herkesin içinde bir öz var. Bütün insanlar değerli benim için. Olmamız gereken kişi olabilmemiz için hepimizin birçok tecrübeden geçmesi gerekiyor, iyi ya da kötü. Bazen belli bir ışığa ancak karanlık bir koridordan ilerleyerek ulaşabiliyorsunuz. Herkesten öğreneceğim çok şey var ve bundan vazgeçmeyeceğim; kim ne derse desin.
ÇAĞDAŞ SANAT OLABİLMESİ İÇİN...
Annem, tek başına iki erkek evladı Türkiye’de en iyi şekilde yetiştirebilmiş çok güçlü bir kadın. Beni hep şaşırtıyor. Yıllar önce ben daha kariyerimin başlarındayken New York’a geldi. ‘Koleksiyonerlerin Seçimi’ isimli karma bir sergiye katılmıştım. Amerika’da 10 önemli koleksiyonerin ümit vaat eden sanatçıları seçtiği bir sergi… O zamanlar ufak ebatlı ve çok detaylı işler yapıyordum. Yeni mezundum. Bir ofiste mimar olarak çalışıyordum. Ufak bir masam vardı ve sadece masamın ebadı kadar iş yapabiliyordum. Annemi sergiye götürdüm. Benim küçük desenlerimi dikkatle inceledi. Hemen karşısında 3 metreye 6 metre bir resmi vardı, gözü ona takıldı ve dedi ki: “Seninki çok güzel, kırılgan ve naif. Ama bu iş şu karşı duvardaki ebatta olsaydı ancak o zaman çağdaş sanat olabilirdi.” Dünyaca ünlü sanatçıların işlerinin ebatlarını inceleyince ona hak verdim. Annemden çok şey öğrendim, onun zekâsına hayranım.
Jülide Karahan
Nisan 2010/Skylife Business
..................
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder