19 Nisan 2008 Cumartesi

'İki heykelimi hurdacı çaldı'

Önceki gün Aydın Doğan Ödülü'nü alan heykeltıraş Seyhun Topuz, 'Mutluyum, çünkü hem bir kadın sanatçı ödül alıyor hem de bir heykelci. Çok zor bir iş yapıyoruz biz. Karşılığı pek olmayan bir iş. Atölyesi, malzemesi, işçiliği, saklaması... Hepsi ayrı problem' diyor.

Bu yıl heykel dalında verilen Aydın Doğan Ödülü, geometrik-soyut heykelleriyle tanınan Seyhun Topuz'un oldu. Ödülünü önceki gece Hürriyet Medya Towers'daki törende alan sanatçı, pek çok açıdan memnun. Bir, Türkiye'de bir kadın sanatçı ödül alıyor. İki, bir heykelci ödül alıyor. "Ödül, sadece bana değil, heykele veriliyor. Tüm heykel sanatçılarıyla paylaşıyorum onu. Çok zor bir iş yapıyoruz biz. Karşılığı pek olmayan bir iş. Atölyesi, malzemesi, işçiliği, saklaması... Hepsi ayrı problem" diyen sanatçıyla heykele dair pek çok meseleyi konuştuk.

Beş yıl önce Maçka Sanat'taki 'Ortak Bellek' sergisiyle ilgili yazısında Evrim Altuğ, 'kamuoyu hasreti çeken bir sanatçı' sıfatıyla anmış sizi. "Soyut heykellerim başından beri izleyiciye mesafeli. Fakat bu sergi, sanatseverle ilişki kuruyor ve ben bunu çok istiyorum" demişsiniz aynı yazıda. İzleyicinin heykelinizle iletişimi sizi ne kadar ilgilendirir?

Türkiye'de az sayıda heykelci var. Dolayısıyla az sayıda heykel sergisi açılıyor. Heykelin toplumla teması kısıtlı. İki yıl önce açılan 'Bellek ve Ölçek' çok önemli bir sergiydi bu nedenle. Müthiş izleyici çekti. Heykel sanatçıları bile birbirlerinin işlerini ilk defa topluca gördü. 'Türkiye'de heykel sanatı var mı, yok mu?' sualine bir cevaptı o sergi.

Sormaya çalıştığım, toplum-heykel ilişkisi ve sizin kamusal alan özlemi çekip çekmediğiniz...

Özlem içinde değilim ama böyle bir şeyi arzuluyorum. Bütün heykelciler, sanatçılar arzular bunu. İnsanlarla heykeli bir araya getirmek ya müzelerde olur, ya galerilerde, ya da açık alanlarda. Açık alanda olduğu zaman izleyiciye ulaşması çok daha kolay heykelin. İnsanlar böyle alışıyorlar sanata.

Yapıtlarınız büyümeye çok müsait ve dış mekâna kolayca uyum sağlayabilecek özellikte. Epey heykeliniz var mı açık alanda?

Var. Daha doğrusu vardı. 1973'te İstanbul'a yerleşen 20 heykelden biri benimdi. 4 Levent'e konmuştu. Sonra oradan yol geçti ve heykeli atmışlar. İlk karelerimden biriydi o. Maçka Sanat Galerisi'nin girişinde 10 yıl kadar kırmızı bir heykelim durdu bir de. Daniel Buren'in sergisi sebebiyle kaldırıldı. Bir daha da yerine konmadı.

Ona ne oldu?

Galerinin deposuna kaldırıldı galiba. Derimod ve Arçelik fabrikası önünde de heykellerim vardı ama onlara ne olduğunu bilmiyorum, belki kaldırmışlardır.

Saim Bugay, atölyesinde yer kalmadığı için heykellerini yok pahasına sattığını söylemişti. Saklama meselesi heykel sanatçısı için gerçekten çok mu önemli?

Çok önemli. Zühtü Müridoğlu'nun atölyesinde çok sayıda heykel vardı, raflar almazdı. 'Çocuklar alın götürün birazını da kurtulayım' derdi. Bana gelince; bir dairem var, sırf heykelleri koymak için. Ama yakında orası yetmeyebilir çünkü son zamanlarda büyük ölçekli çalışmalar yapıyorum. İki heykelim o evin bahçesinden çalındı mesela. Kapıdan sığmamışlardı, bahçeye bıraktım. Ertesi gün bir baktım ki, yok olmuşlar.

Nasıl yani? Henry Moore'un büyük boyutlu bir heykeli çalınmıştı da, hurdacılardan şüphelenilmişti.

Heykel seven birinin çaldığını sanmıyorum. Benimkini de hurdacılar çalmıştır tabii ki. Böyle şeyler oluyor işte.

Heykelcinin şöyle bir ikilemi var: Bir yanda keşfedilecek bir üslup, diğer yanda kamusal alana çıkan heykelin uymak zorunda olduğu gizli mutabakatlar...

Çok doğru. Mecburiyetler işte. Hocalarımızın döneminde, işleri sergileyecek mekanlar yoktu zaten. Onlar yine de büyük bir özveriyle çalışırlardı sanat adına. Diğer tarafta da siparişler... Yani Türk büyükleri için heykel talepleri; devlet ya da belediye siparişleri. Bu talepler akademiye gelirdi. Bir görevlendirme gibi. Hocalarımız da mecburen yapardı, gerçi çok iyi işler de çıktı. Beşiktaş'taki Barbaros heykeli mesela. Atatürk heykellerinin bile, az da olsa iyi olanları vardır.

Öğrenciliğinizde pek çok akademi öğrencisi gibi figür çalıştınız. Sonra nasıl oldu da figüre ve doğaya bu kadar uzak durdunuz; hatta hikâyeyi bile tamamen dışladınız?

O benim pek cevabını bulamadığım bir soru. Akılla fikirle karar verdiğim bir şey değil. Öyle yöneldim, öyle sevdim, öyle istedim. İçten gelen bir şey. 70'lerin başında kendi formlarımı oluşturmuştum. Seçimim bilinçli olmadı ama beş yılın sonunda ne yaptığımı adam akıllı biliyordum. Bunda Aloş ve Adnan Çoker'in çok katkısı oldu. O sırada bir de heykelde ışık ve saydamlık üzerine yeterlilik tezimi hazırladım. Çalışırken başvurduğum kaynaklar bana, yaptığım işin teorik ve tarihsel boyutunu da öğretti. O tezi yaparken kendi heykelim hakkında çok şey öğrendim. Doğru yolda olduğumu anladım. İstikrarlı bir şeklide hala o yoldayım zaten.

Brancusi "Doğaya giden yollar, en mükemmel yollardır. Ancak gitmesini bilmeyenler için en tehlikelileri olurlar" diyor. Figür çalışmayıp soyuta yönelenler, figürü beceremedikleri için mi yapıyor bunu?

Hayır, hiç sanmıyorum. Figür zordur, onu beceremeyen soyuta yönelir diye bir şey yok. İyi heykel vardır, kötü heykel vardır. 'Bu figürdür, o yüzden iyidir; bu soyuttur o yüzden kötüdür' diyemeyiz. 'Figür olduğu zaman anladım, soyut olduğu zaman anlamadım' der genelde izleyici. Bu da hatalı. Neyi anladı? Bir insan olduğunu mu? Tanıdık ama; iyi mi, kötü mü? Nasıl karar verecek?

Peki o zaman iyi heykel dediğimiz şey nedir?

Her yaptığınız şey heykel değildir. İçinize sinen, hücrelerinize işleyen bir takım kuralları var bunun. Kayıt cihazını kapatalım, biraz düşünmem lazım... Dengeli bir kütledir heykel. Boşluğu, doluluğu ve ışığı vardır. Malzemenin o biçime uygun olup olmadığı vardır. Böyle ilişkiler vardır heykelde. Mekânla ve izleyiciyle ilişkisi, kurgusu, boyutu, duracağı yer çok önemlidir. Bunlar figür için de, soyut için de geçerli.

Anlattıklarınız işi bilenler için. Sıradan izleyici neden bakar heykele? Estetik için mi, duygu için mi?

Bu tabi çok zor bir çizgi. Benim heykellerim geometrik mesela. Kupkuru gelirler, ama değil. Yalnız heykelde bir şey anlatmak resim kadar kolay değildir. Anlatım olarak daha sınırlıdır heykel. Figüre bakan yabancı gelmediği için anladım sanır. İzleyicinin bilgisi ve duyarlılığı ile heykelin örtüşmesi lazım.

Saim Bugay "Bir derdim var, söyleyecek bir şeyim var. Var ki heykel yapıyorum" demişti. Sizin heykellerinizin meselesi, derdi ne?

Benim heykelimde bir söz, bir anlatım yok. Salt heykel. Salt biçim. Biçimle oynuyorum ben. O biçimi de son derece sınırlıyorum. Kareyle, daireyle, üçgenle...

Sizin heykellerinize ne için bakacağız? Duygu ve hikâye için değilse estetik için mi?

Evet estetik için, biçim için bakacaksınız. Doğadan uzaktayım. Benim kendi dünyam var. Bu dünya kavramsal, soyut bir dünya. Minimuma indirilmiş formlar olarak bakabilirsiniz benim heykelime. Sadece zihindeki soyut tasarımlar. Ben bunları uzun bir düşünce sürecinden geçiririm. Benim dünyam böyle bir dünya.

İşçiliği kendiniz mi yaparsınız?

Uzun yıllar kendim yaptım. Ama artık yardım alıyorum. Çünkü boyutlar büyüdü. Dışarıdaki atölyeleri kullanıyorum. Bütün malzeme ve gereçleri kapsayan bir atölyeyi ayakta tutacak gücüm yok.

Heykel geçiminizi sağlamanız için yeterli mi?

Değil. 37 yıldır çalışıyorum. Hadi 40 diyelim. Sattığım heykellerin parasını 40'a böldüğüm zaman geçinemediğim anlaşılır. Ama heykellerim satılıyor. Satılmıyor diyemem.

Heykelden başka bir iş yaptınız mı, geçiminizi sağlamak için?

Hayır, ben yalnızca heykelimi yapıyorum. Çünkü ben evliyim. Evli bir kadın olarak başka işim var: Ev idaresi!

Türkiye'de kadın sanatçı olmak bu açıdan avantaja dönüşmüş sizin için. Kadın heykeltıraş az. Bedensel bir güç gerektirdiğinden belki...

Çok ilginç bir şey söyleyeceğim size. Hiç beklemediğiniz bir şey. Bizim dallarda, resim için de böyle bu, kadın-erkek ayrımı yok. Erkek sanatçılar kadın olduğunuz için size arkasını dönmez. Bizde böyle bir gelenek var. Daha çok kadın sanatçı yetişse de bu geleneğin değişeceğini sanmıyorum. Herkes birbirine çok saygılıdır.

Akademiye dönelim... Mehmet Aksoy 'Heykel Oburu' isimli nehir söyleşisinde "İslam sanatını bile dışarıda gördüm, tanıdım. Ve Türkiye'de Akademi'deki eğitimin eksikliğini derinlemesine hissettim" diyor. Siz akademi eğitimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öyle anlıyorum ki 'Eğitim sistemimizde esaslı bir değişim gerekir' cevaplı bir soru bu. Yalnız o eğitimin ne olduğunun da önerilmesi lazım. Tek başına bu söz çok hoş gelir kulağa ama yeni bir sistem önerilmedikten sonra havada kalıyor. Ben geriye baktığımda o günün olanakları içinde doğru bir eğitim aldığımı düşünüyorum.

Akademiye nasıl, daha doğrusu neye rağmen girdiniz?

Akademiye hukuk fakültesini bırakarak babama rağmen girdim. Çünkü babam hukukçu olmamı istiyordu. 1000 kişilik amfide 2 yıllık bir maceradan sonra akademinin desen kurslarına katıldım. 1962'de. Ve kazandım. Babama sürpriz oldu ama sonradan o da çok mutlu oldu.

Şadi Çalık 'Ressam olursan heykeltıraş olamazsın ama heykeltıraş olursan resim yapabilirsin' diyerek heykele yönlendirmiş kimi öğrencileri. Siz de resim-heykel ikiliğini yaşadınız mı?

Evet ikilik yaşadım. Akademiye girdiğimde heykel mi, resim mi seçeceğimi bilmiyordum. Atölyeleri dolaşırken heykel bölümü bana çok sıcak geldi. Resme de gidebilirdim ama dediğim gibi Şadi, Zühtü ve Hüseyin Beyleri çok sevdim; heykel eğitimi almaya karar verdim.

Seyhun Topuz'un 4 Nisan'da Ankara Nev'de açılan heykel sergisi 30 Nisan'a kadar sürecek.

'Heykele dikkat çekmek...'

Seyhun Topuz, önceki gece Hürriyet Medya Towers'ta ödülünü aldı. Seyhun Topuz'a ödül heykelciğini Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay sunarken, Aydın Doğan da ödülün parasal karşılığı olan 50 bin YTL'lik çeki verdi. Seyhun Topuz, 'Ödülün bu yıl heykele ayrılmasını, bu sanata ilgi çekmek bakımından çok değerli bulduğunu' söyledi.

Jülide Karahan

19 Nisan 2008/Radikal

Hiç yorum yok: