12 Eylül 2009 Cumartesi

Sahne ışıkları altında 15 dakika

Mezuniyet kıyafeti için kısalı uzunlu, pembeli mavili bir sürü model denenir de en sonunda yine vitrinde ilk görünen o sarı elbise seçilir. İlk görünen, denenen, deneyimlenen başkadır çünkü. İlktir. İlkliğin biricikliğini sindirmiştir. İlk ve tek kare de öyle. Sihirli. ‘One Shot İstanbul’un (Tek Çekimde İstanbul) mimarı, New York’ta yaşayan İsveçli fotoğrafçı Alexander Berg için de öyle olmalı...


Berg’in geçtiğimiz kışın soğuk günlerinde Beyoğlu Rumeli Han’da açtığı geçici stüdyosu, mezuniyet kıyafeti alır gibi heyecanlandırdı İstanbullu sanatseveri. “Sen de tek anın karesi ol; Alexander Berg kamera karşısına geçmek isteyen herkesi bekliyor.” yazılı afişleri görüp Rumeli Han’ın yolunu tuttu epey kişi. Günler öncesinden hazırlananlar mı dersiniz, olduğum gibi görüneyim diyenler mi? Kimi mahallenin duvarına asılmış afişte görmüş, kimi internette okumuş, kimi de eş dosttan duymuş ilanı. Berg, projenin isminden de anlaşılacağı üzere sadece tek bir kare istemiş her bir ziyaretçiden.


Stüdyo’nun yanı sıra İstanbul’un çeşitli sokak ve mekânlarında; kendisini bu şehrin bir parçası olarak gören yediden yetmişe herkesle çalışan sanatçı; Mezopotamya Kültür Merkezi’nden bir evsiz barınağına, yetimhaneden mevlevihaneye dolaşıp türlü çeşit insanın portresini hapsetmiş makinesine. Sonrası malum. ‘Polaroid Type 55’e hapsolan fotoğraflar basılmış bir bir. Ve aralarından seçilen 90 kareyi; 17 Eylül - 25 Ekim tarihlerinde Taksim metrosunun yürüyen bantlar katında sergilemeye karar vermiş sanatçı.


Fotoğrafları henüz görmedik. Ama sanatçının web adresindeki (www.alexberg.com) siyah-beyaz ve renkli 18 ayrı örnekten hareketle bir fikrimiz var yine de. Öğrenci, kasap, dansçı, derviş… Tüm İstanbul sanki derlenmiş. Biri Müslüman, biri Yahudi, biri Hıristiyan üç kız arkadaş yere yatıp yepyeni bir yıldız oluşturmuşlar mesela ki bu, tam da Berg’in hayalindeki kareymiş. Sanatçının portresini çektiği İstanbullular arasına nasıl olmuşsa Cemil İpekçi, Sinan Çetin, Nurgül Yeşilçay ve Okan Bayülgen gibi ünlüler de karışmış.


Çekimlerde herkese dört soru sormuş Berg: ‘Nerede doğdunuz?’, ‘Şu anda yaşamınızın hangi noktasındasınız?’, ‘Kitapta yer alması için söylemek istediğiniz bir şey var mı?’ ve ‘Fotoğrafınıza ne isim vermek istersiniz?’ En zor kısım ise her zamanki gibi belli. Hani fotoğraf çektirirken güvensizlikler açık olunur; güzel, zayıf ve genç görünmek istenir… Fotoğraf makinesi karşısında insanın tüm varlığı ve tabii yokluğu görmek ve görülmek üzerine kurulur… Aslolan kişinin üç boyutlu varlığı değil, o varlığın iki boyuta ne ölçüde ve nasıl taşınabildiği olur… Ve tıkanır. Fotoğraf sadece görüntü olarak kalır. İşte tüm bu tıkanıklıkları “Gözlerindeki rahatlık hissini yakalamadan deklanşöre basmam” diyerek aşmış sanatçı. İnsanları rahatlatan anahtarı cebinden çıkarıp kilitleri bir bir açarak bertaraf etmiş tüm ürkeklikleri. Üstelik bunu 9’a 12 gibi büyük format bir makineyle başarmış. Sokaktan geçeni stüdyoya çekip Warhol’un sözünü ettiği o ‘sahne ışıkları altındaki 15 dakika’yı karşısındakine hissettirebilmiş. Ama belli ki bunu yaparken her bir portreyle o ‘15 dakika’dan çok daha fazla uğraşmış.


Doğu, Batı ve tam ortası

Berg’in New York ve Pekin’den sonra Contemporary İstanbul kapsamında İstanbul’da nihayetlenen ‘One Shot’ projesi için daha epey bekleyebilirdik aslında. Eğer Polaroid, 2008 Şubat’ında iflas edip üretimini durdurmasaydı… Çünkü sanatçının aklında İstanbul’dan önce Arjantin, Capetown, Dubai ve Moskova’nın yüzleri vardı. Ama elinde sadece 1400 film kaldığını fark edince tek atışlık şansını ilk iki şehrin başlattığı hikâyeyi ‘Doğu, Batı ve tam ortası’ şeklinde tamamladığı düşüncesiyle İstanbul’da denedi sanatçı.


Bir de Berg’in kullandığı filmin artık üretilmiyor olması insanın üzerinde hafif bir nostalji etkisi yapıyor. Varsın yapsın. Üşenmeyip hatırlarız: Niepce’in 1826’da sekiz saat pozlamayla elde ettiği o ilk fotoğrafı, sonra Fox Talbot’un ‘fotojenik desen’lerini ve portre fotoğrafçılığının babası Disderi’nin 1850’lerdeki resimli kartvizitlerini… Taşınabilir ilk makineleri sonra; ilk dijital fotoğrafları ve yok oldukça yenilenen nice teknolojiyi...


20 yıl önce o kaba saba polaroid makinelerin içinden fotoğraf çıkması ne demekti, ne büyük bir mucizeydi… Şimdi dijital bir denizde yüzüyoruz adeta. Sadece tek bir kare ne demek… Nasıl bir farkındalık? Nasıl da az rastlanır dürüst ve kusursuz bir samimiyet? İyi de çıksa, kötü de çıksa tek kare. Gözünüzü kırpsanız, dudağınızı büzseniz de tek kare. Beğenseniz de beğenmeseniz de tek bir kare. Bu açıdan düşünüldüğünde fotoğrafçı açısından tam bir ustalık göstergesi bu proje.


Berg bu ustalığı 70’ine merdiven dayamış fotoğraf mentorundan almış olmalı. Çünkü rivayete göre 1950’lerde başka bir fotoğrafçıya asistanlık yapan mentor kişi, bir çekim için sekiz saatlik uçuşla Teksas’a gitmiş, kamerayı kurmuş ve fotoğrafçının tek bir kare çekmesinin ardından geri dönmüş. Zamanın asistanı mentor, neden sadece tek kare çektiğini sormuş fotoğrafçıya. O da istediğini elde ettiğini söylemiş. Çektim, bitti. Eyvallah.


Şimdi isteyen 17 Eylül’e dek www.alexberg.com’dan bir sergi önizlemesi yapabilir. İstemeyen zaten nasılsa bir şekilde Taksim metroyu kullanıp Berg’in fotoğraflarını görecektir.

DENİZ ILGIN

PHOTO DİGİTAL / EYLÜL - EKİM 2009

......

Hiç yorum yok: