27 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Kelime Bir Hikâye

Sunay Akın’ın yeryüzündeki tüm kelimeler için anlatacak bir hikâyesi var
Sunay Akın, insanlığın ortak birikiminin üzerine çöken tozu silkeleyip pırıl pırıl hikâyeleri günışığına çıkaran biri. Yazar, şair, çocuk ve baba ama en çok hikâye anlatıcısı... Bulduğu her bilgi kırıntısını cebine küçük kumaş parçaları gibi doldurup onlardan yepyeni öyküler çıkarıyor. Her biri gerçek olamayacak kadar ilginç öyküler bunlar. Son kitabı ‘Ay Hırsızı’nda; 1960’ların gizli kahramanından Piri Reis’e, Cervantes’ten Mimar Sinan’a kimler yok ki! Buluyor, derliyor, topluyor ve anlatıyor. Onca bilgi kırıntısını çağrışım zinciriyle birleştirip bugüne getiriyor ve çayımızın şekerine atıveriyor. Bir çay içimlik vakitte biz bir kelime söyledik, o bir hikâye anlattı…

Düğme
Ben bir terzi çocuğuyum. Babamın terzi dükkânını çok sever, oradan çıkmak istemezdim. İlk oyuncaklarım düğmeler oldu hep. Mandalları asker, metal düğmeleri de onların kalkanı yapardım. Ve asıl; Trabzon’da bir genç kız ceket diktirmek için Terzi Tuncay’ın kapısından içeri girer bir gün. Giriş o giriş… Malum bordo ceketin üç düğmesi var. Ben ortancasıyım. Ve o cekete her baktığımda aile fotoğrafımı görürüm.

Kömürlük
Çocukluğum Trabzon’da geçti. Trabzon’da sokaklar yokuştur; koşup oynanmaz. Teraslar düz diye çocuklar oraya çıkar. Kömürlükler de teras katında olur. Ve ben ilk şiirimi kömürlüğümüzün kapısına yazdım. Dokuz yaşındaydım. İstanbul’dan Trabzon’a bir memur kızı gelmişti. Onun dikkatini çekebilmek için terastaki kömürlüğün kapısının içine adının harflerinden oluşan bir şiir yazdım. Ne yazık ki bizden sonra o eve taşınanlar sert geçen bir kışta içindeki odun kömürle birlikte kapıyı da yakmışlar…

Uçak
Trabzon’a haftada iki gün uçak gelirdi. Terastan bakar, heyecanla izlerdim onu. Çok isterdim uçağa binmeyi. Kâğıttan uçak yapıp terasa koymaya başladım sonra sonra. Uçacağıma gerçekten inanıyordum. Hatta içine reçelli ekmek koyuyordum yolda acıkınca yemek için. Karıncalar üşüşürdü, ben yeni ekmek sürerdim. O reçelli ekmekler ele verdi beni ve uçağa binip Ankara’ya gittik. Çocuk Ruh Doktoru Atalay Yörükoğlu’na… Uçağa bindiğim o günü unutamam. Düşlerim gerçek olmuştu, başarmıştım.

Kolonya
Babam bir gün evdeki reçeller gibi birbirinden güzel kokan rengârenk sular doldurdu şişelere. Dükkânda kolonya satmaya başlamıştı. Çünkü artık bir şeyler yetmiyordu. Hazır giyim, terziciliği öldürüyordu. Hayatımıza rengârenk kolonyalar girdi. Sevindik bile… Hep derim ben, ‘geçim derdi olanların renkli bir hayatı vardır’ diye... Onların üstü başı, kazağı, hırkası da rengârenk olur.

Mahalle
Evin en güzel odasıdır mahalle. Ben mahallede büyüdüm. Mahalle baskısı falan yoktur; mahallenin korumacılığıdır, sevgisidir o. Acıkınca herhangi bir kapıyı çalıp ekmek isteyebilirsiniz. Herkes evinin önünü süpürür, insanlar birbirini tanır, sohbet eder. Bir yerde bakkal, manav ve esnaf varsa orada yalnızlık yoktur. Sitelerde nefes alamam ben. Öyle yerlerde oturmak korkulu rüyamdır. Mahalleden koparsam yaşayamam. Bakkalı, manavı, kasabı, yani sohbeti ararım.

Künefe
O nedir öyle? Tatlıların piridir künefe. Böyle bir şey olamaz. Askerliğimi Hatay’da yedek subay olarak yaptım ben. Hatay’ın künefesi meşhurdur. Sabah akşam, her izinde künefe yerdim. Eskiden bilmediğimden pek sevmezdim. Ama Hatay’dakini yedikten sonra daha önce hiç yemediğimi anladım. Orada çok şey anladım ben. Hatay’ın Akdeniz havzasının başkenti olduğunu, kültürlerin nasıl iç içe geçtiğini, kasaba yaşantısının güzelliğini, dalından portakal yemeyi, Anadolu insanını… Yaşayacak üç günüm kalsa birini mutlaka Hatay’dan seçerim.

İmza
Yeniden yaşamak istediğim günlerden biri de evlendiğim gündür. Sevdiğim insan yanımda, aşkımızı ilan etmişiz, kimseden saklımız gizlimiz yok... Bir de tebrik kuyruğunda Cemal Süreya var. Ben zamanında ondan imza alabilmek için ne çok beklemiştim. Ve o benim imza günümde sırada. İlk imza günümde… Nikâh imza günüdür de ayrıca.

Harita
Haritalara bayılırım. Hatta onları kitaplardan daha çok severim. Haritalar edebi metinlerdir; okumasını bilene. Çocukken de saatlerce atlas okurdum. Dağlar, nehirler, şehirler üzerine hayaller kurardım. Benim hayal gücümü en çok haritalar geliştirdi. Dışarıdan bakan biri için haritaya bakan çocuktum belki ama ben haritanın içindeydim. Denizlere dalıyor, dağlara tırmanıyor, zirvelerdeki karların soğukluğunu avuçlarımda hissediyordum.

Daktilo
Babamın ortağı rahmetli İsmail Amca daktilosunu bana vermişti. İlk şiirlerimi o daktiloda temize geçiyordum. Sanırım lisedeydim. Trabzon’da halk ozanı Kara Haydarlar ailecek oturmaya geldiler bir gün. Kara Haydar’ın altı yaşındaki oğlu odama girdi, bir köşeye oturdu. Ben çalışırken 10 – 15 dakika hayran hayran izledi ve ne dese beğenirsiniz: “Uy, ne güzel çalaysun!” Müzik aleti sanmış, dinliyor daktiloyu…

Oyuncak At
Ayşegül’ün bir serüveni “Ayşegül yağmurlu ve fırtınalı havalarda tavan arasında oynamayı çok severdi.” cümlesiyle başlardı. Bir de sayfada çok güzel, rengârenk bir tavan arası resmi vardı. Sallanan bir tahta at, bebek, beşik, valiz… Yine Trabzon’dayım ben. Neredeyse her gün yağmur yağdığından sokakta oynayamazdım ve o resme bakarak hayal kurardım. Keşke böyle bir tavan aramız olsa, orada sallanan bir at dursa diye. Ve bugün Oyuncak Müzesi’nin tavan arasında sallanan bir tahta at var.

Arşiv
Hafızamız belleğimizdir. Kitap, dergi, gazete; elime ne geçerse biriktiririm. Bir kitabı 9 - 10 kez aldığım olmuştur. Kitap elimde haşat olur çünkü. Yavaş yavaş, ilmek ilmek örülür bilgi. Örmek yıllarımı alır. Bir kitabımdaki tek bir yazı bile yılların ürünüdür. İlk başta ne yazacağımı ben de bilmem. Bilgi ortaya çıkıp diğerleriyle birleşir. Hepsi nihayetlenmez. Kazandıklarım kitaba girer, kalanları kaybederim. Ama zaten yolun sonunu değil, yolun kendisini; kitap yazmış olmayı değil, yazıyor olmayı severim.

Simit
Yurtdışı seyahatlerimde en çok özlediğim şey simittir. Türkiye aklıma hep simitle gelir. Her yörenin simidi farklıdır ve hepsi birbirinden lezzetlidir. Simidin arkadaşı benim için peynir değil; zeytindir. Yanında da demli bir çay… Çok özlerim. Bir yerlere gittiğimde, şöyle üç – beş gün geçse burnumda tüter simit kokusu. Döner dönmez hemen simidimi alır, zeytinimi bulur, çayımı koyarım. Bu keyfi en güzel sofralara değişmem.

Jülide Karahan

Şubat 2010/Anadolujet

Hiç yorum yok: