81 yıldır dünya, 62 yıldır da tiyatro sahnesinde olan Yıldız Kenter; “İçimde sanki bin kişi var” diyor ve ekliyor: “Oynadığım her karakterde, tanıştığım her insanda kendimden bir parça görüyorum.
Soğuk bir cumartesi sabahında çaldık kapısını. Erkenceydi biraz; çoktan uyanmıştı ama kahvaltısını etmemişti daha… Bizi koltuklara yerleştirdi ve ellerimize kahveleri verdi. Bebek’te boğaza bakan evinin her yeri silme çiçekti. Biz çiçekleri izlerken o hazırlanıp geldi. Ve yaramazlık yapmış bir çocuk gibi itiraf etti: Öylesine açmıştı aslında televizyonu. Ama takılıp kalmıştı işte. Başrollerini Marlon Brando ile Anthony Quinn’in paylaştığı ‘Viva Zapata’, onu ekrana kilitleyivermişti. Şu kadarcık bile eskimez mi bir film? Öyküsü ve heyecanıyla hâlâ böylesine taze. Tıpkı Yıldız Kenter’in kendisi gibi…
Ne zamandır bu evdesiniz?
1964’ten beri galiba. Evet, evet… ‘Pembe Kadın’ı oynadığım sene gelmiştim.
Evin en çok hangi köşesini seviyorsunuz?
Her köşesini. Ev çok önemli benim için. Her köşesiyle ilgilenir, her işi kendim yapar, düzeni tek başıma sağlarım.
Ne kadar düzenlisiniz?
Mutfağa da o yüzden baktın değil mi? Evet, epey... Düzensiz bir hayatım var. Onun için en azından evim düzenli olsun istiyorum. Aslında az eşyalı evleri severim. Ama yaşlandıkça kalabalıklaşıyor evler. Anılar birikiyor. Atamıyor, satamıyor insan. Çok çiçeğim var, onlardan vazgeçemiyorum bir kere. Özellikle balkondakilerden. Ama şu koltuklar gelince ev biraz tıkış tıkış mı oldu ne?
Çok eleştirir misiniz kendinizi?
Çok. Didik didik… Eleştirmiyorum da görüyorum diyelim. Kendimi de başkalarını da görüyorum.
Sahnede aldığınız ilk eleştiri hatırınızda mı?
Nasıl unuturum? Okuldan balon gibi şişirilerek çıktım. Sınıf atlattılar hatta bana. Mezun olunca da bir iğne yedim ve puf diye söndüm. Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’ adlı oyununda Olivia’yı canlandırıyordum. ‘Çok güzel fakat ağzını açmasın’ dediler benim için. Sesimi beğenmediler yani. Tavus kuşuna benzettiler hatta... O da güzel ve görkemlidir ama sesi pek fenadır ya… Sonra alıştılar gerçi. Şimdi güzel bulan bile var.
Kaçınılmaz soru: Bu kadar inat ve istekle sahnede kalmak… Bu nasıl bir şey?
Oyunculuk alışkanlık yapar. Rahatlatır insanı. Ağladıktan sonra hissettiğiniz tuhaf hafiflik gibi. Oyunculuğun mistik bir yönü vardır. Arınır, kendinizi tanır, içinizde bir güç hissedersiniz. Oynadıkça hayatınız katlanır, çoğalır. Her rol rahatlatır, mutlu eder insanı. Her seferinde başka bir tarafınızı fark eder, kendinizi biraz daha tanırsınız. Ve inanın bu vazgeçilmez bir şeydir.
Oyunları seçerken seyirciyi ne kadar düşünüyorsunuz?
Ne yaparsam yapayım bunu birisiyle paylaşmazsam çok güzel, çok tam olmuyor. Ben elmanın yarısıyım. Diğer yarısını tamamlamak gerekiyor. Paylaşmak mecburiyetindeyim. Seyircisiz tiyatro olmaz. Ben önce kendi beğendiğim ve sevdiğim; sonra da seyircinin seveceğini düşündüğüm/sandığım oyunları seçiyorum. Dikkat ettiğim en önemli şey insan. İnsan mı var yoksa kukla mı? Duygusuyla, düşüncesiyle, tavrıyla, bedeniyle herkese benzeyen bir insan var mı sahnede? Önemli olan o. Herkesin, seyrettiğinde kendini bulacağı insandan söz ediyorum. Lady Macbeth’te hiç yokum diyebilir misiniz mesela? Ben hiç öyle düşünmedim, hiç öyle hissetmedim diyebilir misiniz? Kötülük yapmazsın, o başka. Ama içinden geçirmişsindir mutlaka. Ben her rolde hep kendimi oynarım. Çünkü bende her karakterin özelliğinden bir parça var. Bir parça zayıfım, bir parça güçlü; bir parça korkağım, bir parça cesur.
Son oyununuz ‘Kraliçe Lear’daki Jane’e bir parçadan biraz daha fazla mı benziyorsunuz?
Ezber sorunum hiç olmadı benim ama evet; oyunu yazan Eugene Stickland, yaşlı bir arkadaşına söz vermiş ve ‘Kraliçe Lear’ı doğum günü hediyesi olarak yazmış. Oyunu, Kanada’da eğitim görürken izleyen İzmirli bir hayranım gönderdi bana. Sevdim, sıcak buldum… Belli bir yaştan sonra sinemada da, tiyatroda da rol bulmak kolay olmuyor zaten; kaçırmak da istemedim. Yazar oyunun galasına geldi ve ne dedi biliyor musunuz? “Aslında oyunu sizin için yazmışım.”
Tiyatro mutfağını anlatan oyunları seyirci pek sevmez derler… Bu oyun ne kadar sevildi?
Bu benim lafım. Evet, o oyunları sadece tiyatrocular sever ne yazık ki. Seyirci bir sanatçının yaşamıyla pek alakadar değil galiba. ‘Kraliçe Lear’ ise henüz çok yeni; tepkileri ölçmek için erken.
Sahnede hâlâ bu kadar…
Bu da tuhafıma gidiyor. Hâlâ, hâlâ… “Hâlâ araba kullanıyor musun?” Kullanıyorum. “Hâlâ mı yürüyüşe çıkıyorsun?” Çıkıyorum. “Hâlâ mı? Otur artık ya.” Niye oturayım? Ölümü mü bekleyeyim? Kaybede kaybede gittiğimizi kabul etmek lazım ama elimizden gelenleri yapmamak niye? Gülümseyerek gitmeli, başka çare yok.
Eksik kalan bir şey var mı?
Kendime dolu dolu ayırdığım zamanım çok az oldu, o biraz eksik kaldı. Yeni yeni yapıyorum… Mesela geçen sene Prag’a gitmek istedim ve gittim. Bir haftalık Prag tatili hediye ettim kendime. İnanılmaz büyülü bir şehirde, hiçbir şey yapmadan sadece müzeleri dolaşarak koca bir hafta geçirdim. Şatolar, müzeler, sergiler… Çok güzeldi. Duyardım dostlardan, özellikle kızımdan ama vakit bulamamıştım daha önce gitmeye. Bu bahar da Vietnam’a gitmek istiyorum. Ama bakalım, düşünüyorum daha…
Kent Oyuncuları
11 Ekim 1928 İstanbul doğumlu Yıldız Kenter, babasının işi nedeniyle küçük yaşta Ankara’ya taşındı ve Ankara Çocuk Kulübü’nde tiyatroya başladı. Ankara Devlet Konservatuarı’nı sınıf atlayarak bitiren sanatçı, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda tam olarak 12 Aralık 1948’de Shakespeare’in ‘On İkinci Gece’si ile profesyonel oyunculuğa adım attı. Pek çok ödülün sahibi olan ve 1981’de Devlet Sanatçısı unvanını alan Yıldız Kenter; kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör’le birlikte kurduğu ‘Kent Oyuncuları’ bünyesinde çalışmaya devam ediyor.
Jülide Karahan
Şubat 2010/Skylife
.............
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder