Geçtiğimiz günlerden, tam tarih vermek gerekirse 12 Eylül’den bu yana; ucundan kıyısından da olsa bir şekilde dâhiliz bienale. Bir kez daha çağdaş sanatı izleyip yerleştirmeleri anlamlandırmaya, videoları sıkılmadan sonlandırmaya ve satırlarca açıklamayı okuyup anlamaya çalışıyoruz. Ve tabii ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunu kişisel tarihimiz elverdiğince cevaplamaya…
Karşımızda 40 ülkeden 70 sanatçının 141 projesi duruyor ve her biri bizi bir başka tarihsel mesele üzerinde kafa yormaya zorluyor. Ayaklarımız yoruluncaya dek metinleri okusak da son noktaya ulaşmamız pek öyle kolay değil. Ya da pek bir tembeliz. Şimdi; sıkılıp bunaldıklarımız bize, irdeleyip beğendiklerimiz size…
Bir kere, Canan Şenol’un Antrepo No:3’teki 18 yaş üstü ‘İbretnüma’ isimli animasyonlu videosunu hayranlıkla izledik. Sanatçı, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan fakir bir ailenin inanılmaz güzellikteki kızının hikâyesini ‘Binbir Gece Masalları’ tadında anlattıkça anlatıyor. Videoda, çoğu orijinallerinden uyarlanmış ve kolajlı parçalarla birleştirilmiş klasik Osmanlı minyatürleri mevcut. Görsel bir şölene dönüşmekle yetinmeyen yapıt, taşları tek tek gediğine koyuyor üstelik. Aydan Murtezaoğlu ve Bülent Şangar’ın ortak çalışması ‘İşsiz İşçiler’de ise ‘işsiz ve eğitimli’ gençlerin anlamsız eylemlerine şahitlik edip şaşırmadık elbette; sadece, işte öyle…
DEFTERDEN SİLİNEN DÜŞÜNCELER
Hırvat küratör kolektifi WHW (What, How & for Whom /Ne, Nasıl ve Kimin İçin) niyetini, bienale eşlik eden metinlerinde (katalog ve web sitesi) gayet güzel ve net açıklamıştı aslında. Özetle şöyle: “Eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu bir düzen gerçekleşebilir ve bu düzen sadece ve sadece komünizmdir.” Küratörlerin sağa sola serpiştirdikleri slogan ve politik içerikli söylemlerle desteklediği bienalin dili; bu açıdan bakınca oldukça belgesel, sert ve eleştirel. Bienalin belgesel niteliği küratörlerin bizzat bienali sorgulamalarından belli. Sanatçı profili, küratör ücreti ve bienalin bütçesi apaçık ortada ve tartışmaya sonuna kadar açık. Yeri gelmişken söyleyelim: 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin bütçesi, 20 Ağustos itibariyle 2.050.299 Euro.
Hal böyle olunca ülkenin aydın, öğrenci, sanatçı ve siyasetçileri; borçlarını tahsil etmeden defterden sildikleri düşünceleri yeniden ve hararetle tartışırken buldular kendilerini. En büyük pay yine bienalin kendisine düştü. İlk tepkiler, küratörlerin kullandığı anti-kapitalist dil ile bienalin kapitalist finansörlerinin dili arasındaki ‘çelişki’ye odaklandı. Madalyonun öteki yüzündeki birinci adam, yani Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç ise bu konuda verdiği tek söyleşide; (Skylife Business Ekim sayısı) “Evet, sanat ile sermayenin ilişkisi vardır…” demiş ve en usturuplusundan eklemiş: “Sponsorluktaki en önemli hedeflerimizden biri, güncel sanatın toplumun birçok kesiminde daha iyi anlaşılmasını sağlamak.” Üstelik tüm bu açıklamaları nerede yapmış dersiniz? Bienalin en fotojenik ve politik alanlarından biri olan ‘Erörist Kabare’ dekoru içinde.
‘Erörist Kabare’; 1997’de bir grup görsel sanatçı, şair, kuklacı ve oyuncu tarafından Buenos Aires’te kurulan ‘Etcétera’nın eseri. Bir tiyatro sahnesi olan ‘Erörist Kabare’nin içinde entelektüeller, sanatçılar, devrimciler ve eşyalar umutlarını tartışıyor. Gayet gerçeküstü bir biçimde… Şöyle ki şişeler düşünüyor, masalar sohbet ediyor, bardaklar insanları içiyor. Duvardaki küçük resim “Sanatı hayata, hayatı sanata geri vermeliyiz.” diye seslenirken bir fincan çay “Önce oturup reklamını yaptığın o sponsorları düşün.” şeklinde azarını çekiyor. Şarap şişesi zaman zaman kendini çok boş hissettiği bu gerçeklik komedisinde sandalyeler grev hazırlığında…
BİENALE VİZÖRDEN BAKMAK
Çağdaş sanatta fotoğraf kullanımının ne denli yaygın olduğunu, üstelik de bunu yapanların başka disiplinlerden gelen sanatçılar olduğunu kabullendik artık. Çağdaş sanat; insanla, sokakla ve şimdiki zamanla ilgili. Tüm bunları en iyi anlatanlardan biri de fotoğraf. Ortada fotoğraf varsa görüntü gerçek hayattan alınmıştır. Nokta. Bienalde izlediğimiz (hepsini sonuna kadar değil tabii ki) 20 saatlik film ve videoya rağmen fotoğraf hâlâ tüm dinamizmiyle ‘ben buradayım’ diyor. Bu kesin.
Ortası yenmiş ekmek dilimi, bienalin en meşhur işlerinden biri. Yaşamın ve emeğin ama aynı zamanda güvensizlik ve fakirliğin simgesi olarak ekmeğe dair metaforları canlandıran bu küçük ama anlamlı, gösterişsiz ama güçlü çalışmanın sahibi Hans-Peter Feldmann. Sanatçının bienaldeki bir diğer işi ise fotoğraf üzerine: ‘Portre. Bir Kadının 50 Yılı’. Karşımızda bir kadının çocukluğundan elli yaşına kadar çekilmiş ve kronolojik olarak dizilmiş 300 kadar fotoğrafı var. Varlık, gençlik, zaman ve ölüm kavramlarını sorgulamak bir yana; yabancı bir kadının geçmişine yaptığımız bu yolculukla, Avrupa’nın savaş sonrası neslinin hafızasına da sızıyoruz aslında.
Bienaldeki güçlü fotoğraf işlerinden bir diğeri Feriköy Rum Okulu’nda çıkıyor karşımıza: ‘Dobromierz ile Etkinlikler’. KwieKulik ikilisi; oğullarını, doğduğu 1972 yılından 1974 yılına kadar çeşitli şekillerde fotoğraflamış. Çok sayıda slayttan oluşan (700 renkli ve 200 siyah-beyaz) çalışma; tuhaf ve rahatsız edici görüntüler içermesine rağmen sonuna kadar, yani neredeyse yarım saat boyunca izlettiriyor kendini. Dobromierz’i bir nesne-çocuğa dönüştüren görüntüler, sanatla hayat arasındaki sınırların alabildiğine zorlandığı örneklerden biri.
Sanatla hayat arasındaki sınır nereye kadar zorlanabilir? Cevap için 8 Kasım’a dek 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni ziyaret edin. Bakarsınız ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunun cevabı da çıkıverir karşınıza…
DENİZ ILGIN
PHOTO DİGİTAL / KASIM-ARALIK 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder