24 Kasım 2009 Salı

“YENİDEN DOĞDUM”


Müzisyen Anjelika Akbar’ın Türkiye’ye ayak bastığı gün takvimler, 4 Aralık 1990’ı gösteriyordu. Sanatçının o gün için kurduğu cümle şu: “Yeniden Doğdum.”



Müzisyen Anjelika Akbar, 8 - 9 yaşlarında küçük bir kız çocuğuyken şu soruyla karşılaşır: ‘Eğer bir sihirli kibritin olsa ve onu yaktığında dileğin gerçekleşse ne dilerdin?’ Akbar’ın aklına ilk, anneannesinin uzun yaşaması ve bir köpek almak gelir ama durup düşünür… Sonunda bulur. Dileği, sihirli kibritlerle dolu bir kibrit kutusudur. Dünyanın tüm dertleri için bir kibrit ve sona geldiğinde bir kibrit kutusu daha… Bir köpek alan Akbar’ın anneannesi hâlâ sapasağlam. Diğer dilekler içinse kibrit yerine notalar var elinde. İnsanlara klasik müziği sevdirmek ve onları mutlu etmekse başardıkları dâhilinde.


Çocukluğunuzun en büyük cezası piyanodan uzak durmakken fotoğraf çekimlerinde piyanoyu istememek niye?


Birkaç yıldır uygulamaya çalıştığım bir şey bu. Pek çok kişi beni, basında çıkan fotoğraflarda piyano başında gördüğü için, piyanist sanıyor. Özellikle müzisyenler arasında ‘sadece’ piyanist olarak anılmaktan rahatsızım. Piyano kendimi ifade ettiğim müzik aletlerinden biri. Her şeyden önce besteciyim ben. Dört yaşında beste yapmaya başladım, on yaşından itibaren de bu konuda eğitim aldım. Yüzlerce bestem var ve aralarında senfonik eserler de bulunuyor.


Kendinizi hayatta hangi sıfatla var ediyorsunuz dersek, cevabı ‘besteci’ mi olacak?


Evet, öncelikle besteciyim ve hayatta kendimi öyle var ediyorum. Ama tabii zannetmeyin ki kendimi gururla sunuyorum… Aksine, aracı olduğumun da farkındayım. Müzik bizim içimizde değil, evrende. İyi eğitim, yetenek ve duyarlılık sayesinde var olan müziği algılıyorum. Aracıyım. Müziği bir yerden çekip diğer tarafa, notaların yardımıyla tercüme ederek aktarıyorum.


‘İçimdeki Türkiyem’ isimli albüm-konser-kitap projenizde aktaracaklarınız neler?


Sevdiğim, şaşırdığım, üzüldüğüm; yani bende iz bırakan her şeyi bu projede aktaracağım. Bunun için İstanbul’dan sonra Eskişehir, Ankara ve İzmir’e gidiyorum. Ardından da Kars, Van, Adana, Hatay, Antalya ve Kaş’a… Sonra da belki yurtdışına. Uzun soluklu bir proje bu.


Soluğu içinde en uzun süre tutan ‘İçimdeki Türkiyem’ kitabı olmalı…


Evet, çünkü aslında proje kitapla başladı. Kitabı üç yıldır parça parça yazıyordum. Baktım ki kitapta anlattıklarıma paralel besteler yapıyorum; ‘neden olmasın’ dedim ve ikili bir anlatımı denedim. Kitap toparlanıyor, albüm hazırlanıyor, konser tarihleri kesinleşiyor. Mutluyum.


Yazma süreci nasıl başladı? Kitabın ilk cümlesi nasıl geldi?


Devamlı not alıyordum. Şaşkınlıklarımı, sevinçlerimi, üzüntülerimi... Bir yabancı olarak Türkiye’yi algılamamla başlayan notlarım buralı olarak devam ediyordu. Defterler dolup taştı. Ama notları kitaba dönüştürecek o ilk cümle bir türlü çıkmadı. O ilk cümle için bir olay olmalıydı, hissediyordum ve… Oldu.


Ne oldu?


St Petersburg Senfoni Orkestrası bir konser için Rusya’dan Türkiye’ye geldi. Ben de konsere gittim ve bir Türkiyeli olarak dinleyici koltuğuna oturdum. Sahnede birlikte büyüdüğüm, aynı ekolden yetiştiğim Rus sanatçılar… Çok duygulandım. Ve konser bitti. Türkler inanılmaz bir coşkuyla alkışlamaya başladı. Ruslar selam için ayaklandı. İki taraf da birbirini şaşkınlıkla izliyordu. Türkler, Rusya’daki sanatın ne kadar büyük ve yüce olduğuna; Ruslar ise Türkiye’de sanata bu kadar değer verilmesine şaşırmıştı. Ben her iki taraf için de müthiş gururlandım. Bir yandan ‘Evet, bizim müthiş bir müzik kültürümüz ve ekolümüz var’ diyordum; diğer yandan ‘Evet, bizim müthiş bir sanat sevgimiz var’. Kendimi futbol maçında her iki takımı da tutan seyirci gibi hissettim. O konser, o hikâye ve o hisler kitabın beklediğim ilk cümlesi oldu. Üç yıl önce…


Oralı mı, buralı mısınız? Ya da bizim deyişimizle ‘Doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi?’

Ben çok uluslu bir ailenin çocuğuyum, dünyayı memleketim sanarak büyüdüm. Ama insanın memleketinde en sevdiği şehir, evinde en sevdiği köşe olur ya; hani kendini en rahat hissettiği. Rahatlıkla diyebilirim ki Türkiye benim için öyle. Dünyanın en rahat ettiğim köşesi…


Dünyanın bu köşesine geldiğiniz ilk güne dönelim…


UNESCO üyesiyken, ekolojik problemleri anlatan uluslararası bir belgeselin çekimleri için ekiple geldim Türkiye’ye. Geldiğimde sekiz aylık hamileydim. Doğum için mecburen kaldım ve tüm hayatım değişti. İki üç ay sonra kalkalım gidelim dedik ama o sırada ihtilal oldu, SSCB dağıldı. Annemler ‘Kesinlikle dönme, burası çok karışık’ dediler. Mahsur kaldım; iyi ki… Bir süre sonra da kendimi evimde hissettim ve dönmekten tamamen vazgeçtim. 1993’te de Türk vatandaşlığına geçtim. O ilk gün 4 Aralık 1990. Benim için çok özeldir. Hâlâ kutlarım…


Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da sergisi açılan Chagall, 20’li yaşlarında Paris’e gider ve şöyle der: “Tekrar doğdum…” 4 Aralık 1990 sizin için öyle bir tarih mi?


Aynen. Yeni bir yol, yeni bir hayat çizgisi... Hiç aklıma gelmezdi. Türkiye’ye yerleşeceğim, Türkçe konuşacağım, hatta Türkçe bir kitap yazacağım… Yüksek lisansımı Türkiye’de yapıp burada bir üniversitede hoca olarak çalışacağım… Düşünebiliyor musunuz? Devlet memuru bile oldum.


O ilk yıllarda Türkiye’de sizi en çok ne şaşırttı?


En çok Türklerin herkese benzemesine şaşırdım. Rus, Avrupalı, Afrikalı, Tibetli, Tatar, Orta Asyalı… Çünkü o zamana kadar Türklerin Araplara benzediğini sanıyordum. Kendi kendime sorduğum sorulardan biri Türklerin aslında kim olduğuydu… Beni çok şaşırtan bir diğer şey de doğum için dünya kadar para vermemizdi. Bu benim için tam bir şoktu. Kapitalist düzenin nasıl bir şey olduğunu da böylece anladım.


Konserlerde de bu hikâyeleri anlatıyorsunuz. Neden? Sahnede kendinizi rahat hissettiğiniz için mi, yoksa izleyici salonda kendini rahat hissetsin diye mi?


İkisine de evet. Sahnede kendimi evimde gibi hissediyorum, dinleyiciler de öyle hissetsin istiyorum. Klasik müzikte dinleyiciyle sanatçı arasında bir duvar vardır ya, onu yıkmak istiyorum. Bir insan bu dünyada yaşıyorsa bir katkısı olmalı. Ekmek yapıyorsa da, beste yapıyorsa da… El ele verip bir şeyler yapmalıyız. Dünya elimizden kayıp gidiyor. Hem ekolojik, hem ahlaki olarak. ‘Dağ başında bestelerimi yapayım, bir gün beni anlayan çıkar...’ Bu çok bencilce bir yaklaşım. İnsanları klasik müziğe birazcık bile yaklaştırdıysam ne mutlu bana.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009

............

Hiç yorum yok: