27 Mart 2010 Cumartesi

ŞAKİR BEY'İN KİTABI

1993 yılından beri İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürüten fotoğrafçı, işadamı, yazar ve kültür adamı Şakir Eczacıbaşı’nı 23 Ocak 2010’da kaybettik. Şakir Bey’in ardından pek çok yazı yazıldı; herkes kendi tanıdığı Şakir Eczacıbaşı’nı anlattı. Şimdi sıra anıları onun kaleminden dinlemekte…

Şakir Bey’in anılarını derlediği kitabı ‘Çağrışımlar, Tanıklıklar, Dostluklar’, Nisan ayında Remzi Kitabevi etiketiyle raflarda olacak. Üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan kitabını, verdiği son röportajlardan birinde şöyle anlatıyordu Şakir Bey: “Uzun bir süre yazıp yazmamayı düşündüm aslında. Ancak o kadar çok şey yaşadım ve gördüm ki... Sonunda iki nedenden ötürü yazmaya karar verdim. İlki, anıların aynı zamanda birer deney olması. İnsanlar yaptıkları deneyleri ve elde ettikleri sonuçları yazarsa bazı insanlara, özellikle de gençlere bunlar üzerine düşünme olanağı tanımış olur. Ben de yeni fikirler, düşünceler verebileceğimi düşündüm. İkinci neden de kitabımın gelirinin İKSV’ye kalacak olması…”

İKSV, Şakir Bey için çok önemliydi. Vakfın Şişhane’deki yeni binası ‘Deniz Palas’ın 40 ay süren restorasyonuyla bire bir ilgilenen Şakir Bey, binanın açılışına rahatsızlığı nedeniyle katılamamış olsa da huzur içindeydi. Festival ve etkinlikler sürdükçe öyle de kalacak…

KİTAPTAN

KÖPRÜDEKİ EV

Kapının ardında küçük bir taşlık bulunuyordu. İlkokula gittiğim yılın yazında, o taşlıkta bir resim sergisi açmak aklıma gelmişti. ... Düşüncemi mahalledeki iki arkadaşa anlatmıştım; onlar da kolları sıvayıp bana katılmışlar, beraberce hazırlıklara başlamıştık. Bizim resimlerimiz bir sergi açmaya yeterli değildi; yöreyi kapı kapı dolaşıyor, çocukların resimlerine bakıyor, güzel bulduklarımızı alıyorduk. ... Açılışa karşıdaki bakkal Ahmet Efendi’yi, fırıncıyı, fırıncının çıraklarını, bizden annemi, Melih, Haluk, Fatma, Raşel, aşçı Emine Hanım’ı ve arkadaşlarımın anne babalarını çağırmıştık.

...Açılışı sabah saat sekizde, babam eczaneye gitmek için evden çıktığında yapmayı tasarlamıştık. Taşlığı silip süpürmüş, iki duvarı da görecek biçimde sandalyeler yerleştirmiş, önlerine de küçük bir sehpa koymuştuk. Annemin dikiş kutusundaki makası, konuk odasındaki içi çikolata dolu kristal şekerliği alıp sehpanın üstüne yerleştirmiştim. Bakkal Ahmet Efendi’nin armağan ettiği kırmızı kurdeleyi kapıya germiş, iki ucundan bağlamıştık. Bir büyük kartona da sergiyi bildiren bir yazı yazıp kapıya asmıştık: “Burada çocuk resimleri sergisi var. Görmenizi istiyoruz.” Açılış konuşmasını yapmasını da babamdan istemiştim.

...Tam sekizde kapının önüne gelen babam, çocukların böyle şeylerle uğraşmasının yararı üstüne kısa bir konuşma yaptıktan sonra kurdeleyi kesip sergiyi açmıştı. Gelenler konuşmayı alkışlamışlar, sonra birlikte sergiyi gezmişler, bizi kutlamışlardı.

Sergi on beş gün açık kaldı; gelip geçenin önüne çıkıyor, çikolata tutup sergiye sokuyorduk. Sanıyorum geçenler, sergiyi görmekten çok çikolata yemeye geliyorlardı. Çocuk sergisini üç yıl boyunca açmıştık; onlar benim ilk sergilerimdi.

KOLEJ ANILARI

1941 Eylül’ü... Ortaöğretime başlamak üzereyim. İstanbul’da annemle Robert Kolej’e giden yokuşu tırmanıyoruz. Bir servi ağacının dibinde, soluk almak için oturduğumuz taş kanepeye oyulmuş İngilizce bir yazı bulunuyordu: ‘Tüm ulusların üstünde insanlık vardır.’ Bu söz, Kolej’de aldığım ilk ders olacak ve yaşamım boyunca aklımdan bir daha hiç çıkmayacaktı.

FOTOĞRAF SANATINA YÖNELİŞ

Leica bir tutkusudur Ara’nın, hepimize bu tutkuyu aşılamıştır. Kimin elinde başka marka bir makine görse, “O oyuncakla mı fotoğraf çekeceksin?” gibi sözler söyler. Ona göre, fotoğrafçılığın ‘Rolls Royce’udur Leica.

Fotoğrafçı dostumuz Şemsi Güner, daha çok stüdyo çekimlerinde kullanılan, büyük format Linhof almayı düşündüğünde Ara’ya “Leica’nın Türkiye temsilcisi Guntenbein, Linhof da satıyor mu?” diye sormuş. Ara’nın yanıtı şöyle olmuş: “Onlar kamyon satmıyor!”

Leica’yı Guntenbein’den aldığım gün, Ara’dan makinenin özelliklerini bana göstermesini istemiş, birkaç saat sokaklarda birlikte dolaşırken onun çalışmasını izlemiştim. Sonraları fotoğraflarım sergilenip yayımlandıkça, kendisine yapıtlarım üstüne ona soru soranlara, “Şakir benim en yetenekli asistanımdır!” demeye başlamıştı.

PANDELİ USTA... KÖR AGOP...

Yemek pişirmeyi sanata dönüştüren büyük usta Pandeli, 6 – 7 Eylül gecesi Eminönü Balıkpazarı’ndaki lokantası yakılıp yıkılınca (Eminönü Balıkpazarı, 1950’lerin ortalarında Unkapanı yolunun açılabilmesi için kaldırılmıştı) o kadar etkilenip üzülmüştü ki, ‘İstanbul’da bir daha lokantacılık yapmayacağını’ basına bildirmişti.
Başbakan Adnan Menderes bunu duyar duymaz, İstanbul Valisi Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ı arayıp “Pandeli hiçbir yere gitmemeli, ona bir yer bulun, mesleğini sürdürmesini sağlayın” demişti. Gökay da Mısır Çarşısı’ndaki lokantayı işletmekte olan Leblebi Mehmet’le anlaşıp orayı Pandeli’ye vermeyi uygun bulmuştu...

...Pandeli’ye yaşamı boyunca hem Türklerden hem yabancılardan çok parlak öneriler gelmişti. Bir gün Balıkpazarı’ndaki lokantaya gittiğimde, orada bulunan bir Amerikalı Pandeli’ye övgüler yağdırıyor ve şöyle diyordu:

“Dünyanın dört bir yanında pek çok lokantaya gittim, hiçbir yerde bu kadar güzel yemek yemedim. Bu büyük usta neden böyle bir yerde kalmış? Onunla yarı yarıya ortak olup New York’un en gözde yerinde bir lokanta açmak istiyorum. Tüm yatırımı ben yapacağım ve onu yönetim işleriyle hiç uğraştırmayacağım. Ben zengin bir işadamıyım, bana güvenin, çok para kazanacağız...”

Çeviriyi ben yapıyordum, “Söyleyin beyefendiye” demişti Pandeli, “Çok teşekkür ederim ama gerekli malzemeyi nasıl bulacağız?”

“Her gün uçakla getirtirim...”

“Uçakla getirtilen sebzelerle yemek yapılır mı? Her sabah kasaptan eti, balıkçıdan balığı, halden sebze ve meyveleri kendi ellerimle seçiyorum. Onların nerelerden getirildiğini biliyorum. Güzel gül sevdiği toprakta büyür...”

Bu sözler karşısında Amerikalı, “Bir şey çok istenirse, çaresi bulunur. Ama görüyorum ki Bay Pandeli zengin olmak için hiçbir girişimde bulunmak istemiyor. Bu köhne yerde çalışmak ona yetiyor” deyip gitmişti.

Pandeli’yse bana dönmüş, “Bu işadamları aşçılığı anlamıyorlar, parayı verince yapılabilir sanıyorlar” demişti.


ARTIK SADECE SANAT VAR

Şakir Eczacıbaşı, 1929’da İzmir’de doğdu; Robert Kolej’deki öğreniminin ardından eczacılık okumak için Londra’ya gönderildi. Aklı fikri sanatta olan Şakir Bey, okulu yarım bırakıp Türkiye’ye döndü ve Vatan Gazetesi’nin sanat ekini yapmaya başladı. 1954’te Onat Kutlar’la birlikte Türk Sinematek Derneği’nin kuruluşuna öncülük etti. 1993’te Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı’na kadar yükselen Şakir Bey, 1996’da iş yaşamından ayrıldı ve İKSV’nin yönetim kurulu başkanı oldu. Artık sadece sanat vardı.



Jülide Karahan

Mart 2010/Skylife

........

Hiç yorum yok: