Semih Kaplanoğlu, ‘Yusuf Üçlemesi’nin son filmi ‘Bal’la 60. Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı’ aldı. Yönetmenle; ‘Bal’ı, ‘Üçleme’yi ve bizzat kendisini konuştuk.
Belki de hissetmiştik. Festivale sayılı gün kala Semih Kaplanoğlu ile Teşvikiye’deki ofisinde buluştuk. Biz ‘neden olmasın’ dedikçe O, ‘bir ihtimal’ dedi ve ekledi: “Filme güveniyorum ama rakipler çok güçlü…” Ve ihtimal gerçek oldu. Bal, 60. Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı’ aldı.
İçinize sindi mi?
İyi oldu. Bal; hem çekim, hem post prodüksiyon yönünden benim ideal şartlara eriştiğim bir film oldu. Üçlüyü düşününce en yoğun çalışma ve emeği Bal’da sarf ettik. Mesela Sanat Yönetmeni Naz Erayda ile üçüncü filmimizdi bu ve Naz ilk defa benim gerçekten ne yapmak istediğimi anladı. Rüyalarla gerçeğin iç içe geçişini ve yapmak istediğimin aslında tam da bu olduğunu…
Filmde dünyayı altı yaşında bir çocuğun bakışından mı göreceğiz yoksa o çocuğa büyük halimizle biz mi bakacağız?
Bal, rüyaların payının olduğu bir film. Çocuğun dünyayı algılaması sadece nesnel duyumlar değil, rüyalardan da besleniyor. Başrolünde çocuk olan filmlerde çocuk duygusunu buluruz genelde ama bu filmde başka bir durum var. Rüyalar da bize bir şeyler söylüyor. Rüya, gerçeklik, çocukluk, yoğun bir doğa, o doğanın içindeki hayat, mücadele… Bütün bunların bir ahengi var filmin içinde ve bu, filmin duygusunu güçlendiriyor. Bal, aynı zamanda Hz. Yusuf ile babası Hz. Yakup’un kıssalarına değiyor. Üçlemenin ilk iki filmi ‘Yumurta’ ve ‘Süt’ ile birlikte düşünüldüğündeyse başka bir şey çıkıyor ortaya. Ama bağlantılar keskin ve net değil. Çocukluğumuzu hatırladığımızda bugün ile çocukluğumuz arasındaki bağlantının yüzeyde ve görünür olduğunu söyleyemeyiz. İnsanın kendini keşfi net ve görünür değildir.
Sizin kendinizi keşfiniz için ne söyleyebiliriz?
Ne söyleyebilirim ki… İnsanın kendini keşfi nefsin faydasızlığını fark etmesiyle başlıyor. Fıtri keşfe giden yol; insanın dünyada nedensiz bir şekilde olmadığını anlaması, öğrenmesi, tecrübe etmesi ve buna inanmasıyla ilerliyor. İnanmakla, hatırlamakla, anlamakla, düşünmekle, en önemlisi tefekkür etmekle… Sonuçta bütün uğraş sevgili olmak için. O’na olan sevgiyi, bağlılığı göstermek ve O’nun mevcudiyetini başkalarına da hissettirmek için...
‘Şu olay, şu film, şu kitap, şu cümle… Karşıma çıkmasaydı filmlerim böyle olmazdı, hatta belki hiç olmazdı.’ Boşluğu nasıl doldurursunuz?
1985 ya da 86’da küçük bir betamax kasetten Tarkovski’nin ‘Ayna’sını izlemiştim. Gençtim, sinema okumuştum, bir sürü film izlemiştim ama ‘Ayna’nın etkisi ve bana verdiği duygu, film yapma niyetimin fiiliyata dökülmesinde en büyük itici güç oldu. O filmde sinemanın aslında başka türlü bir sanat, tamamen manevi bir şey olduğunu gördüm.
İlk filminiz ‘Herkes Kendi Evinde’nin ardından gittikçe sadeleşen bir sinema diliyle karşı karşıyayız. Yaptıkça ne yapmak istediğinizi daha iyi mi anlıyorsunuz?
Aslında ana kaynak şiir. Hani şu olay, şu film, şu kitap, şu cümle diye sormuştunuz ya; şiir bana bütün yolu açtı. Bitmiş bir şiir tamdır ve bir virgül bile ona fazla gelir. Şiirde kelimelerden oluşmuş bir ahenk vardır ve o kelimeler aslında dile karşıdır. Çünkü dil, konuşmak demek; yani bizi birbirimizden ve kendimizden ayıran şey. Dilin mahkûmiyetinden kurtulmak önemli. Resim, dilin mahkûmiyetinden bizi kurtarır; sinema ve şiir de keza... Sayfalarca yazıyı üç satırlık şiir karşılar. Sadeleşme, benim sinemayla ilişkimde şiirden edindiğim yegâne disiplindir.
Kelimeleri bırakmak düşünceyi kalbe yönlendiriyor diyebilir miyiz?
Sadeleşmenin bir yönünde işte bu var. Önemli olan sinemanın kendisi, bütünlüğü ve insanın kalbi ile ruhuna ulaşabilirliği. Gözüne, kulağına değil sadece... Gözümüzle de görsek, kalbimizle göremediğimiz sürece gözümüzle gördüğümüz şeyi aslında göremeyiz. Sanat kalple ilgilidir. Bu nedenle çok dengeli ve hassas terazilerle ölçülüp yapılması gerekir. Hikâye, senaryo, görüntü, ses ve diğerleri ahenk ve uyum içinde olmalı. Ayrıştırılamayacak hale gelmeli bunlar. Ancak o zaman filme dair bir duygu ortaya çıkıyor. Bizim sanatımızda sadeleşme, malzemede yoğunlaşma ve derinleşme vardır. Benim yapmaya çalıştığım da kendi medeniyetimizin, kültürümüzün, hayat deneyimimizin sinemadaki karşılığına gitmek ve bunu kalbi ve manevi boyutta yapmak. Bu yola girdiğinizde kendiliğinden sadeleşiyor film.
Yavaşlıyor bir de. Milan Kundera ‘Yavaşlık’ta yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki olduğunu söyler: “Bir şey hatırlamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan kişi hızlanır.” Filmlerinizdeki yavaşlık bize neleri hatırlatmak istiyor?
Biz zamanı idrak eden tek canlıyız. Meseleye böyle bakıp sinemanın hammaddesinin zaman olduğunu düşündüğümüzde ister istemez hız ve yavaşlık, parçalama ve yoğunlaştırma, uzatma ve derinleştirme yol ayrımlarına giriyoruz. Günümüz sineması çok hızlı, zamanı unutturmaya çalışıyor. Hız demek ayrıntıyı, detayı, derinliği ortadan kaldırıp yatay olarak ilerlemek demek. Bizim medeniyetimizde zaman çok önemli. Beş vakit var bir kere. O vakitlerin hatırlattıkları var. Sanatın manevi bir yanı olması, bizi yükseltmesi, duygularımızı ve kalbimizi açması gerekiyor.
Filme mekân ararken Toroslar’ı dolaşmış, Bolu taraflarına bakmış, sonunda Çamlıhemşin’e gelmiş ve küçük Yusuf’u, yani Bora’yı bulmuşsunuz. 20 gün önce gelseniz bulamayacakmışsınız üstelik. Bu tür tesadüf değil de tevafuklar hayatınızda nasıl bir yerde?
Evet, tevafuk. Mekân olarak yoğun bir doğa arıyordum, insanın yürümesinin bile zor olduğu... Çok dolaştım. İstediğim alanı Artvin bölgesinde, Gürcistan sınırında buldum. İzin sorunları yaşandı, olmadı. Aslında bazı şeyleri çok zorlamamak gerekiyor. Çamlıhemşin’de çocuk arıyorduk. Arabayla giderken bisiklette gördüm Bora’yı. Durdum, indim, konuştuk. Birkaç yıl önce İzmir’e göç etmiş bir ailenin çocuğuydu. Aile İzmir’den Çamlıhemşin’e 20 gün önce geri dönmüştü. 20 gün önce gitsem onu bulamayacaktım. Ne diyeyim… Bora çok duyarlı bir çocuk. Üçleme’deki diğer Yusuf’ları tamamladı. İstedi, hissetti, nasıl oldu bilmiyorum, bir şeyler oldu ve tamamladı. Sabırla… Sekiz hafta çekim yaptık, çocuk tüm yaz tatilini bizimle geçirdi. Dağlara çıktı, indi, konuştu, yürüdü, gık demedi. Bu filmin bu film olmasında en büyük pay onun.
Üçleme bitti. Uzun bir yolculuktu. Semih Kaplanoğlu sineması şimdi ne yönde ilerleyecek?
Yusuf Üçlemesi beş yıl hiç ara vermeden süren bir çalışmaydı. Bundan sonrası için henüz bir kararım yok ama tarihi figürlerle ilgili düşüncelerim var, mesela Abdülhamit’in karakteri çok ilgimi çekiyor. Onun hakkında bir şey yapabilirim. Sonra Süleymaniye ile ilgili… Mesela Sülemaniye’de beş vakit gibi. Bu arada ‘Türkiye’nin Ruhu’ hâlâ masada. Ne yapacağım benim için de soru işareti ama nasıl yapacağım belli. Kararlarımızı hep kendimiz vermiyoruz. Bakalım...
Jülide Karahan
Mart 2010/Skylife
..............
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder