22 Mayıs 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Sanki mutfakta kek pişiriyorlar

"Önceleri, azınlığın azınlık için yaptığı bir şeydi sanat. Sonra azınlık çoğunluk için yapmaya başladı onu, şimdi çoğunluk çoğunluk için yapıyor." diyor beyaz saçlı bir adam, önemli biri. Bu dediği, Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası ortaya çıkana kadar belki de sadece bir hayaldi. ama şimdi müziğin geleceği Venezuela'da; tüm otoriteler bu kanıda.


İsmi Daniel... 10-12 yaşlarında. Ufak odasındaki ranzanın altı onun, üstü kardeşinin. Bundan pek memnun, şöyle diyor: "Yatağımı çok seviyorum. Çünkü viyolonselime yakın. Uyanınca ilk onu görüyor, hemen elime alıyorum. Annem şuraya koyuyor bazen. O sabahlarda sıkkın oluyor canım." Bugün artık kocaman adam olan Gustavo Dudamel ise, "Başladığımda 4 yaşındaydım; müzik değil, hayat dersi aldım. Çocukluk arkadaşlarımın çoğu cinayet ve uyuşturucuya bulaştı, aralarından bir tek El Sistema'ya katılanlar kendilerine yepyeni bir hayat kurdu. Müzik, hayatı sadece zenginleştirmiyor, kurtarıyor da..." diyor.

Ellerine ilk enstrümanlarını aldıklarında 3-4 yaşlarındaymış çoğu. Yanlış ve komik sesler çıkardıkları da olmuş, hem de çok. Ama eleştirilmek yerine yüreklendirilmişler genelde. Hikâye 1975'te başlamış. Jose Antonio Abreu isimli bir ekonomist -iyi bir piyanist ve besteci aynı zamanda- Venezuela'nın başkenti Caracas'ın kenar mahallelerinde ikamet eden 11 çocuğu bir otoparkta toplamış. Fikir şu: Çocukların yoksulluk ve suçla çevrili hayatlarına, yüksek kültür denerek onlardan esirgenen klasik müziği dâhil etmek... Of, çok uzak geliyor kulağa. Ama işliyor. Çocuklar öğleden sonraları koşarak gidiyorlar garaja.

Bir gerçek: Yetenek tüm insanlara ekilmiş aslında, sadece onu yeşerten koşullar herkese denk gelmiyor. Bir sonuç: Abreu, El Sistema'ya -kendi deyişiyle müzik için 'sosyal hareket'e- değişen tüm iktidarların destek vermesini sağlamış. Ve hayata potansiyel suçlu olarak başlayan pek çok çocuğu birer müzisyene dönüştürmüş. Bir sürü rakam: 350 bin çocuk, 280 müzik merkezinde 15 bin eğitmen eşliğinde çalışıyor şimdi. Ülkedeki 150'yi aşkın gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni orkestrası o konser senin, bu konser benim dolaşıyor. Önümüzdeki beş yıl içinde Venezuela'da 1 milyon çocuğun müzisyen olması planlanıyor.

Geçtiğimiz hafta Venezuelalı yönetmen ve senarist Alberto Arvelo Mendoza'nın 'Çalmak ve Mücadele Etmek' isimli belgeselini -internette kolayca bulunuyor- izleyene dek, uzak bir masal değilse de abartılmış bir hikâyeydi tüm bunlar. Ama o akşam, çoğu İKSV lale üyesi olan küçük topluluk Atlas Sineması'ndan çıkarken kulaklarına inanamıyordu. Böylesine bir samimiyet... Belgeselde sürekli tekrarladıkları gibi işin sırrı, çalmak ve mücadele etmek.

Şef Gustavo Dudamel yönetimindeki Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası -İKSV'nin çabalarıyla- 8 ve 9 Ağustos'ta Haliç Kongre Merkezi'nde iki konser verecek. Öyle neşeli, canlı ve heyecanlı bir performansları var ki... Sanki sahnede klasik müzik çalmıyor, mutfakta kek pişiriyorlar.

Müzik hayatına El Sistema'da keman öğrenerek başlayan Dudamel'in enerjisinin de payı var muhakkak bunda. Dudamel, 220 çocuk ve José Antonio Abreu; bu modelin Türkiye'de nasıl uygulanabileceği üzerine panellere katılıp öğrencilerle söyleşiler yapacak ayrıca. El Sistema; Avustralya, Hindistan, Güney Kore, ABD ve İskoçya gibi pek çok ülkeye 'nucleos' adıyla adapte edildiğine göre burada da olabilir, neden olmasın? Bir de Galata Köprüsü üzerinde dev bir konser; olabilir mi? Bu galiba gerçekten bir hayal. j.karahan@zaman.com.tr

***

'Gazetecileri nasıl inandırdım ama...'


Fransız yazar Mathias Enard, Türkçeye yeni çevrilen 'Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara' isimli romanının tanıtımı için geçen hafta İstanbul'daydı. Fransız Kültür Merkezi'ndeki küçük söyleşisinde o anlattı biz dinledik, biz sorduk o cevapladı. Kitabını şöyle anlattı: "5 yıl önce kütüphanedeyim; sabahları çalışıyor, öğleden sonraları dolaşıyorum. Sanat tarihi üzerine binlerce kitap var raflarda. Biri Michelangelo'nun biyografisi. Karıştırırken bir cümleye takıldım kaldım: "Sultan Beyazıt, Michelangelo'yu İstanbul'a davet etti." Nasıl yani? Aradım taradım, davetin sebebini buldum. Haliç üzerine yapılması düşünülen bir köprü. Michelangelo, henüz 30 yaşında değil, yani mimar değil. Bir tek Davut heykeli var ortada. Sultan onu nasıl tanıyabilir? İtalya'yı avuç içi gibi biliyor olmalı, hatta dünyayı; güce bak! Buraya kadar her şey gerçek. Sonrası kurgu. Michelangelo, İstanbul'da... Yazarken sürekli galiba gerçekten gelmiş dedim kendi kendime, o kadar çok tesadüf var ki! Fransız gazetecilerin yüzde 80'i onun geldiğine kesinlikle inandı. Hatta bir gazete "Michelangelo'nun İstanbul seyahati" diye başlık attı, iyi sükse yaptı. Tarihçilere sordum. Onlar net: Gelmiş olsaydı bilirdik."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 22.05.2011

Hiç yorum yok: